İsrafın neticesi olarak hırs

Afife ARTIK

İktisat risalesi yazıları - 3

İktisat, kanaat ve şükür nasıl birbirini besliyor ve birbirini netice veriyorsa, israf da hırsı netice veriyor. Şükürsüzlüğü gösteren ölçülerden biri israf ise, diğeri de hırstır. Mahrumiyetin sebebi olan hırs geniş alemde de gayet elim neticeler vermiş hatta büyük dünya savaşlarına sebep olmuştur.

Hırsı harekete getiren ise kuvvet ve zekadır. “Ekseriyetçe sebeb-i hüsran olan hırsı tahrik eden iktidar ve ihtiyar ve zekâvet, bir kısım büyük ediplerde o edipleri bir nevi dilenciliğe kadar sevk ettiği gibi, zekâvetsiz, kaba, çok âmî adamların tevekkülvâri iktidarsızlıkları dahi onları zenginliğe îsal etmesi…” (Şualar 173 Envar N.)

Kulluğun esasında acz ve fakrını anlamak varken hısrın arkasında ise, kendini muktedir görmek ve eldekine kanaat etmeyip hep daha fazlasına talip olmak vardır. Hırsı netice veren israf ise, Kur’an –ı Kerim’de çok yerlerde hep haddi aşmak, azmak ve yoldan çıkmak manalarında kullanılmış. Haddi aşan kavimlerden hep “müsrifler” olarak tabir edilmiş. Yani; “müsrifin ve müsrifûn” kelimeleri ile.

Kanaat etmek, daha iyisi için çalışmayı engelleyen bir durum da değildir. Çünkü kanaat neticededir. Kendi teşebbüsü konusunda elden geleni yapmak ama neticesine kanaat etmek esastır. Daha işin başında iken, olabilecek neticeleri gözden geçirip de ‘bu netice için bu kadar çalışmaya değer mi’ gibi bir psikolojiye girmek haddi aşmaktır. Çünkü biz çalışıp gayret etmek ile mükellefiz, netice ise Allah’ın elindedir. Bir işe başlarken bizi şevke getirecek, harekete geçirecek bir hedef bir gaye vardır ve olmalıdır da fakat gözümüzü neticeye dikmek vazifemizde tembellik etmek anlamına gelebilir. Zira biz üzerimize düşen vazifeyi yerine getirmek yani; günlük tabiri ile sürece odaklanmak durumundayızdır.

İnsanda hırs öyle büyük tahribata sabep olabilecek bir damar ki; ahirzamanın dehşetli tahripkar şahsı da insanların o damarını tahrik ederek çok mukaddesatı feda ettiriyor.

“Rivâyette var ki: “Âhirzamanın eşhas-ı mühimmesinden olan Süfyan’ın eli delinecek.”

Allahua’lem, bunun bir te’vili şudur ki: Sefahet ve lehviyat için gâyet israf ile elinde mal durmaz, israfata akar. Dârb-ı meselde deniliyor ki, “Filan adamın eli deliktir.” Yâni çok müsriftir.

İşte, “Süfyan israfı teşvik etmekle, şiddetli bir hırs ve tamâ’ı uyandırarak insanların o zaîf damarlarını tutup kendine musahhar eder.” diye bu hadîs ihtar ediyor. “İsraf eden ona esir olur, onun dâmına düşer.” diye haber verir.” (Şualar 583)

Bu asırda geçim derdinin şiddetlenmesinin altında da israf, hırs ve kanaatsizlik yatıyor.

“Evet, insaniyetin yaşamak damarı ve hıfz-ı hayat cihazı, bu asırda israfatla ve iktisatsızlık ve kanaatsizlik ve hırs yüzünden bereketin kalkmasıyla ve fakr u zaruret, maişet ziyadeleşmesiyle o derece o damar yaralanmış ve şerait-i hayatın ağırlaşmasıyla o derece zedelenmiş ve mütemadiyen ehl-i dalâlet nazar-ı dikkati şu hayata celb ede ede o derece nazar-ı dikkati kendine celb etmiş ki, ednâ bir hâcât-ı hayatiyeyi büyük bir mesele-i diniyeye tercih ettiriyor.” (Kastamonu Lahikası 105)

Bu asrın bu hastalığı adeta dindar bile olsa tüm insanları tesiri altına almış. Evvela dünya geliyor her zaman. Evet dindarız ama evladımızın ahiretinden önce dünyasını düşünür olmuşuz. Dinin emirleri ile dünya hayatının zaruretleri - yani dayatmaları – çatıştığında tercihimiz genellikle dünyadan yana olabiliyor. Bundan evvelki asırlarda da dünyayı ahirete tercih edenler olmuş elbette ama kahir ekseriyeti ahireti bilmeyenler imiş. Bu asırda ise ahireti bildiği halde, severek ve isteyerek dünyayı ahirete tercih etmek gibi acib bir hastalık baş gösretmiş. Risale-i Nur elbette bu hastalığı teşhis etmekle kalmamış, nasıl korunabileceğimizi de göstermiş:

“Bu acip asrın bu acip hastalığına ve dehşetli marazına karşı Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın tiryak misâl ilâçlarının nâşiri olan Risale-i Nur dayanabilir; ve onun metîn, sarsılmaz, sebatkâr, hâlis, sadık, fedakâr şakirtleri mukavemet edebilir. Öyleyse, herşeyden evvel onun dairesine girmeli, sadakatle, tam metanet ve ciddî ihlâs ve tam itimadla ona yapışmak lâzım ki, o acip hastalığın tesirinden kurtulsun.”

Demek Risaleleri okumak ya da onun ilmî ve Kuranî hakikatlerinden istifade etmek yeterli değil, dairesine gitmek, hem de sadakat, tam metanet, ciddi ihlas ve tam itimadla ona yapışmak gerekiyor. Ciddi ihlasın olabilmesi ise elbette riyaya sebep olan şeylerden uzak durmayı gerektirir. Ve hırsın bir vahim neticesi de riyaya sebep olmak ile ihlası kırmasıdır.“Hırs, ihlası kırar, amel-i uhreviyi zedeler. Çünkü; bir ehl-i takvanın hırsı varsa, teveccüh-ü nası ister. Taveccüh-ü nasımüraat eden, ihlas-ı tammı bulamaz. Bu netice çok ehemmiyetli, çok cay-ı dikattir.” (İktisat Risalesi Yedinci Nükte)

Demek hırs öyle bir damar ki takva ehlinde bile hükmünü icra edebiliyor ve tam ihlastan alıkoyuyor. Dünya malına talip olmak ve hırsla istemek kadar, insanların nazarında mevki kazanmayı istemek de şeytanın insanı aldatmak için kullanmaya can attığı ve kullanımına müsait vasıflardan biri.

Ahirete ait işlerde hırs ve kanaatsizlik olsa iyi olmaz mı? daha çok çalışmaya sevk etmez mi? cevabı Risaleden dinleyelim: “Gerçi umur-u uhreviyede hırs ve kanaatsizlik bir cihette makbuldür. Fakat mesleğimizde ve hizmetimizde, bazı ârızalarla, inkisar-ı hayalcihetiyle, şükür yerine, meyusiyetle şekvâ etmeye sebep olur; belki de hizmetten vazgeçer. Onun için, mesleğimizde kanaat, daima şükrü ve metaneti ve sebatı netice verdiği için, ihlâs dairesinde, hizmet noktasında çok hırs ve kanaatsizlik gösterdiğimiz halde, neticelerine ve semeratına karşı kanaatle mükellefiz.Meselâ, Risale-i Nur hizmetiyle Isparta ve civarında binler ehl-i imana fevkalâde kuvvet-i imaniyeyi temin etmek olan bu netice, bizim fevkalâde hizmetimize kâfidir. On kutup derecesinde biri çıksa, bin adamı derece-i velâyete sevk etse, yine bu neticeyi aşağıya düşürtmez. Nurun hakikî şakirtleri, bu gibi neticelere kanaat ediyorlar. O büyük kutbun müridlerinin kanaat-i kalbiyelerini temin eden üstadlarının fevkalâde makamı ve meselelerde hükümleri yerine, Risale-i Nur’un sarsılmaz hüccetleri, o müridlerinin kanaatlerinden çok ziyade şakirtlerine kanaat verdiği gibi, bu hâlet ve itikad başkasına da sirayet eder, menfaat verir. O müridlerin kanaati ise, hususî ve şahsî kalır.” (Emirdağ-1 s.90-91 Envar N.)

“Ey sevaba hırslı ve a’mâl-i uhreviyeye kanaatsiz insan! Bazı peygamberler gelmişler ki, mahdut birkaç kişiden başka ittibâ edenler olmadığı halde, yine o peygamberlik vazife-i kudsiyesinin hadsiz ücretini almışlar. Demek hüner, kesret-i etbâ’ ile değildir. Belki hüner, rıza-yı İlâhîyi kazanmakladır. Sen neci oluyorsun ki, böyle hırsla "Herkes beni dinlesin?" diye, vazifeni unutup vazife-i İlâhiyeye karışıyorsun? Kabul ettirmek, senin etrafına halkı toplamak Cenâb-ı Hakkın vazifesidir. Vazifeni yap, Allah’ın vazifesine karışma.” (Yirminci Lem’a – Üçüncü Sebep)

Sevaba karşı gösterilen hırsın bir başka tehlikesi de ben sevap alayım, insanlar hak ve hakikati benden işitsinler telaşesine kapılıp kardeşlerinin önüne geçme gayreti içinde olmasıdır. Şüphesiz Allah yolunda hizmet etmek çok makbul ve sevaba medardır fakat insanlar başkasından değil benden alsınlar gibi bir hırsa kapılmak din kardeşleri arasındaki birliği zedeleyecektir. Kendisine tâbi olunan olmaktan ise, tâbi olan olmak daha selametlidir. Önde gitmek şerefini bir kardeşine vermek elbette ihlası etemme yol açar.

Risale-i Nur yolunun dört hatvesinden ikincisi de hizmette önde, ücrette arkada olmaktır. Bu hatve, insandaki çok cihazat ve his gibi hırsını da eğitmekte. Hırsı olan kişi ne yapacak? Bu hırsını hizmet etmek noktasına kanalize edecek. Dokuzuncu Mektupdaîzah edildiği gibi insanda pek çok hisler var ve bunların terki mümkün olmayabiliyor. Bu durumda yapılabilecek en makul iş, onların yüzünü menfiden müspete çevirmektir. Şiddetli hırs duygusunun bu dünya için olamayacağı açıktır zira hırsla dünyanın tümünü de ele geçirse veya dünya üzerindeki tüm insanların taktirini de alsa, bunu ancak kabre kadar taşıyabilir. Halbuki yolculuğun asıl uzun kısmı kabirden sonra başlayacak. Kabre kadarki süreç bir gün uzunluğunda olsa, kabirden ebedî mekanına kadar iki aylık yol var. Bir günlük fayda veren ama iki aylık çetin yolda değil menfaat şiddetli zarar ve çok ağır, taşımaya takat yetmeyecek yüklere dönüşen şeyleri elde etmeye çalışmak akıllı insanın işi midir?

Demek hırsımızı kontrol altına almak, bizim vazifeli olduğumuz kısma yani Allah’ın koyduğu kanunlara uyarak çalışmakla bir fiili dua etme işine yöneltmek demek. Eğer neticeler olan, bize ait olmayıp Allah’ın ihsanı kısma yöneltirsek hasâret ve mahrumiyetten gayrısı değildir elimize geçecek. Bu durum haddi aşmaktır, zira her işin başlangıcı cüz-i ihtiyariye bakar neticesi ise Allah’ın taktiridir. Nasıl ki sebepler müsebeplerin yaratıcısı değil, benim girişimim ve gayretim, çabam da neticenin kayyumu olamaz. Bizden sual ve dua, Allah’tan ihsan ve neticeler. Bu durumda duasını etmediğimiz, talep ve ihtiyaç ile tazarru ve niyazda bulunmadığımız ya da tekvini kanunlara uygun bir şekilde şartlarını yerine getirmediğimiz şeyler için de “neden bana verilmedi” gibi bir sorgulamanın da haddimiz olmadığının bilincinde oluruz.

Hırsla değil, tevekkül ve kannat ile istemenin saadetine erenlerden olma duasıyla…

İlk yorum yazan siz olun
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.