İnsan çözümlemeleri

Caner KUTLU

(Bediüzzaman'da İnsan çözümlemeleri konulu seminer notlarıdır.)

İnsanı anlamaya yıldızlardan mı başlamalı?

Yıldızları anlamak büyük hikmete ulaşmak için önemlidir... Zira, insanın tohumları olan maddesi yıldızlardan gelmiştir. Oradan insana dönmek ise kainatı tamamlamak demektir. Sonrası için, insanın batınındaki yolculuk herşeyi çözebilecek anahtarı taşıyacaktır.

İnsan için bütün parçalarıyla kainatın birleşik olarak yapılması gerekiyor. Yalnızca görünen evren, madde değil; ruhlar alemleri, yokluk alemleri ve pekçok alemler de gerekiyor. Hatta, ahiret alemleri gerekiyor ki, cennet ve cehennem de birlikte büyük bir kader gerekiyor.

İnsan büyük kader demektir.

İnsanın her birine bir alem verilmiştir. Bu alem içinde Halık'ın pekçok sırları vardır. Nuraniyet sırrıyla gerçek çoğaltılabilir. Şeffafiyetle kainatın bütününü içine alabilir. İntizam sırrınca bir küçük hareketle herşey harekete geçirilebilir. Muvazene sırrının içinde cüz'i bir irade ile kendi varlık ve yokluk alemlerini yer değiştirebilir.

**

İnsan Halikın nazlı, nazenin ve meraklı bir mahlukudur; "hem mülktür, hem memlüktür, hem de mülkünde çalıştırılır".

Bediüzzaman'ın Ayet'ül Kübra risalesinde sözünü ettiği meraklı yolcu olan insan, zihnin sınırlarının genişliğinde sayısız alemleri buluyor, geziyor, değiştiriyor; varlığını yolculuğuyla her yere gösteriyor... İnsan hafızasındaki 'ortak hafıza'yı kullanma yetisi sebebiyle zaman daha esnetilebiliyor, geçmiş gibi gelecek de zatındaki imkanlar sebebiyle daha şeffaf ve esnek hale gelebiliyor.

**

Ortak hafıza ortak kaygılar ortak emeller ve arzuları da taşıyor elbette.. ve bunların şiddetini arttırıyor. Örneğin, hiç ölmemek ya da yeni bir dünyaya tekrar doğmak... İnsanlar tekrar yıldızlara geri dönmek, bu şekilde tükenmeyecek bir ömrü yaşamak istiyor.

Bediüzzaman insan hayalinin hızını keşfettiğinden sıkça hayalinde yolculuk etmeyi tercih ediyor. Hayalinden soruyor: bin yıllık mesudane dünya saltanatı verilse ve fakat sonu yokluk olsa, yani bir yıldız gibi yaşasan, ömrün uzun ve parlak olsa?.. Hayalin hızı herşeyin son noktasını çabuk bulduğundan bin yılın sonuna ulaşıyor ve orada yokluğun korkutucu enerjisi karşısında insan fıtratının sesi olan vicdanı feryat ediyor: cehennem de olsa bitmeyecek bir hayat isterim, diyor...

İnsanın geleceği öngörmek ve hatta isteyebilme özelliği onu diğer varlıklardan ayırmıştır. Hatta meleklerin öngöremediği hikmetin peşinde insan koşabilmektedir. İrade-i cüz'iye insanın ortak hafızasıyla birleşerek büyük bir duayı üretmiştir: ne olur bitmesin...

Bu ilk insandan beri böyledir. İnsanın değişmeyen bir sözüdür: ne olur bitmesin!

**

İnsan içine döndükçe, her ilerleyişinde varlığın ve yokluğun alemlerine girip çıkıyor. Eşyanın ve olayların yaratılması esnasında insanın kendi yerini gösteren iradesi, meleklerin taşıdığı emri değiştiremiyor, ancak yeteneksizliği ve çomak sokması ile insan, yine verilen (kendinden olmayan) irade sebebiyle süreci bozabiliyor. Çünkü bir şeyin olması için varlığın görüntüsüne ulaşıncaya kadarki süreçler ve çoğu derinde ve perde perde yaratılan zeminlerde meleklerin aksi mümkün olmayan kesin itaati ile emrin iletiminden mükemmel bir sonucu getiriyor.

Bizim gördüğümüz (görüntü) neticenin bir parçasıdır... Mesela geçmiş ve gelecek.. köklerini ancak ortak hafıza ve zihinle tahmin edebiliriz. İrade bu noktada ilimle karışabilir. Dolayısıyla insanın kendi aleminde, varlığa düşen bir şeyde pek payı yoktur. Ancak, adem alemlerinin varlığı yok edebilme yeteneği, ki bu da bir bağlantının kesilmesiyle olabilecek bir şeydir; burada insanın iradesi ortaya çıkar, fesada yol açan varlığı ve yeteneksizliği ile perdeyi yırtar, melekleri de kendine şahit eder, günah olarak yazdırır.

Bilinç ile bakmak iman sayesinde bir sonuç verecektir... İmanın intisabı sayesinde insan bunu başarabilecektir. Geçmiş ve geleceğin aydınlanması.. "Allah yerlerin ve göklerin nurudur" ayetinin bir karşılığıdır.

Ortak hafızanın getirdikleriyle birlikte eşyaya ait malumat-ı cüziyeye sarılırsan yarım kalmışlık (çünkü ortak hafıza hala dolmaktadır) seni korkunun kollarına götürecektir... Çünkü boşluk veya eksikliği korku ile doldurabilirsin. Zulümat, karanlık korkunun mekanlarıdır.

İnsanı korkularından kurtaracak sadece Allah'ın nurudur. O'nun herşeyi açığa çıkaran nurudur.

Demek, emniyetin kaynağı imandır. Geçmiş ve geleceği Bilen ve bildirmesiyle bilinendir. İnsan zihninde zamanı genişleten imandır. Külli atin karib... Böyle insan için bütün bir gelecek yakın geçmiş gibidir.

**

"Demek şu meşhud saltanat-ı insaniyet ve terakkiyat-ı beşeriye ve kemalât-ı medeniyet; celb ile değil, galebe ile değil, cidal ile değil, belki ona onun za'fı için teshir edilmiş, onun aczi için ona muavenet edilmiş, onun fakrı için ona ihsan edilmiş, onun cehli için ona ilham edilmiş, onun ihtiyacı için ona ikram edilmiş. Ve o saltanatın sebebi, kuvvet ve iktidar-ı ilmî değil, belki şefkat ve re'fet-i Rabbaniye ve rahmet ve hikmet-i İlahiyedir ki; eşyayı ona teshir etmiştir."

İnsan medeniyetler kuruyor. Uzaktan bakınca, bunun için çok yardım aldığı görünüyor. Mesela Mısır'daki piramitlere, ya da Mayaların yaptıklarına bakınca, insanın çok üzerinde işler yaptığı görülüyor. Ve bunu tek başına (insan olarak) yapması imkansız gibi geliyor. Aynı şekilde, bugünkü medeniyete de uzaktan bakılacak olsa aynı şeyi söyleyeceğiz. Gerçekten insan yardım almadan bu kadar zayıflığıyla bunca şeyi yapması (ortak hafızaya rağmen) mümkün değil... Burada insanın hep korunduğu ve yardım aldığı apaçık ortaya çıkıyor.

Modern bilim mucize ve kerametleri yok sayıyor. Herşeyin sisteme körü körüne bağlı olduğunu varsayıyor. Halbuki ulaştığı nokta ortada hiçbir şeyi sabit bırakmıyor; herşeyin teorisini bulamıyor, sadece her şey her an değişiyor ve beklenmedik bir şey oluyor. Yani, son nokta: herşey bir mucize ve kerametin yollarında aşılanıyor. Her keşif bir keramet, her medeniyet bir peygamber mucizesidir.

İman ve tevekkül olmazsa insanın her olayı anlama ve çözme çabası nafile bir sorumluluk olarak ortaya çıkacaktır. Böylece insan: Süper hayvanlar... Bileşik cehalet... İnsan suretinde yürüyen ölüler... Dünyanın imarı için gönderilmiş beyinsizler... olup çıkıyor.

**

İnsan, ahsen-i takvimde yaratılmıştır; gözlerini açtığında, önce kendi mülkünde, zihninde kendi alemini inşa etmeye başlar.

Herşey hayal etmekle başlar. Hayal bir tasarıma dönüşmelidir. Büyük tasarımın insan zihninde yer etmesi ile insanın alemi şekillenir.

Tasarımdan mahrum kalan hayal bir safsatadır. Hayalde takılanlar hayalperest olurlar. Her hayal bir gerçekle patlatılır, bu alemler karanlık ve zindana mahkumdurlar.

Tasarım bir hayalin şekil alabilmesidir. Bu şekil bir aklın süzgecinden geçmelidir.

Aklın süzgecinden (ya da sürecinden) geçmeyen tasarım bir vesveseden öteye geçmez, burada kalan nasipsizdir. Zatında bulunmayan bir niteliğin ortaya çıkışı bir ihtimal dahili değildir.

Aklın sürecinden bir tasdikle çıkmalıdır. Tasdik olmazsa akıl tarafsızlıkta kalır. Allah'ın yazdıkları (kainat ve kur'an) bîtarafane muhakeme edilemez, anlaşılamaz.

Akıl, hakikatin kabulüyle tasdik olur. İspat imanın bir rüknüdür. Huzurlu bir ispat için, tasdik bir iz'ana yükselmelidir. Allah'ı bilmek, varlığını bilmenin gayrıdır.

İz'an bir yaklaşımdır, alemin her noktasında yaşamak, bulmaktır. Tasavvuftur. Ulaşılacak yollar bulmaktır.

İltizam, iz'anın alemin tümünde icraatını bulmaktır. Taraftarlıktır. Şeriattır. Yalnız kalırsa, durdukça taassuba dönüşür.

Nihayet, insan alemini 'yerlerin ve göklerin nuru' ile ışıklandıran itikaddır. "İtikadın başkadır, iltizamın başkadır. Herbirinden çıkar bir hâlet. Salâbet itikaddan" der Bediüzzaman. İmansız İslamiyet medar-ı necat değildir. Bunları tamamlarsa insan, insan olur, Marifetullah'a ulaşır.

Evet, iman insanı insan eder, belki insanı sultan eder. Kendi aleminin hususi sultanı olur, o alem ahirette hakiki cennete dönüşür, bitmeyecek bir hayat verilir ve ru'yet-i Cemalullaha layık olarak, ala-i illiyyine ulaşmış olur.

Ayette emredilen insan basamakları (esfel-i safilinden a'lay-ı illiyyine), ilim vasıtasıyla, bu şekilde de okunabilir.

**

İnsanın iki fonksiyonu vardır: ilimle iman yani marifetullah, ve de dua yani ibadet...

Allah'ın saltanatında olduğu gibi işlerinde de şeriksiz olduğunun ispatı: her insanın O'na doğrudan ulaşabilmesi ve isteyebilmesidir. İnsan için Allah'la ilişkinin perdesiz olması O'nun şeriksiz olduğunu, her isteyen kulun zaman ve mekan ve eşya ve başka bir insan basamakları olmadan ulaşmasını mümkün kılıyor.

Bu sayede insan, rıza makamına kadar çıkabiliyor, Halilullah ve nihayet Habibullah olabiliyor. Demek ki perdeler aslında birer örtüdür, örtü şeffaftır, hikmettir. İnsan için hikmet aydınlatıcı lambadır, ardını daha da gerçekçi bir gölgeyle tanıtabilir.

Karanlık perdeler ise yokluk alemlerinin gölgelerinin gezindiği yerlerdir. İnsan için en tehlikelisi küfür perdesidir. Küfür bütün alemi örten (kat-ı intisabtan ibaret) mutlak yok bir perdedir.

Sonra, küfre açılabilen perdeler vardır, meselâ biri ülfet perdesidir. Ülfet perdesi kalınlaştıkça yokluğa ve nihayet küfre, (tabiat bir puttur) inceldikçe hayata ve imana yaklaşır.

İnsan gözü başta.. aklı, ruhu, vicdanı diğer duyguları farklı perdelerden takmıştır. İnsanın bir perdesi de nefsidir. Diğeri benliğidir.

**

Benlik bir perdeden öte, bol çizgili bir eskiz çalışmasıdır, insan zihninde ürettiği... Varolduğu kabul edilir, bu ön kabul bir hakikat yerine kullanılırsa yok olur; hakikat yerinde yok edilirse parlar.

Mesela insan kendi aleminde bir mimardır, ancak bu kainatın bütünüyle bir imarın parçası olduğunu anlamasıyla son bulur, hakikat büyük Mimar'ın gök kubbesi altında parlayabilir. Eğer insan kendinin imarını ve kainatın imarını çözemez ve saklanırsa mimarlığı bileşik bir cehalet olarak çöplüğe atılır.

Sonuç olarak: benliğin varlığı yokluğunda, yokluğu varlığındadır.

**

Ruh, ses demektir. İnsan, varlığın konuşmaya başlamasıdır. Dua insanın yüksek makamına geçmesidir. Dua vastasıyla insan bütün kainat adına ve temsilcisi olarak konuşmak ister, eşyayı arkasına alır. Na'budu vasıtasıyla söylediği sözler ile, yükseldiğini gösterir.

Dua kelimeleri, insanın dua dili, lisanın son mertebesidir. Hitap çiçeklerinin en mükemmeli, dilin tamamlanmış halidir. Eksiklerinin Hak dilince kapatılmış insan varlığının, nefes vermekle ruhun kendini ifade edişinin en mükemmel dizilmiş bütünüdür.

Dua, insanın bir yüksek tabakasının kainatın üzerinde yüzdürüldüğü soyut (hüsn-ü mücerred denilen) bostanının bülbülü olma halidir.

En yüksek şiir.. şiirin en yükseği dua dilinden söylenir. İnsanın değeri dua vasıtasıyla görünür; dua olmasa insanın değeri de olmaz.

**

Hayat yer değiştirmektir, hareketle yerine geçmektir. İnsan zulümden ayrı kalamaz. Çünkü hareketlidir, yer değiştirir, konumu sürekli farklılaşır; bu sebeple her bulunduğu yer ve zamanı paylaşmak ve yerine geçmek zorundadır. Bu yüzden sürekli bir rahatsızlık vermek, yerini almak, yok etmek, tahrip etmek durumundadır. Kendi olmayanı kullanmak, değiştirmek, dönüştürmekle yol alabilir, yaşayabilir.

Bir arı ve sinek kadar uyumlu ve faydalı olamaz. Ancak, bir dağdan veya fırtınadan daha çok zararlı olabilir. Yani, insan züccaciye dükkanına girmiş bir fil gibidir; varlığı ile ifsad eder, karıştırır, kırıp dökmeden hareket edemez.

İyilik ve sevapların Allah'ın fazlından, kötülük ve günahların insanın sebebiyle olması ortadayken, bunun tersinin düşünülmesinin getirdiği psikoloji ve pekçok olumsuz sonuçlar vardır. Yani, insanın her yaptığını sahiplenmesi ve hata ve eksikliklerini reddetmesi... Daha da ilerisi, kendi dışında yapılanları da kendine maletmesi... En büyük bir zulüm olarak, bir toplumun ya da milletin yaptıklarını bir kişiye malederek kendi başına zalimler üretmesi...

Kötülükleri millete, iyilikleri bir kişiye vermek... Bunun gibi, insanın icad yeteneği olmayan iradesini şişirip kontrol edilemez bir balona dönüştürmesi bir insan bozulmasıdır.

**

Psikoloji genel olarak, insanın madde vasıtasıyla varlığı anlama çabasında bir mertebedir, ancak aynı zamanda bir takıntı da olabilir. Psikoloji ile ilk kez, aklın, varlığın temelleriyle ilk buluştuğu yer olan, maddenin yokluktan varlığa geldiği anı tanımlama çabasında karşılaşılmıştır.

İnsan ruhu başka pekçok ruhları hisseder. Psikoloji denilen insanın maddenin içinde, dışında ve altı cihetindeki ruhları; meleklerin ve ruhanilerin varlığını hissetmesidir.

Psikolojiyi rahatlatan sözü Bediüzzaman başının ucundan hiç ayırmadığını söylediği bir levhada tekrarlar:
"Dost istersen Allah yeter. Evet, O dost ise her şey dosttur."
"Yârân istersen Kur’ân yeter. Evet, ondaki enbiya ve melâike ile hayalen görüşür ve vukuatlarını seyredip ünsiyet eder."
"Mal istersen kanaat yeter. Evet, kanaat eden iktisat eder; iktisat eden bereket bulur."
"Düşman istersen nefis yeter. Evet, kendini beğenen belâyı bulur, zahmete düşer; kendini beğenmeyen safâyı bulur, rahmete gider."

"Nasihat istersen ölüm yeter. Evet, ölümü düşünen, hubb-u dünyadan kurtulur ve âhiretine ciddî çalışır."

**

İnsan bir çekirdektir. Toprak altındadır. Eğer hava alemine çıkıp yaşayabilirse hakikati ortaya çıkacak, ağaç olacaktır. Burada iki çatışma yaşanır. Biri toprakta sürekliliği isteyen, insanın maddi yönünü, cismani tarafını temsil eden nefsidir. Nefis toprak altında kalmayı sürekliliğini bu şekilde korumayı ister ve bunun için çabalar.

Diğeri ruhudur; ruh ise hava almak ister, hava, hakikatin en tamam görünür olacak ortamıdır. Bunun için cisim zayıflarsa ruh serbest kalır. Ruh eğer cesede hükmederse onu da yükseltir, eğer cesed baskın gelirse ruhu toprak altında boğar.

İbadetin cesedi de eğitiyor olması cismaniyetin ruhun yükselişiyle birlikte anlamlı olacağını gösteriyor. Örneğin: oruç ibadeti cismaniyeti azaltırken ruhaniyeti yükseltiyor, insan varlığının sürekli beslenmeye dayalı olduğu; dışarıdan verilen, bağımlı bir varlığı olduğu gerçeğinin ortaya çıkması ile nefsin eğitilmesi şekliyle ruhun yükseltilmesi gerçekleşiyor...

Namaz gibi ibadetlerin bedenin hareketini içermesi, cennetle cismaniyetiyle ödül ve cezanın parçası olması, cismin dönüştürülmesi ve ruhla birlikte eğitimin parçası olması gerçeği ortaya çıkıyor.

**

Dışarıdan suretine bakabilir insan... Bir saray gibi seyreder. Evet yıldızdan, ateşten, ışıktan, karanlıktan.. iç içe birçok karanlıktan, nehirlerden, ağaçlardan, renklerin her tonundan... Maddenin her düzeyinden bir parça...

İnsan bir saraydır, ışığı ve karanlığı bolca içinde barındırır. 'Anne sütünden sadır olan karanlıklar' ile perde üstünde perde olan insan unsurları vardır.

Herşeyin üç yüzü vardır; insanın azalarının da... (Bu üç yüz: kendi yüzü, Allah'ın isimlerine bakan yüzü ve ahirete bakan yüzüdür; bunlardan birincisi karanlıktır.)

Örneğin dildeki tat alma duygusu bir kapıcıdır. Lezzetler, kapıcının bahşişleridir. Eğer kapıcıya her gelen için bir lezzet vermek gerekirse.. sonunda kapıcı sadece lezzetleri içeri sokmaya başlarsa...

Anne sütünden başlayan hayat lezzet sarhoşluğunda kapıcıyı kral yapar. İçeri girenler sadece onun adamlarıdır, saraydaki tek gündem lezzet avcılığıdır. Buradaki sohbetler kapıcının efendi olmasını kalbin, aklın ve ruhun etrafıyla birlikte bertaraf olmasını belli edecektir.

İnsandaki diğer zahiri ve batını duygular için de aynı senaryolar geçerlidir. Kollarındaki güç, nefsindeki şehvet, akıl, hafıza ve dimağ için de pekçok zıt senaryolar yazılabilir.

**

İnsan sarayına dışarıdan bakınca hemen karar vermek de hatadır. İçerisini aydınlatacak bir ışık; insaf gibi, vicdan gibi, kalp gibi, nazar gibi aletler gerekir.

İnsaf insan fıtratıdır, saf akıldır. Vicdan fıtratın dilidir. Kalp yakınlığı üretecek olandır. (Nihayet işlevi, Yaratıcıyla bağı kurmasıdır.) Nazar, penceredir.

Uzaktan ışıltılı, renkli saraylar yakından ve doğru cihazlar kullanılırsa bir kokuşmuş viraneler, köhnemiş, çoğu yıkılmış, ateşe verilmiş kasırlar olduğu açığa çıkabilir. Kimi uzaktan sessiz ve ışıksız görünen saraylar gerekli aletlerle düzenli, emniyetli, uçsuz bucaksız uzayan, güzelin her tonunun karşılandığı antikalarla dolu muhteşem cennetlere dönüşebilecektir.

Bediüzzaman'ın hayalinde insan sarayları şu sözünde olduğu gibidir: "Eğer istersen hayalinde Nurşin karyesindeki Seydâ'nın meclisine git, bak: Orada fukara kıyafetinde melikler, padişahlar ve insan elbisesinde melâikeleri bir sohbet-i kudsiyede göreceksin. Sonra Paris'e git ve en büyük localarına gir. Göreceksin ki, akrepler insan libası giymişler ve ifritler adam suretini almışlar, ilâ âhir..."

**

İnsan bazen olur kainat dar gelir, bazen bir noktaya sığışır. Bediüzzaman medeniyetin getirdiği insana şu uyarıda bulunur: "Madem öyledir, hazer et, dikkatle bas, batmaktan kork. Bir lokma, bir kelime, bir dane, bir lem'a, bir işarette, bir öpmekte batma. Dünyayı yutan büyük letâiflerini onda batırma. Çünkü çok küçük şeyler var, çok büyükleri bir cihette yutar. Nasıl küçük bir cam parçasında gök, yıldızlarıyla beraber içine girip gark oluyor. Hardal gibi küçük kuvve-i hafızanda, senin sahife-i a'mâlin ekseri ve sahaif-i ömrün ağlebi içine girdiği gibi, çok cüz'î küçük şeyler var, öyle büyük eşyayı bir cihette yutar, istiab eder."

Buradan bakarsak bozulmuş medeniyetin getirdiği şiir, şarkı, roman, tiyatro, sinema.. hepsi birer oyundur sonuçta.. sanatının ana unsuru çoğu bir sıkışma ve sığışmadır. Sanatı bir aşkın, ayrılığın, karşılıksızlığın, ölümün, kavuşamamanın öykünmesi olarak kalır. İnsanın sanat kurgusu bir saplanmanın, kendine saklanıp orada şişmenin..

Bediüzzaman'a göre bu şairlerin şiirleri ayrılık acısından gelen ağlamalarıdır, tiyatrosu ölü ruhların hortlatılması gibi, sineması yürüyen ölülerden hayat beklemektir.. bunlar ahirete karşı insana bir ümit verebilir mi? diye soruyor Bediüzzaman... Ölüme karşı bir ilaç bulmuş, romanlarıymış...

Bediüzzaman bu insanı devekuşu örneğiyle anlatıyor: başını kuma sokuyor, koca gövdesi dışarda, kendinin göremediklerinin (başta ölüm) kendisini de görmediklerini düşünüyor...

Kendi içinde şişmiş ve şişirilmiş insan... Kainata açılamayan, açılır görünse de içinde bulunduğu demirden çıkamayan, rahmete karşı şemsiyeler açan, ıslanmaktan korkan, ancak, yine Bediüzzaman'ın söylediği gibi, girdiği bataklıktaki çamurları eline yüzüne sürmekten geçici zevkler devşiren insan....

Kainattan süzülen bir cesed ve ruhun bir noktada kendi içine çökmesi, yok olması.. insanın, insan olmanın trajedisi işte buradadır.
**
Bediüzzaman'ın hayali bir hatırası, sanırım doğru insanın hikayesini özetleyecektir:

"Baktım ki; ben, tünel içinde sukut eder gibi bir sür'atle giden bir şimendifer içindeyim. Telâş ettim. Fakat ne çare ki, hiç bir tarafa kaçılmaz. Garâibden olarak o şimendiferin iki tarafında pek cazibedâr çiçekler, leziz meyveler görünüyordu. Ben de akılsız acemiler gibi onlara bakıp elimi uzattım. O çiçekleri koparmak, o meyveleri almak için çalıştım. Fakat o çiçekler ve meyveler, dikenli mikenli, mülâkatında elime batıyor, kanatıyor. Şimendiferin gitmesiyle müfarakatından elimi parçalıyorlar. Bana pek pahalı düşüyorlardı. Birden şimendiferdeki bir hademe dedi: "Beş kuruş ver, sana o çiçek ve meyvelerden istediğin kadar vereceğim. Beş kuruş yerine elin parçalanmasıyla yüz kuruş zarar ediyorsun. Hem de ceza var, izinsiz koparamazsın." Birden sıkıntıdan ne vakit tünel bitecek diye başımı çıkarıp ileriye baktım. Gördüm ki, tünel kapısı yerine çok delikler görünüyor. O uzun şimendiferden o deliklere adamlar atılıyorlar. Bana mukabil bir delik gördüm. İki tarafında iki mezar taşı dikilmiş. Merak ile dikkat ettim. O mezar taşında büyük harflerle "SAİD" ismi yazılmış gördüm. Teessüf ve hayretimden "Eyvah!" dedim. Birden o han kapısında bana nasihat eden zâtın sesini işittim. Dedi: "Aklın başına geldi mi?" Dedim: "Evet geldi fakat kuvvet kalmadı, çare yok." Dedi: "Tövbe et, tevekkül et." Dedim: "Ettim!" Ayıldım... Eski Said kaybolmuş. Yeni Said olarak kendimi gördüm."

Yorum Yap
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
Yorumlar (2)
Yükleniyor ...
Yükleme hatalı.