İşte Cübbeli Ahmet Hoca’nın çocukluğu

Cübbeli Ahmet Hoca’nın babası Yusuf Ünlü, ilk defa Risale Haber’e konuştu. Yusuf Ünlü Bediüzzaman’la görüşmesini ve oğlunun çocukluğunu anlattı

Röportaj: Abdurrahman Iraz- Nurettin Huyut-Risale Haber

Kamuoyunun yakından tanıdığı Cübbeli Ahmet Hoca’nın babası Yusuf Ünlü, ilk defa Risale Haber’e konuştu. Yusuf Ünlü Bediüzzaman’la görüşmesini ve oğlunun küçüklüğünü anlattı.

Yusuf Ünlü kimdir?

Sanayici ve işadamı. Ahmet Ünlü’nün (Cübbeli Ahmet Hoca) babası. Mart 1936’da Giresun’un Göreli İlçesinde doğdu. İlkokulu İstanbul Çarşamba’da, ortaokulu Karagümrük Ahmet Rasim Ortaokulunda tamamladı. Ortaokulu okurken aynı zamanda Ömer Efendi’de Mehmet Ağa Camisinde Kur’an-ı Kerim okumayı öğrendi. Kur’an’ın bir kısmını ezberledi. Talim dersleri aldı. Daha sonra ticarete atıldı ve Türkiye’de ilk defa toplu iğne üretmeyi başardı. Fabrikasını kurdu ve istikrarlı bir şekilde üretime devam etti. 28 Şubat sonrası servetinin büyük kısmına el konsa da o yılmadı ve ticaretine devam etti. Evli ve bir çocuk babasıdır.

Bediüzzaman’ı ne zaman duydunuz? Bildiğimiz kadarıyla birkaç kere ziyaret ettiniz…

Ortaokulu okurken dine bağlılığım nedeniyle bazı sıkıntılar çektim. O dönemde insanların dine bakışı bugünkü kadar müspet değildi. Dindar insan çok azdı. Dindarlık günümüzle kıyaslanmayacak kadar düşüktü. Elifba cüzlerimizi gizli saklı taşırdık. Bu anlattıklarım 1948-49 yılları idi. Neyse o konuya girmeyelim uzun hikaye…
Ortaokulu okurken 1952 yılında Üstad Bediüzzaman Hazretleri Çarşamba Fethiye’ye gelmişti. Mehmet Fırıncı’nın evini tutmuştu, orada kalıyordu. Ziyaretine gittim ve elini öpmek nasip oldu. Orada aynı zamanda Fırıncı abi ile tanışmak da nasip oldu.
Ortaokulu bitirdikten sonra Pertevniyal Lisesine girdim. Orada okurken Özer (Üzeyir) abi (Şule Yüksel Şenler’in abisi) ile tanıştım.

Üstad ikinci defa İstanbul’a gelişinde Reşadiye Otelinde kalmıştı. Orada da ziyaret etme ve elini öpmek nasip oldu. O günlerde İsmailağa Camisinin tamiratı başlamış devam ediyordu. Bir taraftan da ön kısmı düzenlenmiş namazlar da kılınıyordu. Mahmut Efendi, caminin imamı, askerde idi o günlerde. O zaman Mehmet Fırıncı abinin Kiremit Mahallesinde fırınları vardı. Hakkı Yavuztürk vardı oraya gelirdi. Biz orada Mehmet Fırıncı abi ile buluşurduk. Risale-i Nurlardan okurduk. Çarşamba’da oturan bir-iki genç daha gelirdi. Ayrıca, Erzurum’da (Mahmut) Efendi Hazretlerinden ders almış, ona intisap etmiş, Şemsi isminde Yüzbaşı vardı daha sonra Albay olmuştu, Fatih Askerlik Şubesinde çalışıyordu. O da bu derslerimize katılırdı.

Lisedeyken öğle namazlarını Valide Sultan Camisinde kılıyorduk. Orada Özer’le (Üzeyir) tanıştık, Abdulmuhsin’le tanıştık. Namazdan sonra bize ders yapardı. Sadece biz değildik on-onbeş kişi olurdu. Özer’le ayrıca Saraçhane’de de buluşurduk. Ayrıca o dönemde Ahmet Aytimur da vardı. O Kirazlımescit’te kalıyordu, orada evi vardı, evine derse giderdik. Özer daha sonra beni Kirazlımescit’e götürmeye başladı. Orda buluşur devamlı Risale okurduk. Abdulkafi abi vardı o da Risale-i Nurlar sayesinde hakikatleri buldu. Daha sonra İskenderpaşa Camisinin altında bir yer tutuldu. Galip abi vardı, Nurten Matbaasının sahibi, o gelirdi. Başka kardeşler vardı, onlar gelirdi ve orada ders yapardık, dinlerdik.

BEDİÜZZAMAN’IN İSTANBUL’A GELİŞİNE ŞAHİT OLAN HAKİM

Bediüzzaman’ı görmeden önce duymuş muydunuz?

Evet, duymuştum. Ben Mehmet Ağa Camisinde okurken yani hafızlığa çalışıyordum, hatta bir kısmını da ezberledim ama bitiremedim. Eski kadılardan Sultan Selim Medresesi mezunu Cumhuriyet dönemi hâkimlerinden Selahattin Efendi diye bir zat vardı. Caminin karşısında cumbalı bir de evi vardı. Emekli olunca oraya gelip yerleşti. Çok iri bir adamdı, kapıdan zor geçerdi. İşte ilk defa bana Üstad’ı bu zat anlatmıştı. İlk defa ondan duymuştum. Şu şekilde anlatmıştı:

“Ben o zaman henüz çocuk yaşlardayım. ‘Said-i Kürdi diye bir zat var. Kürdistan’dan gelmiş, her soruya cevap veriyormuş’ diye bir şayia yayılmıştı. İstanbul uleması da ‘bu kimdir’ diye merak etmişler. İstanbul ilmin kaynağı tabii. Onu Sultanahmet Camiine davet etmişler. O davet üzerine Sultanahmet Camiinde toplandılar” diye anlattı. O gün o toplantıya katılan hocaefendilerin isimlerini de saydı ama ben daha sonra unuttum.

“Oraya ben de gitmiştim, baktım Said Nursi Hazretleri de gelmiş, ama o hoca kıyafetinde değil çoban kıyafetinde bir kıyafetle gelmişti. Orada Üstad’dan sual sormasını istediler. O ‘ben sual sormam, sorulan suallere cevap veririm. Sizin sualleriniz varsa siz sorun ben cevap vereyim’ dedi. Ulema ona birçok konuda sualler sordular. Üstad o suallerin hepsine cevap verdi. Bunun üzerine Ona Bediüzzaman ismini taktılar. İşte o toplantıda ben de bulundum” diye anlatmıştı. O bana hocalık da yaptı. Hatta bir sayfa okusam 25 kuruş verirdi iki sayfa okusam 50 kuruş verirdi.

İlk ziyaretiniz hakkında bilgi verir misiniz?

Okulu bitirdikten sonra askere gitmiştim. 1956 tarihinde. Askerliğim Isparta’ya çıkmıştı. Hüsrev Altınbaşak abi vardı o zaman ona “Üstadı ziyaret etmek istiyorum” dedim. Bunun üzerine bana “falan yerde bir nalbur var, ona gidip söylersen o sana ayarlar. Hem herkesi kabul etmiyor. O söylesin kabul ederse gider görüşürsün.”  Biz gidip o nalburu bulduk ve “Üstadı ziyaret etmek istediğimizi” söyledik. O da sağ olsun gidip söylemiş Üstad bizi kabul etmişti. Yanına gittiğimizde elini öpüp duasını aldıktan sonra diz çöküp oturduk. Bizimle sohbet etti, konuştuk. Hüsrev abi de bizimleydi. Oradan ayrılırken “gene geleceğim” demiştim onlar da “gel” dediler. Ben de ya iki veya üç defa ziyaret edip duasını aldım.

Ayrıca Emirdağ’da iken de yanına gitmiştim. Bulunduğu yerleri gezmiştim, yanında oturmuştum ellerini öpmüştüm. Yine benim çok sevdiğim bir hâkim Kavi Bey vardı. Sultan Selim’li idi, kendisi hafızdı aynı zamanda. İlim Yayma Cemiyetinin de beş yıl başkanlığını yapmıştı. Ben de o dönemde idare heyetinde bulunuyordum. O zat da Üstadı anlatırdı. Bir kısım bilgileri de ondan öğrenmiştim. Kendisi bizzat Üstadın Afyon Mahkemesinde bulunmuş bir hâkim idi.

Mehmet Fırıncı abi ile nasıl bir iletişim içindeydiniz, birlikte neler yapıyordunuz?

Fırıncı abi ile her akşam veya iki günde bir beraber olurduk. Ders yapardık, okurduk veya dinlerdik. Birlikte Kirazlımescit’e giderdik. Orada Zübeyir Gündüzalp abi vardı (Allah rahmet eylesin) Mustafa Sungur abi vardı. Bekir Berk vardı. O gün bilinen tüm abiler geliyorlardı. Onlarla görüşüyor, sohbet ediyorduk, ders yapıyorduk, bu şekilde geçiyordu. Elhamdulillah. Onlara layık olamadık onlar güzel hizmet ettiler.

HEM RİSALE DERSLERİNE GİDİYORDUK HEM DE MAHMUT EFENDİNİN SOHBETLERİNE

Estağfirullah…

Mehmet abiye öyle diyorum. Abi diyorum o zaman başkaydı. Herkes kendi cebinden harcıyordu. Yani herkes fakirdi. Kimse kimseye bir şey ısmarlayamazdı. İlle çay iç, kahve iç, yoktu. Ama bugün öyle değil, herkes bir şeyler ikram etmek istiyor. O zaman öyleydi işte.

Daha sonraları onlarla birlikteliğiniz bu kadar sıkı bir şekilde devam etti mi?
 
Ben askere gitmeden önce Beşiktaş’ta Yahya Efendi dergâhına gidiyordum. Orada Abdullah Efendi Hazretleri vardı. Onun yanına gidiyordum, ders almak için. Hem ben ona intisab etmiştim. Nakşi tarikatına mensuptu ondan ders aldım. Elhamdulillah.
Mahmud Efendi o zaman askerdi. Hatta biraz önce de anlattım İskenderpaşa camisi o zaman tamirdeydi. Asker dönüşü bu camiye geldi ve orada tanışmıştık. Konuşur sohbet ederdik. Büyük Şeyh Ali Haydar Efendi Hazretleri, benim Şeyhim Abdullah Efendi Hazretlerini iyi tanıyor. O nedenle demiş “o orda kalsın onun yeri sağlam” diye. O nedenle ben orada kaldım. Ama aynı zamanda ben Risale derslerine de geliyordum.

Hatta bazen sohbetlerimizde arkadaşlarla muhabbet ederken onlar işte, “şimdi iman kurtarmak zamanı” diyorlardı. Biz de elimizden geldiği kadar uymaya çalışıyorduk. Ben bir ara lisede okurken Cami-ül Ezher’e gitmeye karar verdim. Oraya okumaya gidecektim. Emin Saraç hoca, Osman Saraç Hoca oradayken, gidip pasaport çıkarmak için müracaat ettim. Ben pasaport çıkarırken beni ihbar ettiler, o nedenle gidemedim. Gidemeyince bir manifaturacının yanına tezgahtar olarak girip çalışmaya başladım. Mecburen iş hayatına atıldık.

Çalışırken hem Risale derslerine gidiyorduk hem de Mahmut Efendinin yanına gidip sohbetlerine katılıyorduk. Mahmut Efendi çok meraklı idi mübarek, bana “kahveden abdestsiz olsun çocukları topla getir” derdi. O mihrapta otururdu, bizim getirdiğimiz üç beş gence İslamı anlatırdı.
Asker dönüşü ben Nurcu kardeşlerimizin maddi desteği ile, yani onlardan ödünç para alarak ticarete başladım. Karaköseli İsa Kaya vardı. Ölmüşse Allah rahmet eylesin. Ondan destek almıştım. Bir çivi makinası aldık. Türkiye’de ilk defa toplu iğne üreten kişiyim ben… Mihver marka…

ÜRETTİĞİMİZ İĞNELERİ MENDERES’E TANITTIK, ASKERİYEYE SATTIK

Toplu iğne üretmeyi Üstadın ihlas risalesinden aldığınız dersle başlatmış oldunuz öyle mi?

Evet, Ağrı Karaköseli İsa Kaya’nın desteği ile sağolsun başlatmış olduk. Onlar o dönemde memleketlerinden çok sayıda hayvan getirirlerdi. Onları burada satarlardı aldıkları parayı bankaya yatırmaz tüccarlara bırakırlardı. Benim de çalıştığım patronum orada toptancılık yapıyordu. Orada getirip bana güvenir bana bırakıyorlardı. “Yav ben çocuğum bana nasıl bırakıyorsunuz” derdim. “Yok yok sen al” derlerdi.
Bir seferinde Ali Haydar İsa vardı Malazgirtli, “ille seni oğlumla ortak edeyim, burada bir toptancı dükkânı açalım” dedi. “Yok” dedim “Ali Haydar amca ben daha askere gideceğim ne olur ne olmaz” dedim kabul etmedim.

Asker sonrası biraz ödünç para aldım ve dediğim gibi toplu iğne üretmeye başladık, İsmailağa Camisinin altında ilk tezgâhımızı kurduk. Almanya’dan 0.70 mm lik tel geliyordu onunla üretiyorduk. Daha sonra Adnan Menderes’e gittik iğnelerimizi tanıttık ve askeriyeye mal vermeye başladık. Bizim bu başarılı çalışmamızdan sonra esnaf bize baktı onlar da makine getirmeye başladılar.
Bunu şunun için anlatıyorum. Bazen diyorlar bu parayı nerden buldular diye. O nedenle biz ta o zamandan ticarete başlamıştık ve Allah bize imkân ihsan etti kazandık bugünlere geldik. Elhamdulillah…

Ben o zaman esnaflığa devam ederken hizmetlerle de uğraşıyordum. Hatta evlenmeyi de pek düşünmüyordum. Ama bir kandil gecesi; Maltepe’de Camcı Hasan diye biri vardı. Onun hanımı hoca idi, Hocahanım. Ona beni anlatmış demiş ki, “bizim orda böyle böyle bir genç var.” O da demiş “benim burda da bir kızcağız var böyle böyle…” İşte o gece akşam namazını kıldıktan sonra, Hasan Efendi “git bu kızı gör” dedi. Ben de “artık geç oldu bu saatten sonra olmaz” dedim. “Olur olur orada abiler var bir şey olmaz git gör” dediler. Yıl 1961.
Gittik yeri Haznedar’daymış, kayınpeder bizi kabul etmedi. Demiş “yav ne bu damdan düşer gibi” demiş. Biz de mecburen biraz bekledik. Hasan Efendinin evinde oturup geri döndük. Fakat kayınpeder reddetmemiş demiş “bana üç gün müsaade edin ben istihareye yatacağım, o da istiharesini yapsın eğer düzgün çıkarsa ve kendisi de helâlından kazanıyorsa bu iş tamamdır” demiş. Biz de “olur” dedik üç gün müsaade ettik. Benim yerime Maltepe’de bir hoca vardı sağolsun o yattı istihareye bir başkası da yatmıştı ve her ikisinde de düzgün çıkmıştı. Hatta Maltepe hocası beni görünce “Esselamualeyküm damat” demişti. Nitekim oldu ve 63 senesinde evlendik.

1965 senesinde de oğlum (Cübbeli) Ahmet dünyaya geldi. Evimiz İsmailağa camisinin karşısındaydı. O nedenle daha 3-4 yaşlarındayken onu İsmailağa Camisine götürüyordum. Götürmediğim zamanlar çok üzülüyordu ve “ille geleceğim” diyordu. Benim kayınpeder evlenmemizden üç ay sonra vefat etti. O nedenle kayınvalide bizim yanımızda kalıyordu. Cami cemaati bana kızıyordu, “bu çocuğu bu kadar küçük yaşta niye getiriyorsun” diye. Efendi’de (Ömer Efendi) bir defasında bana “niye getiriyorsun” demişti, ben de “ne yapayım ben getirmiyorum ama arkamdan kaçıp geliyor” dedim. Hakikaten hiç kaçırmıyordu sürekli benimle camiye geliyordu.

Cami cemaati içinde büyüdü öyle mi?

Evet, camide büyüdü diyebiliriz. Bir gün İsmailağa Camisi eski halindeyken, kar yağmış ve merdivenler buz tutmuş, biz Efendi (Ömer efendi benim hocam)  ile beraber merdivenlerden iniyoruz. İnerken Ahmet benim elimden fırladı, fırlayınca merdivenlerden kaydı ve düşer gibi oldu ama ben tuttum. Elimden kaçtığı için de biraz kızarak poposuna vurdum. Baktım Efendi “ona dokunma” dedi. Dedim “efendim bakın ne yapıyor, rahat durmuyor” dedim. Onun üzerine “sen onun terbiyesini bize bırak” dedi. Yani o zaman henüz beş yaşındaydı.

İKİ AHMET DAHA VARDI ONU “CÜBBELİ” DİYE ÇAĞIRMAYA BAŞLADIK

Ondan sonra ben Ahmet’in yetişmesine hiç karışmadım. Camiye de ara sıra ben götürüyordum. Orada Fahri efendi vardı, terzilik yapan bir arkadaş, hem de Efendinin hizmetinde bulunuyordu. Ahmet ile birlikte iki Ahmet daha vardı, birisi de onun Ahmet idi, bir de bir doktorun Ahmet’i vardı. Onların içinde sadece bizim Ahmet cübbeli idi, yani ta o yaştan ben ona cübbe giydirmiştim ve o nedenle üçü içinde onu farklı ifade etmek için “Cübbeli” diye çağırıyorduk. Yani, Ahmetler ayırt edilsin diye böyle bir isim takmıştık.

Kendisi de cübbeli dolaşmayı çok severdi, hiç çıkarmazdı. İmam Hatipten Mehter Takımı evin önünden geçerken, evimiz cadde üzerindeydi, bizim Ahmet onu görürdü ve annesinin sabahlığını giyer kafasına sarık sarar ve mehterler gibi yürürdü.  Kibritlerden cemaat yapar birini imam yapardı ve onlara namaz kıldırırdı. Daha o yaşta bütün dünyası bununla doluydu. Camiyi, namazı, dindarlığı çok seviyordu.
Daha o yaşlarda Amenerresuluyu öğrenmişti. Bir gün ille “okuyacağım” dedi. Daha beş yaşındayken, güzel de ezberlemişti. İsmailağa camisinde yaşı küçük diye oradaki sofular okutmak istemediler. Biz de ara sıra Mehmetağa camisine götürmeye başladık. Orada Halit hoca vardı. Biz camiye gidince Halit hoca onu gördüğünde hemen ona Amnerresuluyu okuttururdu. Yatsı namazı sonrasında. O da okumayı çok severdi. “İlle okuyacağım” derdi.

Ahmet orada onların yanında yetişti. Aynı zamanda ilkokulu da okuyordu. Dördüncü sınıftayken bir gün memlekete götürmek istedim. Daha o yaşına kadar hiç memlekete götürmemiştim. Hem sıla-i rahim olur hem oraları görür diye. Götürmeden önce Ahmet’e dedim “bak oğlum, sana güzel elbise alacağım, şalvarı çıkar, böyle güzel elbiseler giy öyle gidelim, orada eş dost var, seni güzel görsünler” dedim. Hiç sesini çıkarmadı. Yeni elbiseleri aldık o da itiraz etmedi giydi.
Benim o zaman Mercedes arabam vardı. Çoluk çocuğu doldurduk gittik. Ondan önce şunu söylemem gerek. Ahmet daha o yaşlarda “emr-i bil marufa” çıkardı, İsmailağada’ki  sofular onu devamlı alıp götürürlerdi, Malatya’ya, Kayseri’ye, diğer illere onlara nasihat ederdi.

10 YAŞINDA “SELATİN CAMİLERİNDE VAAZ EDER” DİYE MÜFTÜLÜK BELGE VERDİ

O zamanlar kaç yaşındaydı?

On yaşındaydı ve o yaşta onu götürüyorlardı. Buradaki camilere de götürüyorlardı, buralarda da vaaz ediyordu. Üçbaş medresesinde ve diğer yerlerde konuştururlardı. En son “seni Sultan Selim’de konuşturalım” dediler. Birincisinde müsaade ettiler, oranın baş imamı vardı, Ömer efendi o müsaade etti konuştu. İkincisinde ikinci imam çocuk diye razı olmadı konuşmasına…
O zaman Fatih müftüsü benim arkadaşımın eniştesiydi. Ona söylemişler, işte “bırakmıyorlar” diye. O da “gelsin bir imtihan edeyim” demiş. İstanbul Müftüsüne de anlatmış durumu. Aldım götürdüm. Müftü imtihan etti, imtihan sonunda Ahmet’e belge verdiler. “Selatin camilerinde vaazeder” diye… Daha on yaşındayken. Edirnekapı, Sultan Selim gibi camilerden istediği camide sohbet edebilir diye belge vermişlerdi. Ona rağmen Sultan Selim camisinin ikinci imamı gene izin vermemişti. Bunun üzerine cemaat ona çok tepki gösterdi, hatta hakarete varan sözler söylediler. “Neden konuşturmuyorsun” diye. Her neyse böyle bir konumdaydı o zamanlar. Daha on- onbir yaşlarındaydı.

ELBİSESİNDEN DOLAYI KENDİNİ HASTA GÖSTERMİŞTİ

Öyle bir durumda memlekete gittik. Memlekette enişte vardı. O da orada hatırı sayılır bir insandı. Ona “Enişte buranın camilerinde Ahmet’i konuşturalım” dedim. “İyi olur gelsin konuşturalım” dedi. Gittik, çocuk hiç dışarı çıkmıyor. Annesi hasta diye yanında tutuyor. Yani bize öyle söylüyorlar. Neyse, Müftüye söylemişler, “böyle böyle biri var vaaz verdirelim istiyoruz” diye. O da “tamam olur versin ama vermeden önce bir bana gelsin onu göreyim, nasıl bir şey, ne anlatacak, burası küçük yer her türlü fitne olur” demiş. Biz de “Peki” dedik.

Ama çocuk hiç dışarı çıkmıyor. Nasıl edeceğiz, memleketten döneceğiz hiçbir yeri görmedi. Hanıma dedim “hanım bu çocuk hiçbir yeri görmedi biz döneceğiz hiç dışarı çıkmadı, bunun hastalığı ne zaman bitecek?” Baktım hanım “hastalık bahane aslında o kılık kıyafetinden dolayı dışarı çıkmıyor. Babam beni kıyafetimle mi düzeltecek, kıyafetle insan değişir mi diyor” dedi. “Ben şalvarlı, cübbeli bir Ahmedim. Babam böyle kabul ederse eder, yoksa ben çıkmam, babam kırılmasın diye sesimi çıkarmadım, ben hasta olayım, yatayım gideceğimiz zaman kalkar gideriz” demiş. Bir de “babama söyleme” diye de annesine tembihlemiş.

Öyle deyince ben de “yav nasıl isterse öyle gelsin” dedim. Bunu nasıl duydu hastalık-mastalık kalmadı, giydi şalvarını, cübbesini fırladı geldi. Müftüye gittik, “selamün aleyküm” “aleykümselam” geliş sebebimizi anlattık. Müftü, bana döndü “siz mi vaaz edeceksiniz?” dedi. “Hayır bizim mahdum edecek” dedim Ahmet’i gösterdim. Dedi “olur mu kardeşim, bir çocuğa vaaz verdiremeyiz, ben böyle bir şey yapamam, sonra nasıl açıklarız” dedi. Ben bir şey demedim sadece “siz bilirsiniz müftü efendi” dedim.
O sırada orada büyük bir cami var o caminin müezzini de yaşlı bir adamı getirmiş. “Hocam bu falan hocadır. Camimizde sohbet etmek istiyor” dedi. Müftü ona birden “bu çocuk da vaaz etmek istiyormuş” dedi. “Her geleni biz kürsüye çıkarırsak olmaz” dedi. Müezzin getirdiği hocayı biraz tanıtmaya çalıştı. Sonra çocuğu görünce birden değişti. Ahmet’i göstererek dedi “hocam varken bize söz düşmez.” Müftü şaşırdı bu sefer.

Onun üzerine Müftü döndü Ahmet’e sormaya başladı “senin bir hazırlığın var mı? Cemaate ne anlatacaksın? Bir ayet bir hadis biliyor musun? Neden bahsedeceksin?”
Ahmet; “Müftü bey” dedi “burası benim babamın memleketi, sıla-i rahim için ziyarete geldik, bana sohbet et dediler, o nedenle benim bir hazırlığım yok” dedi. “Allah ne söyletirse onu söyleyeceğim” dedi. Peki, o zaman şöyle sorayım “ne konuda sohbet edeceksin? Konusunu söyle barı” dedi. O da “gelirken babam biraz bahsetmişti buranın manevi hastalıklarından, faiz, içki, kumar illeti fazla yaygınmış onlardan bahsedeceğim” dedi. O da “bu konularda ayet, hadis biliyor musun? Bir iki tane söyler misin?” dedi. “Müftü efendi” dedi. “Ben inşallah konuşunca söyleyeceğim, fakat Allah söyletirse söyleyeceğim. Şimdi size bu hususta bir şey söyleyemem”  dedi.

Müftü ne yaptıysa, yapacağı sohbet konusunda herhangi bir cevap alamadı. Alamayınca Müftü bu defa şüphelenmeye başladı. “O zaman bunu mihrapta konuşturalım ben de yanında dururum bir yanlışı olursa düzeltme imkânımız olur” dedi. Neyse çıktılar… Ahmet konuşmaya başlayınca Müftünün bütün endişeleri gitti, merkezi sistemle diğer camiler de bağlıydı. O gün ilçede günün konusu olmuştu. Ve camiden çıkınca Müftü “ne kadar iftihar etseniz azdır, önce ben bir tiyo alamadım ne yaptımsa kendini belli etmedi, ama konuşunca açıldı, açıldıkça konuştu, fevkalede güzel şeyler anlattı bu çocuk bizi şuurlandırcı konuşmalar yaptı, şimdi inanın elini öpmek istiyorum” dedi. Çocuğu hayli methetti…

İNGİLİZCE ÖĞRETMENİNİN ŞAŞKINLIĞI

Ahmet, ilkokulu bitirdikten sonra Fatih Koleji’ne gönderdik, oraya devam etmeye başladı. O zaman malum sağ-sol kavgası vardı. Hep takdir alıyordu. Hiç çalışmazdı, hocaların anlattıkları ile sınava girer ve hep başarırdı. Hatta bir gün İngilizce Hocası ile İngilizce konuşurken hocası sormuş “sen nerden ders alıyorsun? Bunları nasıl öğreniyorsun?” diye sormuş. O da “hocam sizden aldığımı size veriyorum, başka yerden öğrenmiyorum.” Bunun üzerine velisini çağırmışlar. Velisi eniştem gitmiş, ona da sormuşlar “bu nerden öğreniyor” diye. O da “bir yerden öğrenmiyor, zaten evde de çalışmıyor, sizin öğrettiklerinizle öğreniyor” demiş. 

İlkokuldaki bir hadisesini anlatayım isterseniz. İlkokul üçüncü sınıfta ben erken işe gittiğimden farkında değilim, o çantayı eve bırakıyor doğru İsmailağa’ya… Üçü bitirdi dörde geçtiğinde anası “yahu bu hiç okula gitmiyor, bu sene sınıfta kalır” dedi. “Nasıl gitmez. Sen anası değil misin? Sahip çıksana” dedim. Dedi “ben gitmesi için çok uğraşıyorum ama o çantayı bırakıyor, ben camiye gidiyorum diyor.” Gitmiyor.
Onun üzerine benim işyerimin, yani fabrikamın yanında, Ali Ülker İlkokulu var Maltepe’de, oranın müdürü benim arkadaşım, bir gün ona dedim “Hüseyin abi, bizim oğlan hiç okula gitmiyormuş, devamsızlıktan sınıfta kalmasın, sen mümkünse müdür beye söyle devamsızlıktan sınıfta bırakmasınlar, bundan sonra üzerine düşelim devam etsin.”

AHMET ÇALIŞKAN TALEBEM, ÇOCUKLARA HEP İSLAMI ANLATIYOR

Onun üzerine okul müdüründen randevu aldı ve birlikte okuluna gittik. Müdürle görüştük ve durumu anlattık. Müdür, hocasını çağırdı, bayan bir öğretmendi. Ona durumunu anlattım. “Çantayı bırakıp okula gitmiyor, durumundan biraz bahseder misiniz?” dedim. “Yok” dedi “sizin yanlışınız var, Mahmut’un (diğer adı Mahmut) hiç devamsızlığı yok” dedi. Biz şaşırdık, “Nasıl olur hocam anası söyledi”. “Yok hep geliyor” dedi. “Hem Ahmet çalışkan talebem, fakat çok konuşuyor, çocuklara hep İslamı anlatıyor, hep Müslümanlığı anlatıyor” dedi. “İstersen bir de arkadaşlarına soralım geliyor mu? Gelmiyor mu?” diye. Birlikte sınıfına gittik. Ben o gün gitmeden önce kendisine tembihlemiştim “okula git ben bu gün okula geleceğim” diye.
Sınıfa girdik. Yanımda Ali Ülker’in müdürü de var. Sınıfta hoca bizi talebelere “Mahmut’un babası” diye tanıtınca birden çocuklar bağırmaya başladı “Mahmut bizim hocamız… Mahmut bizim hocamız…” diye tezahürat yapmaya başladılar. Onun üzerine hoca el işareti ile susturduktan sonra dedi, “Mahmut’un babası Mahmut’u soruyor, okula gelmiyormuş, Mahmut’tan arkadaşları memnun mu diye soruyor” dedi. Bunun üzerine çocuklar hep bir ağızdan “memnunuz” diye cevap verdiler.
Orada biri geldi, pardesumun eteğini çekerek “amca, amca” dedi.  “Buyur yavrum” dedim. “Bu Mahmut var ya, bana Allah’ı, Peygamberi tanıttı” dedi. “Biz hep onunla konuşuyoruz, ondan ders alıyoruz, ama hocamız bize kızıyor, ‘niye çok konuşuyorsunuz’ diyor” dedi.
Hulasa, öğretmeni “devamsızlığı yok sadece bu çocuklarla çok konuşuyor, biraz çocukların dikkatini dağıtıyor o kadar başka bir problem yok” dedi. Biz de “tamam o zaman, mesele yok” dedik.

Yine kolejde ikinci sınıfta idi. O dönemde dediğim gibi sağ sol meselesi var, o orada da çocukları toplar cumaya götürürmüş. Bu kolej şimdikiyle ilgisi yok. Farklı bir kolej, o nedenle hocalar bunun talebeleri camiye götürmesinden rahatsız olmuşlar ve şikâyet etmişler. Bir gün bana “baba seninle biraz görüşebilir miyim?” dedi. “Buyur oğlum” dedim. O dönemde hem koleje gidiyor, hem de İsmailağa’da Arapça dersi alıyor. Dedi “baba burada ders yok, hep laklakla geçiyor. İsmailağa’da da ilerleme yok, ben hızlı öğreniyorum ama diğerleri geç öğrendikleri için onları beklemem gerekiyor. Böyle okursam ancak, bir cami imamı veya bir müftü olurum” dedi. “Peki sen ne olmak istiyorsun?” dedim. Dedi, “ben bu ilimlerde ihtisas sahibi olmak istiyorum, bu İslami ilimleri çok iyi öğrenmek istiyorum.”

Bunu söylerken kaç yaşındaydı?

13-14 yaşlarındaydı. “Görüyorum hocaları bir netice yok, farklı bir gelişme sağlayamıyorlar” dedi. Ben bir şey diyemedim. Neyse o günlerde Rize’nin Tütüncüler köyünden Resul hoca diye biri gelmiş. Ben tanımıyorum, öyle diyorlar “Resul hoca gelmiş Arapça okutuyor” diyorlar. Orada bunların dersine de giriyor ve bunlara ders okutuyor. Bir miktar böyle devam edince Resul Hoca bizim Ahmet’in farklı olduğunu fark ediyor. Ahmet de Resul hocanın farklı olduğunu anlıyor ve ona vuruluyor, adeta aşık oluyor. Ahmet fırsatı kaçırmadan Resul Hocaya “hocam ben seninle gelsem beni okutur musun?” demiş. O da “neden olmasın” diye kabul ediyor. Ve birlikte Efendiye (Ömer hocama) durumu anlatıyorlar. Efendim Ahmet’i yanından ayırmak istemiyor ama gideceği yeri de bildiği için orası ilim yeri, birşey diyemiyor. Bana daha sonra anlattığında böyle ifade etmişti. “Bir şey diyemedim” demişti. Ahmet bana söylemeden önce meseleyi annesine açıyor. “Ben hocamla gideceğim” demiş. Daha orta ikide. 1975-76 senesinde.

SAKIN GÖNDERME İSMAİLAĞA’NIN ŞEREFİNE HALEL GELİR!

Annesi de haliyle bana söyledi. Ben de dedim “Hanım bu ilim dertsiz olmaz, zahmetsiz olmaz, muhakkak bir sıkıntısı olacak ki, netice alınsın yoksa olmaz” dedim.
İsmailağa’da Ahmet’in gideceği duyulunca, Efendimin bacanağı Allah rahmet etsin Hasbi Efendi ve diğer hocalar gidip Efendiye “bu Ahmet bizi beğenmiyor mu? Biz ders veremiyor muyuz? Bizi küçümsüyor mu da gidiyor. Sakın gönderme İsmailağa’nın şerefine halel gelir. Bu İsmailağa’nın şerefi ile oynuyor” diyorlar.
Bu defa Efendi arada kaldı, Ahmet “gideceğim” diyor. Ona da bir şey diyemiyor. Ama şöyle bir formül bulmuş demiş “bu anasının, babasının tek oğlu, merak etmeyin yollamazlar, çocuğun hevesini kırmayalım şimdi, biz bir şey demeyelim” demiş.

Sofular buna bir şey yaptırtamayınca bu defa gitmişler Ali Haydar Efendinin ortanca oğlu var. Hacı Halit abi (Allah rahmet etsin) Bursa’da onu bulmuşlar. Ona telefon etmişler “Cübbeli Ahmet gitmek istiyor, böyle böyle….” demişler. “Bizim şerefimizle oynuyor, İsmailağa’yı böyle küçük düşürmeye hakkı yok, niye bu çocuğa bu kadar yüz veriliyor” diyorlar. Hacı Halit de Efendiye telefon açıyor ve “sakın onu bir yere gönderme” diyor. Efendi de ona “yahu bana kalsa zaten göndermem, hem merak etme annesi, babası da göndermez evin tek oğlu, gönderirler mi hiç?” diyor. Bunun üzerine Hacı Halit biraz tulumbacılardan olduğundan emri vakiyi sever “yahu, çağır şu Yusuf’u, durumu anlat kendisine” diyor.

Bunun üzerine Efendi beni çağırdı durumu anlattı. “Ben bir şey diyemiyorum, ilim sonuçta öğrenmesi lazım, orda da ilim var burada da var. Ama ‘ben doyamıyorum’ diyor senin Ahmet, yanımdan da gitmesini istemiyorum” dedi. Ben de o halde “bir gitsin bakalım, belki görür orada fark yok geri döner” dedim.

Beni de ikna edemeyince Ahmet gitti. Orada başlamış okumaya ama orası yüksek bir yer, kışta çatmış soğuk, anasından kalın kışlıklar istemiş, annesi de göndermiş. Fakat oraya gelen çocuklar fakir ailelerin çocuğu olunca bu defa annesine, “anne sen bana bunları gönderdin ama ben bu çocukların yanında bunları nasıl giyerim, bunların üstünde başında bir şey yok çorapları bile yok, ben bunların yanında bu elbiseleri giyemem” demiş. “Burada okuyan şu kadar talebe var, onlara da gönderirsen ben de giyerim yoksa giyemem” diye mektup yazmış.

"AHMET HOCA OLUNCA İŞ DEĞİŞİR, AKAN SULAR DURUR"

Gönderdik. Ahmet ilk gittiğinde ayrılırken biraz hüzünlenmiş ve ağlamıştı. O nedenle biz yalnız bırakmamak için yanına gittik. Atladık uçağa Trabzon’da indik, oradan Rize’ye, oradan da Pazar’a, Pazar’dan köye gideceğiz ama dönem Ecevit dönemi, benzin yok, mazot yok, her taraf kuyruk, köye gidecek olan dolmuş günde bir defa gelip gidiyormuş. Sabah geliyor akşam dönüyormuş…
Neyse köye kadar araç bulduk. Araçtan indiğimiz yerin karşısında Tütüncüler köyünün kahvesi varmış. Dediler “o köyün halkı genelde burada toplanır.” Caminin karşısında bir kahve. Biz de gittik selam verdik, “biz Tütüncüler köyüne gideceğiz nasıl gideriz” diye sorduk.  Dediler “akşamı bekleyeceksin, fazla mazot yok mecburen böyle yapıyoruz.”

Biz de “peki” dedik… O arada biri sordu “o köye niçin gideceksiniz?” diye, biz de dedik “Ahmet oğlumuzu ziyarete geldik.” Biz öyle deyince kahvehanede ne kadar insan varsa hepsi birden ayağa kalktı “Ahmet hoca olunca iş değişir, akan sular durur” dediler. Hemen bizi minibüse aldılar ve doğru köye gittik, köyde, köylüler bizi öyle bir karşıladı ki. Biri dedi “bizim oğlumuz”, diğeri diyor “bizim oğlumuz”, “hepimizin mutfağı, odası her tarafı ona serbest” dediler.

Caminin önüne gittik içeri girmedik, fakat öğrendik ki, siyaset oralara kadar girmiş. O zaman parti çekişmeleri vardı. Caminin hocası da kendini belli ettiği için köylülerin bir kısmı hocanın evine girmek istemedi, bunun üzerine dedim “hocam bu böyle olmamalı, sen buranın manevi sultanısın, sen bu kardeşleri birleştirmen lazım, biz birleştirici olacağız ve herkes gelebilmeli, siyasi düşünceler buna engel olmamalı” dedim. Uzatmayalım… Bize bayağı alaka gösterdiler. Ahmet de geldi görüşmüş olduk. Ahmet orada iki yılda icazet aldı. Efendi öyle derdi, “elli sene medrese ilmi tahsil edende bundaki ilim yoktur” derdi. “Bunu hocalar çekemiyor” derdi. Resul hoca da aynı şeyleri söylemişti. Gece yatarken gelir kaldırır, “Hocam burası böyle mi, şurası nasıldı diye soru sorar sabaha kadar beni yatırmaz” diyordu. “Bu çocukta hiç durmak yok, sürekli çalışır” derdi.

Demek ki, gerek dünyevi gerekse uhrevi ilimlerde kim isterse Allah ona veriyor değil mi?

Elbette, vermez mi? Verir elbet yeter ki, sen iste Allah verir, veriyor. Hatta icazet aldıktan sonra bir ara İsmailağa’dayken Efendi, “sen bir ay gelme” demiş kendisine, hocalar kıskanıyor diye biraz kendisinden uzaklaştırmak istemiş. Ahmet gitmedi ama ayrılığa da dayanamadı ve hasta oldu. Bunu öğrenen Efendi de dayanamadı on gün sonra geri çağırdı. Geri çağırmasının bir başka nedeni daha vardı. O da, bir meseleyi tartışıyorlar, kendi aralarında bir türlü çözemiyorlar. Ve Ahmet’i çağırıyorlar. Ahmet gidip onların çözemediği konuları onlara anlatıyor, izah ediyor.
Efendinin ders veren arkadaşlarından İhsan Efendi vardı meşhur âlimlerden Allah rahmet etsin. Efendiye demiş ki, -daha ilk tanıştığı günlerde- “buna neden bu kadar ehemmiyet veriyorsun?” Efendi de ona demiş ki, “bunun gibi ibare okuyan yok ki, bunun gibi anlayan ve kavrayan yok ki” demiş.

Sonra İhsan Efendi de Ahmet’i bir iki deneyince bu defa o da Ahmet’i yanından ayırmamaya başlıyor. Efendi öyle diyor “bu ilim işi Allah’ın bir lütfü ve ihsanıdır. Herkese aynı derecede ihsan etmiyor. Buna vermiş bizim ondan istifade etmemiz lazımdır.” Neyse, Ahmet büyüdü gelişti ama biz onu evlendirmeyi bile düşünmüyorduk. Çünkü gece sabaha kadar kitaplarla yatıp kitaplarla kalkıyor. Ama biz onu Efendiye teslim etmiştik O nasıl isterse öyle yapıyordu. Biz nedenini anlamadık, sormadık da bir gün kendisine “evlen artık” demiş. O da onun bu isteğine uyarak evlenmiş oldu.

28 ŞUBAT’TA KATMERLİ HAPİS CEZASI

Kaç yılında evlendi?

Tam yılını hatırlamıyorum ama sanırım 1989 idi çünkü şu anda 21 yaşında bir oğlu var.

Siz bir iş adamısınız, hatırı sayılır bir servetiniz var ve ticaretle uğraşıyorsunuz. Ahmet Hoca sizinle hiç çalışmadı mı?

Malımızın çoğuna devlet el koydu ya neyse buna da şükür. Hayır hiç çalışmadı, biliyorsunuz o malum zelzeleden sonra (28 Şubat’ı kastediyor) hapse düştü. Bunun gibilere en fazla 16 ay hapis veriyorlarmış ama buna katmerli uyguladılar ve 32 ay ceza verdiler. Güya hâkimin yetkisi varmış. O yetkinin nereden geldiğini sonradan öğrendik tabii. Yani o yetkiyi kullandılar ve 32 ay hapis verdiler. Hapisten sonra kendisine bir teklif götürdüm dedim “Oğlum gel fabrika müsait bir yer hazırlayalım sana ilmini burada da devam ettirirsin” diye. “Tamam” dedi. Ama gelemedi, ilimle iştigal etmekten eli olmadı. Yani, hiç ticaretle uğraşmadı. Hep biz onu destekledik.

CÜBBELİ HOCANIN RİSALE-İ NUR’LA İLGİLİ TESPİTİ

Gördüğüm kadarıyla sürekli derslere gidiyorsunuz ve Risale-i Nurla bağınız kesilmemiş. Hiç kendisine Risale-i Nurları tavsiye ettiniz mi?

Ben evde devamlı Risale-i Nurları okurdum. Ama nedense o okumadı, belki Gençlik Rehberini okumuş olabilir. Ama benim cemaatle ve abilerle görüştüğümü kendisi bilir.

Ahmet Hoca da geçenlerde bir söyleşisinde aynı şeyi söylemişti, okumadığını belirtmişti. Ama orada Bediüzzaman Hazretlerinin bir mektubunu açıklarken de gördük ki, Ahmet hocanın alt yapısı çok sağlam ve çok daha iyi anlıyor. O, Bediüzzaman ne anlatmak istemişse onu net bir şekilde anlıyor gördüm. Hem orada önemli bir şey söyledi dedi ki, “Bediüzzaman Hazretleri tamamen hadislere ve ayetlere göre yazmış her yazdığı doğrudur. Ama bazen insan anlayamıyor. Aslında o anlaşılmayan yerleri eserlerinin başka yerinde açıklamış, yani bir meseleyi bir yerde muğlak geçmişse de bir başka yerde o meseleyi açıkladığını görüyoruz.” Bu görüşü Zübeyir Gündüzalp de savunuyor. Bediüzzaman Said Nursi’nin talebesi ve onu iyi anlamış bir talebesidir. O da aynı şeyleri söylüyor. Şimdi Zübeyir Gündüzalp’in bunu söylemesi gayet normal çünkü hayatı Risale-i Nurlarla geçmiş biridir. Ama Ahmet hoca öyle midir? O daha birkaç sayfasını okumamışken böyle bir fikri savunuyor olması ondaki feraseti gösteriyor.

Evet, çok haklısınız. İnanır mısınız kendisi de yapılan bu yorumlara hayli üzülüyor. “Neden tümünü okumadan eleştiriyorlar? Şayet okumuş olsalar görecekler ki, o yanlış yorumladıkları şeyin doğrusu bir başka yerde var” diyor.

BİR BAKAN EVİME GELDİ CÜBBELİ’Yİ OKUT DEDİ

Bir şey daha sormak istiyorum. Siz Ahmet hocadan bahsederken dikkat ettim sanki o sizin oğlunuz değil, baba-oğul ilişkisinden çok bir âlimden bahsediyorsunuz gibi anlattınız. Oysa nihayette siz bir babasınız.  Bir baba olarak baktığınızda neler hissediyorsunuz?

Ben aslında kendim daha genç yaşlarımda onun gibi bir âlim olmak istemiştim ama olamamıştım. Şimdi benim olmak isteyip de olamadığımı o başarmış oldu. Bu yüzden çok mutluyum. Hem çevremdeki işadamlarını görüyorum, dindar olanlar belli bir yaştan sonra işten ellerini çekiyorlar ve kendilerini ibadete veriyorlar. Çocuklarını işe sürüyorlar. Ben dedim bunun tersini yapacağım. Madem her şey gençlikte oluyor. O halde bu gençliğinde bu işleri yapmalı, yani madem kabiliyeti var, ilim sahibi olmuş o halde bu ilmini faydalı bir şekilde kullanmalı dedim ve kendimi işten çekmedim. Ona da fazla baskı yapıp “hadi işlerin başına geç” demedim.

Onun için ben istedim ki oğlum okusun ve insanlığa faydalı olsun. 1978’de son model Mercedes almıştım kendisine. Nedeni bununla sohbetlere gitsin istedim kimseden bir şey almadan sırf lillah için bunu yapsın istedim. Allah niyetimi biliyor. O dönemde dindarlar genelde fakir fukara idi ve çok hakir görülüyordu. O nedenle bunu da kırmak istedim.
Hatta hiç unutmam bazı bu gibi âlim insanların önüne onları hakir göstermek istercesine önlerine içki koyduklarını gördüm. Yani onlarla dalga geçmek için. Bana birçok insan bu yüzden sitem etmişti. “Bu çocuğu neden mekteplerde okutmuyorsun, iyi bir iş adamı yapmıyorsun?” dediler. Bir defasında bakan geldi evime sadece bunu okutmamı bana söylemek için. Ama dediğim gibi ben böyle yetişmesini istiyordum ve benim arzuladığımdan çok daha iyi yetişmiş oldu. Ben o yüzden çok mutluyum ve Allahın bize bahşettiği bu duruma hep şükrediyorum.

Ve bunu yaparken de tek isteğimiz Allah’ın rızasını kazanmaktır. Hem sürekli dua ediyorum Allah bizi riyadan ve gösterişten uzak tutsun. Maddeten çok imkânlara da sahiptik ama bu olaylardan sonra onların çoğunu da kaybettik birçoğuna da el koydular. Ama şimdi Elhamdülillah çok daha huzurluyuz. Daha mutluyuz.

Size bir şey daha sormak istiyorum. Şu bir gerçek ki, Ahmet hoca artık Risale-i Nur’u da keşfetmiş oldu. Onu da okumaya başladı, zaten derya kadar derin ilmi var. Bundan sonra kimse onu tutamaz. Bana göre bu son radyo konuşmasında da farklı bir Cübbeli vardı. Siz de aynı düşüncede misiniz?

Evet, sanırım bundan sonra farklı olacaktır. Bu gelişme şöyle başladı. Son zamanlarda kendisine Üstad hakkında çok soru sormaya başladılar. Türkiye’nin her yerinden, özellikle Erzurum’dan sualler geliyordu. Bu sualler gelince ben de kulak misafiri oluyorum. Risale-i Nurlarla ilgili olarak, “Şurda sakatlık var, burada eksiklik var, şurası yanlış” diyorlardı. O da onlara “ben tetkik etmedim o nedenle bir şey söyleyemem” diyordu. Sonra Fatih Altaylı’nın Teke Tek programındaki konuşmasında da aynı şeyleri sorunca o kendisine gelen bilgilerden, yani bir nevi kulaktan duyma şeylerle cevap vermişti. Ama daha sonra tetkik etti ve doğru bir şekilde cevaplamaya başladı. İnşallah arkası da gelecek…

Röportaj Haberleri