İman hakikatlerini anlatmak lazım

Uzun yıllardır Mekke’de bulunan Selim Hanife, Seyit Halit’le Risale-i Nur’u okumaya nasıl başladığını anlatıyor

Röportaj: Abdurrahman Iraz-Nurettin Huyut/ Risale Haber

Uzun yıllardır Mekke’de bulunan Selim Hanife, Seyit Halit’le Risale-i Nur’u okumaya nasıl başladığını anlatıyor...

Sizi kısaca tanıyabilir miyiz?

1971 Şam doğumluyum. Altı yaşında iken ailece Suudi Arabistan’a geldik. Riyad’da ilkokul, orta ve liseyi okudum. Elhamdülillah ailece ibadetimize, dinimize çok bağlıydız. Muhafazakâr bir aileden geliyoruz. Bu nedenle liseyi bitirdiğimizde çok heyecanlıydık. İslamiyeti yayalım istiyorduk ama usul ve kaide bilmiyorduk. “Asalım, keselim” havasındaydık. O havadayken babam “Amerika’ya git burada durma, burada kalırsan çok tehlikeli durumlar olur” diye benden endişe ediyordu. Fakat ben batı memleketlerine gitmek istemezdim, sevmiyordum. Benim gitmek istemediğimi anlayınca bana “Türkiye’ye gidebilirsin” dedi.  Buna çok sevindim. Çünkü Türkiye hep aklımdaydı ve Türkiye’nin önemi yanımda çoktu. Osmanlıdan gelme, kitaplara baktığımızda büyük camiler çok hoşuma gidiyordu. Türkiye deyince “tamam” dedim kabul ettim. İlk olarak Ankara’da üç ay bir yurtta kaldım, sınavlara hazırlık için. Yurtta kalırken ara sıra camiye namaza giderdik.

Hangi yıllardı?

1990 yılıydı. Camide bir arkadaş gurubuyla tanıştık. Bizi çay içmeye davet ettiler. Oraya gittik, dört beş arkadaşla beraberdik. Suriye’den, Mısır’dan, Ürdün’den gelmişler, oturduk çay içerken bana bir kitap verdiler. Herkese değil sadece bana. Ne kitabı bilmiyorum. Arapça, biraz okudum. Ne kitabı, bunu kim yazmış bilmiyorum tabi. Üç ay sonra Adana Ziraat Fakültesini kazandım. Adana deyince bazı arkadaşlar beni korkuttu. “Adana’da çok komünist var, açık saçık çok…” Ben şunu da itiraf etmeliyim ki, Türkiye’ye gidince benim kafamdaki Türkiye’yi bulmadım… Türkiye başka idi, benim kafamda. Dört dörtlük bir İslami ülke hayal ediyorum. Türkiye’ye gelince, hayal kırıklığına uğradım. O yüzden Adana’yı da öyle anlattıkları zaman, yani aleyhte çok konuşuldu “bozuk bir yerdir” diye.

Adana’da üniversiteyi görünce, “her halde yapamayacağım. Burada kalırsam bozulurum, ama bir 15 gün kalayım. Bir deneme yapayım” dedim. Gider gitmez özellikle Üniversiteye kaydolurken, kardeşlerle tanıştık, geldiler Allah razı olsun kaydımı yaptılar, yardımcı oldular. Hayret ettim, “kimdir bunlar falan” dedim içimden… Sonra bir kardeş, Fevzi Karademir adında, Edebiyat Fakültesi 2. sınıfta okuyordu, ben ziraat birinci sınıfa başlayacaktım. “Biz cemaatle kalıyoruz. Cemaatle namaz kılıyoruz. Kitap okuyoruz. Namaz kılıyoruz” deyince çok hoşuma gitti, aradığımı bulmuştum. “O zaman orada yapabilirim” diye içimden geçirdim. Çok sevinçli bir şekilde kayıt işlemlerini bitirdim durağa gittim, durağa yaklaşınca, baktım yüzler değişmiş. Önce güler yüzlüydü. Baktım şimdi herkes, çok resmileşti. “Allah Allah dedim bana mı yoksa başkasına mı böyle davranıyorlar?” Yaklaştım, Fevzi kardeş “kusura bakma bu ağabeyler, karar veremediler, dershanedeki ağabeylerle görüşüp ondan sonra seni alıp almayacakları hususunda karar verecekler.” Bunu duyunca mahvoldum. “Ben size güvenmiştim, burada kalmaya karar veremiyordum” dedim ama ikna olmadılar.

Bir gün anfideydik, ders görüyorduk, baktım o bir ay önce gördüğüm kardeşlerden, birisi aranıyordu. Demek bunlar beni değil başkasını arıyorlar. Baktım bana doğru geliyor, beni de görmemezlikten geldi. Ama kaçamadı. “Ya Selim kardeş neredesin seni bir aydır arıyoruz” dedi. Ağabeylerle görüşmüşler ağabeyler de onlara kızmış “niye getirmemişsiniz, keşke getirseydiniz” demişler. Çok sevindim.

Onlara çok kızmış mıydınız?

Evet, onlara çok darılmıştım, seviyordum içimden fakat darılmıştım. Ama ne olduklarını ve ne okuyorlar ne yapıyorlar bilmiyordum.

Bilmiyorsun ama İslami bir hayat yaşadıklarını anlıyorsun ve seviyorsun öyle mi?

Evet aynen öyle... Gittim oraya, Ali Uçar abi vardı Allah rahmet eylesin. Mehmet abi, Celal Taş ağabeyler var, toplanmışlar Adana’da yeni bir dershane açılmıştı. Bana hiç sormadan, “Sen burada kalacaksın, namazı cemaatle kılacaksın” dediler. Zaten ben de onu arıyordum. İkincisi “kitap okuyacaksın.” Ben de kitap okumayı seviyordum. Ona da “olur” dedim. Üçüncüsü, “sistemli ve düzenli olacaksın, yatma saati belli, gidiş geliş saati belli, dershanenin usulü var, düsturları var” dediler. Tamam, ben de zaten onu arıyordum. Yani kısacası bir ay sonra aradığımı bulmuştum.

Ertesi gün gittim eşyalarımı aldım geldim ve devam ettik… Önceleri Risalelerden anlamadığım, bilemediğim şeylere takılıyordum, “niye böyle yapıyorlar?” diyordum, bilmediğim için. Elhamdülillah orada dört sene kaldık. Türkçem zayıf olduğu için, herkes bana “sen burada birinci sınıfta doktora yaparsın (!) yani çok kalacaksın, ikinci sınıfa geçmen zor” diye alay edenlerle beraber Elhamdulillah dört senede fakülteyi bitirdik. O dört sene içerisinde ağabeylerle hep beraber olduk.

Ne iş yapıyorsunuz?

Ziraat mühendisiyim, Türkiye’den, geldikten sonra bir sene Ziraat üzerinde çalıştım. Dediğim gibi cemaat olmayınca sıkıldık, işe başladık bıraktık. Mekke’de iş fırsatı bulunca tercih ettik geldik buraya. Şu anda radyo evinde tercümanlık yapıyorum.

Türkçe, Arapça olarak mı?

Evet, Türkçe ve Arapça olarak… Suudi Arabistan radyolarının değişik dilleri var, onlardan bir tanesi de Türkçedir. Orada çalışıyorum.

İlk defa Said Nursi’yi nasıl duydunuz?

Ankara’ya gidip üç ay kaldım. Orada evlere gidip kitap okuttular. O kitap Risale-i Nurmuş ama fark etmemiştim, bilmiyordum

O kitabın hangi kitap olduğunu hatırlıyor musunuz?

Sözler’di. 22. sözdü. Sonradan kitapları görünce hatırladım.

İlk defa bilmediğiniz bir kitap size veriliyor okuyorsunuz o anda neler hissettiniz, kitabı beğendiniz mi?

Çok hoşuma gitmişti, dört beş kişiydik, oradaki arkadaş kitabı bana verdi “bize ders okur musunuz?” dedi. Ben kitabı bilmiyorum, bizi kazanmak için öyle yaptı her halde. O arkadaşlara değil bana verdi kitabı. Sonra ders okudum, o anlatmaya başladı meğerse Risale-i Nur imiş.

94–95’te okulu bitirince Riyat’ta ziraat üzerinde çalışmaya başladım, ama dört sene boyunca sürekli hizmete ve derslere alıştığımız için, Riyat’ta da hizmet yok, cemaat yok, sıkıntılı oldu. Ailemle beraber kaldığım halde sıkılıyorum. Bir işe başlıyorum iki üç ay sonra bırakıyorum başka işe başlıyorum. Bir sene öyle geçti. Ondan sonra Mekke’de bir fırsat doğdu, bir iş için geldim Mekke’ye… Burada da Kâbe var çok güzel ama hizmet açısından gene burada da sıkılıyorum. Hizmet yok. Ama daha sonra Adana’da gördüğümüz bazı ağabeyler vardı, onları Kabe’de görünce yanlarına gittim, görüştük, tanıştık, ondan sonra Van’dan Celal Taş geldi. Onunla beraber bütün camileri gezmeye başladık. Kitap dağıtmaya başladık. Hizmetler belli bir noktaya gelince dershane açıldı.

Celal abi ile bir takım faaliyetler yaptınız

Evet o sene üç ay kaldı, Cidde’ye gidiyorduk, henüz Mekke’de dershane açılmamıştı. Cidde’ye derslere gidiyorduk, Medine’ye ara sıra giderdik… Daha sonra Mekke’de ders ve dershane olmayınca ağabeylere haber vermeye başladım “abi burada dershane yok.” Hamidin, Mustafa, Selahattin abiye telefon açıyordum…

Her yerde ders var ama Mekke’de yok

Evet, bir de o günlerde bir şey dikkatimi çekti, Cidde’de olsun, Medine’de olsun bütün ağabeyler sakal bırakmıştı. Dedim “acaba burada hizmet metodu böyle midir?” bende sakal bıraktım. Belki böyledir diye. Sonunda 1997’de dershane açtık sakal bıraktık çalışıyoruz.

97’de dershane açtınız, kimlerle açtınız?

Kimse yoktu ağabeylerin duasıyla açtık. Mustafa abi, Selahattin abi yardım ettiler. 1992’de Elazığ mevlidine gitmiştik. Sungur abi var, Ali İhsan abi yeni gelmişti Rusya’dan. Sungur abi Ali İhsan abiye dedi ki, “kalk oradaki hizmetleri anlat.” Ali İhsan abi, heyecanlı biri anlatıyor. Bir ara şunları söyleyince ben şaşırdım; “hizmetler başladıktan sonra Sungur abiyi aradık, gel dedik, güzel olur, ‘ben dil bilmiyorum neye geleyim’ diyordu. Sungur abiyi ikna ettik, gelir gelmez, hizmetler inkişaf etmeye başladı” dedi. Ben o gün itiraz ettim kendi kendime dedim “Sungur abi yaşlı, dil bilmiyor bir şey bilmiyor, nasıl hizmetler inkişaf eder…” diye. Sungur abi geldi. Ben hani Elazığ’da itiraz etmiştim ya kalben. 1998’de Sungur abi Malezya’dan dönüşünde, buraya geldi. Bir hafta kaldı. O gittikten sonra hizmetlerin önü açıldı. 1997’deki sorumuzun cevabını 1998’de aldık. Ama ben yine anlayamadım nasıl oldu.

1999’da kitap fuarı oldu. Abdülkerim kardeşle görüştük. 1998’e kadar, hangi fuara giderse gitsinler, Risale-i Nurlarla beraber bazı kitapları da koyuyorlardı. Burada Cidde’de bir kitap fuarı açıldı. Telefon açtım, “gelin ama Risale-i Nurun haricinde hiçbir kitap istemiyoruz. Sadece Risale-i Nur standı olacak ve biz herkese Risale-i Nur’u anlatacağız” dedim. Elhamdülillah geldiler, Risale-i Nurun standını açtık, her kim gelirse hemen broşür veriyoruz, Risale-i Nuru anlatıyoruz, yüz tane külliyat getirdiler 70 tanesini sattık. Hiç görülmemiş bir şey. Ve bu fuardan sonra fuar olduğunda sadece Risale-i Nur sergileniyor. Başkaca bir kitap sergilenmiyor. Fuardan sonrada bakiye kalanlar kısa bir zamanda satıldı. Orada seyyitlerle tanıştık.

İlk fuarda mı tanıştınız?

Evet standda dururken baktım, Seyit Halit geldi. “Hayırdır” dedik. “Biz kaç senedir Risale-i Nur’u arıyoruz, bu şekilde sergileneceğini beklemiyorduk” dedi. “Nasıl bekliyordunuz” diye sorunca, “babam rahmetli oldu, babamın kitaplarını ben aldım, düzeltirken baktım Asay-ı Musa, Bediüzzaman Said Nursi, o zamandan beri Risaleleri arıyorum. Sizi görünce çok hoşuma gitti ve koşarak size geldim” dedi. Bir tane külliyat aldı arkadaşlarına tavsiye etti, geldiler, adresi aldılar. Fuar bittikten sonra tatil vardı Türkiye ye gittim, geldiğimde fuar arkadaşlarımı göreyim dedim, Seyit Halidi aradım, “nasılsınız, iyi misiniz.” Tabi Seyit Halit fazla konuşmaz çok ciddi bir adam.

Evet çok ciddi bir adam ben de iki sat uğraştım birkaç söz ancak ağzından alabildim.

Evet. Ondan sonra gittim yanına dedim, ne yaptınız okudunuz mu? Dedi “ne okuması benim okuduğum kitaplar var onları sıraya koydum, belki dört beş sene sonra sıra ancak gelir. Ben burada Seyitler Cemaatı var, onlar burada tefsir, hadis okurlar, ben gitmem onlara” dedi. Ben diyordum “onun vasıtasıyla onlara ulaşırız” maalesef o yolu da kapattı.

Birkaç gün sonra yine ziyaretine gittim dedim bakayım aleminde ne var. Selam verdim. Selamımı aldı, okumaya devam ediyordu dedim “ne okuyorsunuz?” “Tefsir okuyorum” dedi. Dedim “siz Risale-i Nuru ne zaman okuyacaksınız?” bir daha sormuş oldum. “Ben sana demedim mi sıraya koydum belki dört beş sene sonra sıra Risalelere gelir.” “Siz tefsir okuyorsunuz Risale-i Nur’da tefsir var, İşaratül İ’caz onu da okusanız nasıl olur” deyince, gayet ciddi bir şekilde “sıra gelince okuyacağım” dedi.

Tebrik ederim çok ciddi bir adama nasıl böyle ısrar etmişsiniz.

Şimdi çok yumuşamış ve iyi hali. Neyse yine ayrıldım gittim, bu işte hayır yok galiba dedim. Allah’ın takdiri, bir kaç gün daha geçti, işim olmuyor namaza gidiyordum, yatsıyı kıldım oturuyorum, baktım o da oturuyor. Yanına gittim selam vermeden oturdum, bir metre mesafede Kabe’ye bakıyorum o da nasıl olduysa, kaldırmış kafasını görmüş beni, o zaman selam verdim “aleyküm selam” dedi. “Nasılsın?” dedi. Allah Allah dedim “nasılsın?” diye sorduğuna göre bir şey var. Dedim “ben geçen sefer bir soru sordum onun cevabını arıyorum acaba okudunuz mu?” “Nedir o kitap” dedi. “İşarat-ül İ’caz” dedim “çok acaip şeyler var içerisinde sizin bildiğiniz gibi değil.”  “İyi getir bakalım” dedi. O kadar…

Hemen gittim ertesi gün getirdim, aldı baktı “güzel” dedi, kapattı. Dedim “sizin iki saat kitap okumanızdan on dakika bu işaratül İ’acaza ayıralım bir bakın.” Dedi, “ya sana benim programımı bozma demedim mi?” Yine okumadı, ertesi gün uzakta duruyorum yine, bir şeyler yapıyorum ki bana baksın, kitap elimde gördü “gel bakayım. Nedir o kitap?” dedi aldı açtı okumaya başladı. Allah Allah nasıl oldu bakıyorum. “Çok güzel bir şey” dedi. On dakika okudu bitirdi. Bir ay böyle devam etti.

Ertesi gün geldim yine on dakika... Bir hafta geçti her gün on dakika..  Dedi “bu kitap böyle okunmaz.” Okurken tabi hizmetten bahsediyorum, ağabeylerden bahsediyorum, Üstaddan bahsediyorum vs... Yani bir şeyler veriyorum okurken. Ondan sonra dedi “bu böyle olmaz, yarın sen de hazırlan ben de hazırlanayım, sen evde hazırlan birlikte öyle on dakika okuyalım.” Tamam dedim. Geldik. O okuyor ben de dinliyorum. “Değişik bir şey Allah Allah hiç böyle bir şey görmedim” diyor. Ciddiyetini de muhafaza ediyor. Okurken bir yandan da konuşuyoruz sessizce, soruyor “metodunuz nasıl? Okumanız nasıl?” Ben de anlatıyorum, “bazen kitap dağıtıyoruz, bazen bir abi hazırlanıp geliyor, o anlatıyor.” “İşte mühendisler ayrı, doktorlar ayrı dersler yapıyorlar. Talebe hizmetleri” anlatıyorum. “Böyle olmaz Harem’de olmaz, bir evde okumak lazım” dedi.

Bu arada Seyyit Elmas bunun kayınpederiyle tanışıyor. Kayın pederi demiş ki, “Seyyit Halit, kitaplar getirmiş fuardan, istersen gel bu akşam konuşalım.” O esnada biz de diyoruz eve gelelim nasıl bir ders oluşturalım diye konuşuyoruz. Tabi on dakikalık kitap okumamız iki saati almaya başlamıştı. Başka kitapları bıraktı, İşarat-ül İ’cazı okuyoruz neredeyse yarısı oldu. O gece gitti kayınpederi de gelmişti Seyyit Elmas’ta. Orada dördümüz tanıştık. Tarzımızı anlattım, onların metodunda şöyle bir şey var, bir saat veya bir buçuk saatlik zaman zarfında, dört kitap okunmalı.15-20 dakika veya yarım saat bir kitap, aynı şekilde yarım saat başka bir kitap, böyle iki üç kitaptan okuyorlarmış. “Biz de böyle yapalım. Başlayalım iki üç tane kitap alalım” dedi. Başta Tarihçe-i Hayat’ı aldık.

Seyit Elmas Burhan kim?

Burhan Muhammet Ali. İhsan Kasım ağabeyin hemşerisi. Kerkük Türklerinden, Recül Kader diye bir kitap var, onu tercüme etmiş.

Recül Kader ne anlama geliyor?

Kaderin adamı yani Üstadı anlatıyor.Bediüzzaman’ın hayatını yazmış. Ama değişik bir şekilde yazmış. Osmanlıdan, Fatih Sultan Mehmet’ten, ondan gele gele Üstada gelmiş. Ama çok güzel bir tarzda yazmış. Çok cazibedar bir kitap… Okuduk, Ayet-ül Kübra, Küçük sözler, ihlas risalesi, okuduk okuduk. O zaman Ali Katıöz Hoca geldi. Bunlar tabi hepsi ehli tasavvuf, Seyit Halit değil ama diğerleri hepsi ehli tasavvuf. Ciddi ehli tasavvuflar. Tabi biz de yakınız, ehli tasavvuf da Risale-i Nura yakın. Üstadın o sözünü hiç okumamışlardı; “Ben sofi değilim, zaman tarikat zamanı değil, hakikat zamanı, zaman cemaat zamanı.” Ali Hocayla konuşuyoruz, dedik “şimdi bunu okurlarsa ne yapacağız.” Kovarlar belki bizi. Şimdiye kadar yapılan hizmetleri şimdi yıkarlar. Çok canım sıkılmıştı o zaman, diyorum Ali Hoca ne yapalım ne edeceğiz, o da “Allah korusun” diyor dua ediyor. Neyse yanlarına gittik, “hazırlanalım da gidelim” diyorum, çok terlemiş ve canım sıkılmıştı. Ben öyle düşünürken baktım Seyyit Elmas elini kaldırdı dedi “Seyit Muhammet Ali Burhani aynı şeyi söylüyordu, şu anda tarikat zamanı değil, açılmamız lazım iman hakikatlerini anlatmak lazım.” Bundan sonra meydan bizim dedim. Elhamdülillah böyle böyle devam etti. Külliyatı bitirdik, küçük kitapları bitirdik.

Seyit Halit ne iş yapar?

Rabıtatül İslamiyede muhasebecidir. Rabitatül alemil İslamiyye Kral Faysal zamanında, Müslümanlar o zaman parça parça olmuşlardı, Müslümanları bir araya getirmek için bir kuruluşun adı. Salih Özcan abi de bu kuruluşta Türkiye’yi temsilen bulunuyor.

Seyyit Halit bu kuruluşta muhasebeci mi?

Evet muhasebeci. Nebil abi o zaman Maliye Müdürüydü. Rabıtanın… Hemen her yerde bu rabıtanın temsilcileri var. Nebil abi iletişim Müdürü, Seyyit Halit’in Müdürüydü. Seyyit Halit gitmiş ona söylemiş o da, gelmişti. O da Fuardan kitap almıştı. Dördümüz, ben, Seyyit Halit, Seyit Elmas ve Nebil abi, Seyit Halit’in kayın pederi de vardı evde uzaktan o da katılıyordu. Seyyit Halid’in kayın pederinin kardeşi. Seyyit Halit’in kayın biraderi, bunlar yavaş yavaş bizimle olmaya başladılar.
(Devam edecek)

Röportaj Haberleri