İslâmi bir üniversite projesi: Medresetü’z-Zehrâ

İdris TÜZÜN

Üstad Bediüzzaman, 1898 tarihinde Van valisinin konağında misafirken gazetede okuduğu bir haber, onun hayatında bir dönüm noktası oldu. Gazetenin haberine göre; İngiltere sömürgeler bakanı Gladston, avam kamarasında yapdığı bir konuşmada elinde tuttuğu Kur’ân’ı göstererek “Bu Kur’ân Müslümanların elinde olduğu müddetçe biz onlara hâkim olamayız. Ya bu Kur’ân’ı onların elinden almalıyız yahut Müslümanları Kur’ân’dan soğutmalıyız” diyordu.

Bu haber Üstad Bediüzzaman’ın ruhunda fevkalade bir tesir meydana getirdi. “Kur’ân’ın sönmez ve söndürülmez mânevî bir güneş olduğunu, ben dünyaya ispat edeceğim” diye karar verdi ve hayatını bu iddiasını ispat etmeye adadı.

Avrupa’nın Osmanlı’yı, dolayısıyla İslâm’ı ortadan kaldırmak düşüncesine karşılık Üstad Bediüzzaman’ın düşündüğü çare, çağın ihtiyaçlarına uygun, Müslümanları fikren ilmen Batı karşısında üstün konuma getirecek kuvvetli bir eğitimi gerçekleştirmekti. Bu düşünceden hareketle Doğu Anadolu’da üç eğitim kurumu olan medrese, tekke ve mektebi bünyesinde barındıran, kendisinin “Medresetü’z-Zehrâ” ismini verdiği İslâmî bir üniversitenin kurulması gerektiği fikrini benimsedi.

Onun bu üniversite düşüncesini proje dönemi, kısmen uygulama dönemi ve gelecekte maddeten uygulama dönemi olmak üzere üç kısımda ele almak mümkündür. Burada bu üç devrenin safhalarını kısaca gözden geçirmek istiyoruz.

1. Medresetü’z-Zehrâ’nın Proje Dönemi

Üstad Bediüzzaman, Medresetü’z-Zehrâ Üniversitesi’nde üç şeyi gerçekleştirmek istiyordu:

a. Dini İlimlerle Fen İlimlerini Mezc: Tanzimattan sonra kurulan Avrupai tarz mekteplerde okuyan gençler, materyalist bir altyapıya oturtulmuş fenlerin tesiriyle itikadi yönden şüphelere düşüyorlar veya küfre gidiyorlardı. Medreselerde ise taassup yüzünden fenlerin ispat ettikleri şeyler bile şüpheyle karşılanabiliyor, red ediliyor veya bazen bu fenlerle meşgul olanlar tekfir edilebiliyordu. Üstad Bediüzzaman, bu iki kurum arasındaki ihtilafı kaldırmak için dini ilimlerle, fen ilimlerlerinin imtizacını zaruri gördü. Bu imtizac sayesinde medrese ve mektep arasındaki düşmanlığı kaldırmak, iki tarafında eksiklerini izale etmek, zenginliklerini ise paylaştırmak istiyordu. Bu konuda şöyle diyordu: “Vicdanın ışığı, dîni ilimlerdir. Aklın nuru, medeniyet fenleridir. İkisinin birleşmesiyle hakikat tecellî eder (ortaya çıkar). O iki kanat ile talebenin himmeti pervaz eder. Ayrıldıkları vakit, birincisinde taassup, ikincisinde hile, şüphe ortaya çıkar.” (Münazarat)

b. Tekke ve Medreseyi Birleştirme: İslâm’ın ilk dönemlerinden itibaren Müslüman toplumlarda medrese ve tekke iki eğitim kurumu olarak faaliyet göstermişlerdir. Bu iki kurum yüzyıllar boyunca uyum içinde hareket etmişlerse de zaman zaman ihtilaf ettikleri, birbirlerine düşman oldukları zamanlarda olmuştu. Osmanlı’nın son döneminde de bu ihtilaflar oluyor ve bu durum Müslümanlar arasındaki birlik ve beraberliği zedeleyici bir hal alıyordu. Üstad “Medresetü’z-Zehrâ” üniversitesinde fen ilimleriyle dini ilimleri birleştirmenin yanında, Medrese ile tekkeyi de birleştirmek istiyordu. Münazarat risalesinin sonunda “Medresetü’z-Zehrâ”nın medrese ve mektep olduğu gibi, tekke özelliğini de taşıyacağını, bu üç kurumun bir çatı altında barışmalarıyla, birbirinden istifade edeceklerini” söyler. (Münazarat)

c. İttihad-ı İslâm: Üstadın bir amacı da, Arabistan, Hindistan, İran, Kafkas, Türkistan gibi bütün İslâm ülkelerinden bu medreseye talebeler celbederek, Müslümanlar arasındaki birlik ve beraberliği inkişaf ettirmekti. Bu konuda şöyle der: “Câmiü’l-Ezher Afrika’da bir medrese-i umumiye olduğu gibi, Asya, Afrika’dan ne kadar büyük ise, daha büyük bir darülfünun, bir İslâm üniversitesi Asya’da lâzımdır. ta ki İslâm kavimlerini, meselâ: Arabistan, Hindistan, İran, Kafkas, Türkistan, Kürdistan’daki milletleri, menfi ırkçılık ifsat etmesin. Hakikî, müsbet ve kudsî ve umumî milliyet-i hakikiye olan İslâmiyet milliyeti ile Kur’ânın اِنَّمَا اْلمُؤْمِنُونَ اِخْوَةٌMü’minler kardeştir” kanun-u esasîsi tam inkişafa mazhar olsun.” (Emirdağ Lahikası)

Üstad Bediüzzaman, projesini gerçekleştirmek için Sultan Abdülhamid’e yaptığı müracaattan netice alamadı. Fakat Meşrutiyet döneminde tahta geçen Sultan Reşad bu üniversiteye taraftar oldu ve destekledi. Medresetü’z-Zehrâ üniversitesinin Van’da temelleri atıldı, fakat Birinci Dünya Savaşı’nın çıkmasıyla bu teşebbüs yarım kaldı. Kurtuluş Savaşı yıllarında bu proje tekrar gündeme geldi. Ankara’da kurulan yeni devletin 200 meb’usundan 163’ü bu üniversitenin kurulması için destek verdi. Fakat bunu tahakkuk ettirmek yine mümkün olmadı, medreseler kapatıldı.

2. Medresetü’z-Zehrâ’nın Manevi Üniversite Olarak Ortaya Çıkışı

Üstad Bediüzzaman, 1926 yılında sürgün olarak gönderildiği Isparta’nın Barla köyünde, kelâm ilminde bir tecdid sayılan Risâle-i Nûr Külliyatının 2/3’ünü telif etti. Bu risalelerle Üstad, Medresetü’z-Zehrâ Üniversitesi’nde yapmak istediği şeyleri kısmen gerçekleştirdi, diyebiliriz. Şöyle ki:

Medreselerde okutulan Kelâm ilmi imanî konuları aklen ispat ediyor, fakat marifetullah üzerinde durmuyordu. Tasavvuf ise kelâm ilminin aksine, kalp ayağıyla hareket ediyor; marifetullah üzerinde duruyor, fakat Allah’ın varlığını ispat etme üzerinde durmuyordu. Risâle-i Nûr ise akıl ve kalbi birleştirmiş, imanî konuları aklen güçlü delillerle ispat etmiş, aynı zamanda marifetullah ve muhabbetullah konuları üzerinde durmuştur. Bu yönüyle Üstad, Kelâm ilmi ile tasavvufu birleştiren bir yol takip etmiştir diyebiliriz. O bu konuda şöyle der: “Risâle-i Nûr, diğer âlimlerin eserleri gibi, yalnız aklın ayağı ve nazarıyla ders vermez ve evliya gibi yalnız kalbin keşf ü zevkiyle hareket etmiyor; belki akıl ve kalbin ittihad ve imtizacı ve ruh ve sair latifelerin, duyguların yardımıyla hareket ederek en yükseklere uçar; taarruz eden felsefenin değil ayağı, belki gözü yetişmediği yerlere çıkar; hakaik-i imaniyeyi kör gözüne de gösterir.” (Sikke-i Tasdiki Gaybi Mecmuası)

Üstad, imanî konuları ele alırken, delillerini daima müsbet fenlerin üzerinde durduğu yıldızlardan, atmosferden, rüzgardan, yağmurdan, hayvan ve bitkilerden getiriyordu. Bu yönüyle Üstadın müsbet fenlerle dini ilimleri mezc ettiğini söyleyebiliriz.

Hülasa; Risaleler imanî konuları ispat etmeleri cihetiyle Kelâm’la (medreseyle); marifetullah ve muhabbetullahı kazandırması itibarıyla tasavvufla (tekkeyle); delillerini dış âlemden, bitkilerden, hayvanlardan getirmesi itibarıyla da fen ilimleriyle (mekteple) irtibatlıdır.

Üstad Bediüzzaman, bu üç kurumu birleştiren risaleler telif etmekle de yetinmedi. Yazdığı risaleleri bütün yurt çapına yaymayı ve etrafına bir talebe kitlesi toplamayı da başardı. Kendisine talebe olmak isteyenlere “Yazmak, yazdırmak ve risaleleri toplumda yaygınlaştırmak” şartını koşuyordu. Yine risalelerde bu zamanın “cemaat zamanı” olduğunu telkin ederek, risaleler etrafında cemaatleşmeye -şahs-ı manevi teşkil etmeye- teşvik ediyordu. Isparta’da onun etrafına toplanan fedakar talebeleri risaleleri yazıyorlar, yazanları çoğaltıyorlar ve bütün Anadolu’ya risaleleri ulaştırıyorlardı. 1926 yılında başlayan nur faaliyeti, o devirdeki büyük baskılara, hapislere, sürgünlere, zorluklara rağmen 1945’lere gelindiğinde mahkeme savcılarının iddialarına göre 500 bin rakamına ulaşmıştı.

Üstad, tasavvur ettiği üniversiteyi bir bina olarak kuramamış, fakat telif ettiği Risâle-i Nûr’ların etrafında oluşan talebeleriyle, Isparta’da manevi bir üniversite kurmayı başarmıştır. Üstad bazı mektuplarında “Cenab-ı Hakkın inayetiyle Barla’nın bir kürsü olup, Isparta’nın bir Medresetü’z-Zehrâ, bir Câmiü’l-Ezher haline geldiğini, hatta pek çok vilayetin birer medrese haline dönüştüğünü” söyleyerek şükreder, talebelerine de çoklukla “Medreset’üz Zehrâ erkanları” diye hitap eder. Bu konuda bazı ifadeleri şöyle:

“Münazarat Risalesi’nin ruhu ve esası hükmünde olan, hâtimesindeki Medresetü’z-Zehrâ hakikati, istikbalde çıkacak olan Risâle-i Nûr’a bir beşik, bir zemin ihzar etmek idi ki; bilmediği [halde], ihtiyarsız olarak ona sevkolunuyordu. Bir hiss-i kable’l-vuku’ ile o nuranî hakikati, bir maddî surette arıyordu. (...) Cenab-ı Erhamürrâhimîn o medresenin manevî hüviyetini Isparta vilayetinde tesis eyledi, Risâle-i Nûr’u tecessüm ettirdi. (Kastamonu Lahikası)

“Aziz, sıddık kardeşlerim, Cenab-ı Hakk’a yüz bin şükür ediyoruz ki, elli beş sene bir gaye-i hayalim ve hayatımın bir neticesi olan Medresetü’z-Zehrâ’nın mânevî hakikatini siz, Medresetü’z-Zehrâ erkânları tamamıyla gösteriyorsunuz.”

Üstad, her ne kadar Isparta’nın bir “Medresetü’z Zehrâ” olduğunu söylese de, Medresetü’z-Zehrâ’nın maddi olarak tesisinden vazgeçmiş de değildi. Bazı mektuplarında Medresetü’z-Zehrâ’nın bir üniversite olarak inşa edilmesini talebelerine vasiyet ediyordu. Bu konuda bazı ifadeleri şöyle:

Ey üçyüz senesinden sonraki yüksek asrın arkasında gizlenmiş, sessizce benim sözümü dinleyen ve gaybî gizli bir nazar ile beni temaşa eden (Saidler, Hamzalar, Ömerler, Osmanlar, Yusuflar, Ahmedler v.s.) size hitab ediyorum:

Tarih denilen mazi derelerinden sizin yüksek istikbalinize uzanan telsiz telgraf ile sizin ile konuşuyorum. Ne yapayım acele ettim, kışta geldim. Siz inşâallah cennet-âsâ bir baharda geleceksiniz. Şimdi ekilen nur tohumları, sizin zemininizde çiçek açacaklar. Sizden şunu rica ediyorum ki, mazi kıt’asına geçmek için geldiğiniz vakit mezarıma uğrayınız. O çiçeklerin birkaç tanesini mezar taşı denilen, kemiklerimi misafir eden toprağın kapıcısının başına takınız.

Üstad, konuşmasındaki çiçekten kastın “Medresetü’z-Zehrâ” olduğunu şöyle izah eder: Yani (...) Ey yüz sene sonra gelenler! Şu (Van) kal’a(sı)nın başında bir Medrese-i Nuriye çiçeğini yapınız. Cismen dirilmemiş, fakat ruhen bâki ve geniş bir heyette yaşayan Medresetü’z-Zehrâ’yı cismanî bir surette bina ediniz, demektir. (Emirdağ Lahikası) İnşaallah istikbalde Risâle-i Nûr şakirtleri o âli hakikatin maddî suretini de tesis etmeye muvaffak olacaklar. (Kastamonu Lahikası)

3. Günümüz ve Medresetü’z-Zehrâ Projesi

Üstad, Bediüzzaman’ın Medresetü’z-Zehrâ projesi üzerinden yüz yıl geçmiş olduğu halde, bu proje güncelliğini, tazeliğini, ehemmiyetini hala muhafaza etmektedir. İslâm ülkeleri başta olmak üzere –doğusuyla, batısıyla- bütün dünya Üstad Bediüzzaman’ın bu projesine muhtaç bir durumdadır. Şöyle ki:

Batılı milletler inanç ve ahlaktan soyutlanmış seküler bir eğitimi benimsemişlerdir. Bu eğitimle de yalnızca siyasi ve ekonomik üstünlüğü hedeflemişler ve başarılı da olmuşlardır. Ne var ki, maddeye yapılan aşırı vurgu, duyguların göz ardı edilmesini netice vermiş ve bu milletler fert, aile ve toplum hayatında manevi (duygusal) büyük bir boşluğa düşmüşler, büyük sorunlarla karşılaşmışlardır.

Amerikalı yazar Daniel Goleman 1995’te yayınladığı “Duygusal Zekâ” kitabıyla bu sorunları su yüzüne çıkardı. Goleman, IQ’ya aşırı değer verip EQ (duygusal zeka)yı ihmal etmeleri yüzünden, Amerikan toplumunun bugün sosyal problemlerle karşı karşıya olduğunu ortaya koydu. Goleman’a göre duyguyu ihmal eden bugünkü eğitim dengesiz kişileri ve dengesiz bir toplumu netice vermiştir. Günümüzde, geçen yirmi yıla nisbetle Amerikan toplumunda şiddet, cinayet, tecavüz, zührevi hastalıklar, depresyon, boşanma ve intihar olaylarında büyük oranlarda artış olmuştur. Eğer bu duruma önlem alınamazsa ileride daha büyük karışıklıklar ortaya çıkacaktır. Goleman, bu sorunlara ancak okullara duygusal eğitimin yerleştirilmesiyle çare bulunabileceğini söylüyor. Kitabının giriş kısmını da şu anlamlı soruyla bitiriyor: “Duygularımızı akılla nasıl birleştirebiliriz? Sokaklarımıza nezaketi toplumsal yaşamımıza şefkati nasıl taşıyabiliriz?” (Daniel Goleman, Duygusal Zeka, Varlık y. İst. 3. baskı. 1998. s. 13, 289-290).

Goleman’ın tesbitleri her ne kadar Amerikan toplumuyla ilgiliyse de, diğer Batılı ve Doğulu milletlerin de onlardan farkı yoktur.

Üstad Bediüzzaman’ın kısaca “Dini ilimlerle, fen ilimlerini mezc” şeklinde teklif ettiği eğitim tarzı benimsenmediği takdirde, İslâm ülkelerinin de Batılı ülkelerin de geleceği pek parlak görünmüyor. Garaudy “İslâm ve İnsanlığın Geleceği” kitabında bütün dünya milletlerine şöyle seslenir: “Dinleri, inançları ne olursa olsun, dünyamızda binlerce erkek ve kadın, eğer geleceklerini seviyorlarsa bilsinler ki, Batı medeniyyeti iflas etmiştir. Eğer bu medeniyyetin akıntısına kendimizi bırakacak olursak, o bizi toplu bir intihara sürükleyecektir.” (Roger Garaudy, İslâm ve İnsanlığın Geleceği, Pınar y. 1990, s. 27.)

Komünizm ve kapitalizmin iflas ettiği günümüz dünyasında, İslâm bütün dünya için bir alternatif olma özelliği taşımaktadır. Alman Müslüman Dr. Murad Hofmann “İslâm: Gerçek Alternatif” kitabında “İslâm Batı toplumuna kendisini sadece bir alternatif olarak görmemektedir. O tek alternatiftir.” der.

Umarız dünya bu tek alternatife kulak verir.

Yorum Yap
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
Yorumlar (5)
Yükleniyor ...
Yükleme hatalı.