‘İlhâm’ tebliğ edilebilir mi?

Ersin MİMAN

İlk makâlemiz olan “İlhâm’ı reddedenlere bir izâh ve cevâbdır…” ile, ilhâm’ın hak olduğunu, yalnızca Peygamberlere (aleyhimûsselâm) has olmadığını ve Cenâb-ı Hakk’ın (celle celâluhu) dilediği kullarıyla ilhâm vâsıtasıyla bir irtibât ve bir nev’i konuşmasının bulunduğunu ilgili âyet ve hadislerden de delîller göstermek sûretiyle izâh ve isbât etmiştik.

Bu husûsta herhangi bir tereddüd kalmayacak tarzda ilhâma mazhâriyeti izâh ettikten sonra, ehl-i tenkîd’in diğer bir iddiâsı olan “İlhâm paylaşılabilir bir bilgi değildir”e cevâb vereceğiz ve bilhassa yine ‘bilmeyerek’ peşlerinden gidenlere de hakîkatleri izâh etmeye devâm edeceğiz.

Kur’ân’dan da delîllerini zikrettiğimiz üzere[1], ilhâm, haktır. Ve Cenâb-ı Hakk’ın (celle celâluhu) dilediği kullarına bir ihsânıdır ve ilhâmın’da nev’leri vardır ve sanatçılardan, şâirlerden, ehl-i ilme kadar farklı mertebelerde ve mâhiyette ilhâma mazhâriyetler bulunur ve ayrıca sâdık ve sahih rü’yalar da birer ilhâm-ı İlâhî’dir.

Sanatkârların ve meslek erbâblarının, kendilerine mahsûs ilhâmlarının sanatlarında tezâhür etmesi ve sâir nazarlara da arz edilmesi fıtrî ve tabî olduğu kadar, kâinatta da câri olan ve işleyen bir kanûn olduğunu ve şu zemin yüzünün imârında nice ehl-i fen ve ehl-i ihtisasın kendilerini sevk eden hislerle, ilhâmlarla çok işler gördüklerini, bu cihette beşerin terakkiyatına ve tekemmülüne ne kadar lâzım ve elzem olduğunu herkes kabûl ve tasdik eder. Eğer kişinin kendisinde saklı kalması iddiâsı doğru olsaydı, bu iddiânın hükmü fıtrî olmamakla beraber, mesleğinde ihtisaslaşmış, uzun yıllar yaptığı çalışmalar ve edindiği tecrübeleriyle mesleğinin inceliklerini kavramış ve buna müteakip meslekî sezgileri derinleşmiş bir sanâtkârın veya fennî bir mütehassısın, kendisine mahsûs meslekî ve sanatsal ilhâmlarının tezâhüründen, maslahâtlarından ve menfaatlerinden, beşerin her cihette mahrûmiyetini netice vereceğini her ehl-i ihtisas ve ehl-i sanat ve akıl ve vicdân kabûl ve tasdîk eder.

Maddî ilimlerdeki ilhâmların fende, bilimde ve sanattaki tezâhürleri nasıl makbûldür, aynen öyle de, mânevî cenahdan gelen ilhâmların da tezâhürleri ve sudûr eden güzellikleri ve Kur’ân ile barışık olan maslâhatları daha ziyâde makbûldür. Zirâ ehl-i îmân’ın âhiretine bakar, îmânını takviye eder…

Kur’ân ile sâbit olan ilhâm hakîkatını  ortadan kaldıramayanlar, Ehl-i Sünnet’in büyüklerine ve Bedîüzzaman Hazretlerine şu yolla ilişmek niyetiyle : “İlhâm, rü’ya şeklinde de olur ama Nebî olmayanlara gelen ilhâmlar tamâmen kişisel bir vahiydir ve kişiyi bağlayan bir vahiydir, tebliğ edilmesi gerekmez ve kayda geçirilmesi gereken bir bilgi değildir” diye iddiâ ediyorlar.

Hiçbir mesnedi olmayan ve tamâmen kendilerinin uydurduğu bu te’villerininin bâtıl olduğunu, kendi ilânâtları ve iddiâları üzerinden isbât edelim ve “Nebî olmayanlara gelen ilhâmlar kişiseldir, tebliğ gerekmez hatta kayda da geçirilmez” demelerine binâen, mâdem ilhâmın rü’ya şeklinde de olduğunu kabûl etmişler, o halde Nebî olmayan Mısır Hükümdârı’nın rü’yasını Kur’ân’dan aktararak izâh edip, gösterelim…

وَقَالَ الْمَلِكُ اِنّٖى اَرٰى سَبْعَ بَقَرَاتٍ سِمَانٍ يَاْكُلُهُنَّ سَبْعٌ عِجَافٌ وَسَبْعَ سُنْبُلَاتٍ خُضْرٍ وَاُخَرَ يَابِسَاتٍ يَا اَيُّهَا الْمَلَاُ اَفْتُونٖى فٖى رُءْيَایَ اِنْ كُنْتُمْ لِلرُّءْيَا تَعْبُرُونَ

Yusûf Sûresi - 43. âyet

Meâlen: “Ve hükümdar dedi ki: ‘Ben rüyâmda yedi semîz sığır görüyorum ki, onları yedi zayıf (sığır) yiyor ve yedi yeşil başak ile yedi de kuru başak görüyorum. Ey ileri gelenler! Eğer siz rüyâ tâbir ediyorsanız, benim rüyâmı bana yorumlayınız.’

Öncelikle, Kur’ân’da bu rü’yalara yer verilmesi ve anlatılması[2] ve rü’ya sâhiblerinin de başkalarıyla paylaştığının âyetlerde sarîhan beyân edilmesi; anlatılabildiğine ve paylaşılabildiğine birer delîl ve misâl olduğu gibi,

Ayrıca Nebî olmayan Mısır Hükümdârının, bu rü’yasını (ilhâmını) paylaşmış olmasının Hz. Yusuf’un (aleyhisselâm) zindandan çıkmasına da ve’sile olduğuna,

Ve yine Nebî olmayan hükümdârın, rü’yasını (ilhâmını) anlatmasıyla, Mısır’ın başına gelecek ve yedi yıl sürecek olan kıtlığa karşı tedbîr alınmasına ve o kıtlıktan korunulmasına da sebep olduğuna,

Son olarak da Hz. Yusuf’a (aleyhisselâm), ilhâm olunan rü’yaların hakîkatini te’vil edecek bir ilmin, Allah (celle celâluhu) tarafından verilmiş olmasının, ilhâmın bir nev’i olan rü’yaların anlatıldığına ve paylaşıldığına da açık bir delîl olduğunu anlıyor ve  görüyoruz.

Açıkça görülüyor ki, bu rü’yaların, ilhâmların, yalnızca kişinin kendisini bağlamadığını, bâzen bir memleketi ve milleti istikbâllerine bakar bir tarzda etkileyebildiğini, ilgilendirdiğini ve eğer kişinin kendisinde saklı kalma iddiâsı hakîkat olsaydı, en azından yukarıda zikrettiğimiz kadar menfaatleri ve tedbirleri netice vermeyeceğini her aklı selîm olan tasdîk ve kabûl eder.

Birde şu cihetten soralım:

Hangi hadis veya âyet, ilhâmlarınızı tebliğ edemezsiniz, bildiremezsiniz diyor !?

Hiçbir âyet ve hiçbir hadis..!

Sahih rü’yaların, ilhâm’ın bir nev’i olması cihetiyle anlatılmasına ve paylaşılmasına bilakis teşvîk var. “Rü’ya göreniniz yok mu?, size te’vil edeyim” diyen ve Buhârî’de, Tirmizî’de ve Dârimi’de Mü’minin gördüğü sahih rü’yaların birer müjdeci hükmünde olduğundan haber veren ve yine Buhârî, Müslim ve Tirmizî ile Sâlih kimselerin rü’yalarının Peygamberliğin kırk altı cüz’ünden bir cüz olduğunu buyuran Allah’ın Resûlu (aleyhissalâtu vesselâm), elbette bu ihtâr ve beyânlarıyla;  rü’yaların ve ilhâmların anlatılabildiğine, tebliğ edilebildiğine ve paylaşılabildiğine açık hüccetleridir, birer delîlleridir.

Şimdi mes’elenin diğer vechine gelelim, rü’ya’dan, kelâma intikâl edelim…

Nebî olmadığı halde Hz. Meryem’e de (radıyallahu anhâ) susma orucu ihtâr edildi mi?

Evet. İhtâr edilen susma orucu da böyledir. Karşısındaki halk ile, o susma orucunun lisân-ı hâli üzerinden bir konuşmasıdır, bir mesajıdır ki; kişisel olmayıp, karşısındakilerle bir cihette bir iletişimidir ve âhirinde vuku’ bulacak hâdiselerin hazırlayıcısıdır, başlangıcıdır. Demek bu nev’deki ilhâmlar, ihtârlar; İlâhî takdîrin ve tecellînin taht-ı tasarrufuna dâhildir! Tebliğ’de edilir, paylaşımda da bulunulur.

Hâl ve hakîkat böyle olduğu halde ilhâmların yalnızca kişiyi bağladığını, tebliğ edilmesine gerek olmadığını, kayda geçirilmesi gerekmediğini ilân etmek, nasıl bir cehl-i mürekkep ve nasıl maksadlı bir sû-i kasddır vicdanlarınıza ve takdirlerinize havâle ediyorum.

Nitekim buradan Bedîüzzaman Said Nûrsî Hazretlerinin ilhâm ile, sünûhât-ı kalbiye ile yazılmış olan risâlelerine ilişmek, Risâle-i Nûr’ları değil yalnızca gözden düşürmek, nazarlarda -hak’tan da düşürmek- gayretinin bir mahsûlüdür.

Bakınız, kabûle mazhâr kelâmların istifâdesine teşvîke…

حَدَّثَنَا مُحَمَّدُ بْنُ عُمَرَ بْنِ الوَلِيدِ الكِنْدِيُّ قَالَ: حَدَّثَنَا عَبْدُ اللَّهِ بْنُ نُمَيْرٍ، عَنْ إِبْرَاهِيمَ بْنِ الفَضْلِ، عَنْ سَعِيدٍ المَقْبُرِيِّ، عَنْ أَبِي هُرَيْرَةَ، قَالَ: قَالَ رَسُولُ اللَّهِ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ: «الكَلِمَةُ الحِكْمَةُ ضَالَّةُ المُؤْمِنِ، فَحَيْثُ وَجَدَهَا فَهُوَ أَحَقُّ بِهَا»: «هَذَا حَدِيثٌ غَرِيبٌ لَا نَعْرِفُهُ إِلَّا مِنْ هَذَا الوَجْهِ وَإِبْرَاهِيمُ بْنُ الْفَضْلِ الْمَخْزُومِيُّ يُضَعَّفُ فِي الحَدِيثِ مِنْ قِبَلِ حِفْظِهِ»

Ebû Hüreyre (r.a.)’den rivâyete göre, Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurdular: “Hikmetli Söz Mü’minin yitik malıdır, onu nerede bulursa almaya daha hak sâhibidir.” (Sünen-i Tirmizî, Kitâbü’l-İlm; Müsned İbn-i Mâce, Kitâbü’z-Zühd)

Hikmetli söz veya değerli kelâm veya kıymetli bilgi veya beşerin menfaatine ve hayrına bakar  lafızlar, hangi kanal ile gelirse gelsin, elbette Mü’min’in bundan gâfil olmamasına, istifâde etmesine hadis ile gelen bir ihbârdır!

O halde şu soru hatıra gelir:

Her ilhâmı dinleyecek ve kabûl edecek miyiz?

Sahih olduğunu nasıl bileceğiz?

Ahkâm-ı şer’iye, ruh-u İslâmiye, Sünnet-i Seniyye ile münâsib ise, Ehl-i Sünnet’in beyânlarına muvâfık ise ve beyân edenin tarz-ı hayatı, ahvâli ve dâvâsındaki ciddiyeti genel kabûle mazhâr ise ve vicdanlarda ma’kes buluyor ise; istifâde ederiz.

Hem unutulmaması lâzımdır ki, ilhâmlar ve keşfiyatlar ahkâm değildir. Dinde olmayan birşeyi getiremez, dine yeni bir ahkâm da tatbîk edemez, nass-ı Kur’ân ve hadis ile sâbit olanın da üzerinde tasarrufa gidemez…

O halde bu kadar telâş ve öfke niye!?

İlhâmlar, dinin emir ve yasakları üzerine değildir ki, tebliği sanki bir vahiy ile gelen hüküm gibi telakkî edilsin de, i’tirâz edilsin!

Hem kimse de kabûle mecbûr değil. Âhireti adına faydalı ve yararlı ve istifâdeli buluyorsa, alır, bulmuyorsa bırakır!

“Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” âyeti[3] sırrınca, Cenâb-ı Hakk’a (celle celâluhu) yakın olan zâtların, kabûle karîn istihraclarından, ilhâmlarından ve ma’lûmatlarından süzülen isâbetli kelâmlarından gaflet etmemeyi ve ufkumuzu ve ma’lûmatımızı genişletmeyi, îmânımızı yakînileştirmeyi doğru bulanlardanız. Biz Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaatiz ki, istikâmetimiz biiznillah bu dâirenin hudûdları içindedir …

Peki Risâle-i Nûr eserleri, dinde olmayan yeni bir ahkâm mı getirmiş!?

Hayır! Cenâb-ı Hakk’ın (celle celâluhu) rubûbiyetini, şuunât ve icraatlarını, kâinatta tecellî eden vahdâniyetini ve her bir cüz’de kendini gösteren ehâdiyetini ve Zât-ı Ulûhiyetinin esmâlarını ve sıfatlarını pek yakîni bir sûrette ta’rif ve izâh etmiş!

Evet, Bedîüzzaman Said Nûrsî Hazretleri, hakaik-i İlâhîyeden ve îmâniyeden bahsetmiş, i’câz-ı Kur’ân’ı beyân etmiş, dehşetli tahribâtlara ve Kur’ân’a yapılan taaarruzlara karşı bir sedd-i a’zâm hükmünde risâleleri te’lif etmiş ve zındıkların Kur’ân’a karşı sû-i kasdlarını akîm bırakmış, Haşîr Bahsi ile, Kader Dersi ile umûm avâma dahi mâhiyetini izâh, hakîkatini isbât etmiş, Ayetü’l-Kübrâ risâlesiyle ruhları titretmiş ve Mu’cizât-ı Ahmediye ve Risâlet-i Ahmediye risâleleri ile hakîkat-i Muhammediye’yi (aleyhissalâtu vesselâm) ta’rif etmiş ve yekûnü yüzotuz parçadan müteşekkil bu eser ile, âhirzamanda ki dehşetli hâdisatlar hengâmında îmânların kurtulmasına ve’sile olmuş ve bu kudsî vazîfede istihdâm edilmiştir. Ve milyonları bulan talebeleri ve yaklaşık altmış dile çevrilen risâleleriyle zâten umum ehl-i basîret ve ferâsete kendini çoktan isbât etmiştir!

Ve kendisi hakkında birçok ulemâ ve ehl-i ilmin takdir ve taltifleriyle beraber,

“İstanbul ülemâsının en büyüğü ve en müdakkiki ve çok zaman Müfti-yül Enam olan eski fetvâ emini, meşhûr Ali Rıza Efendi; Birinci Şuâ İşârât-ı Kur'âniye ve Âyet-ül Kübrâ gibi risâleleri gördükten sonra, Risâle-i Nûr'un mühim bir talebesi olan Hâfız Emin'e demiş ki:

‘Bedîüzzaman, şu zamanda din-i İslâma en büyük hizmet eylediğini ve eserlerinin tam doğru olduğunu; ve böyle bir zamanda, mahrûmiyet içinde ferâgat-ı nefs edip yani dünyâyı terkedip, böyle bir eser meydana getirmek hiç kimseye müyesser olmadığını ve her sûretle şâyan-ı tebrik olduğunu ve Risâle-i Nûr müceddid-i din olduğunu ve Cenâb-ı Hak onu muvaffak-un bilhayr eylesin, âmîn’” demiştir…  (Kastamonu Lâhikası)

Son söz:

Zamânımızda Kur’ân’daki âyetleri kendi maksadlarına göre te’vil ederek, âdeta bir senaryo yazarak “Kur’ân böyle diyor” deyip, kendilerini Kur’ân yerine koyarak, karşısındaki Ümmeti tekfîr edecek kadar haddi aşan ve vahyin yalnız tek muhâtâbları ve anlayanları kendileriymiş gibi ahkâm kesenlere karşı, kendilerine ‘bilmeden’ taraftar olanları yine teyakkuza ve dikkate dâvet ediyoruz.

فَمَنْ اَظْلَمُ مِمَّنِ افْتَرٰى عَلَى اللّٰهِ كَذِبًا لِيُضِلَّ النَّاسَ بِغَيْرِ عِلْمٍ اِنَّ اللّٰهَ لَا يَهْدِى الْقَوْمَ الظَّالِمٖينَ

Enam Sûresi, 144. Âyet

Meâlen: “İnsanları bilinçsizce saptırmak için Allah adına yalan uydurandan daha zâlim kim olabilir? Allah, zâlimler topluluğuna hidâyet etmez.”

Selâmet ve hayır duâsıyla…

 


[1] Meselâ, Şûrâ Sûresi, 51; Kasas Sûresi, 7; Taha Sûresi, 38; Meryem Sûresi, 23-26.  âyetler ve ilk makâlemizde temâs ettiğimiz diğer âyetler…

[2] Aynı sûrenin 36.âyetinde anlatılan rü’ya da dâhildir.

[3] Zumer Sûresi, 9. Âyet

İlk yorum yazan siz olun
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.