İlerideki Dokuzuncu Şua’ın âlî dokuz makamı

Hüseyin KARA

Bizi bilimsel araştırmalara aslında Risale-i Nur, yani Bediüzzaman yönlendiriyor. Risaleler dikkatle okunduğunda bu anlamdaki işaretleri net bir şekilde görmek mümkün; bu bağlamda bize yüklediği görev ve sorumlulukları da.

 

Daha önceki dönemlerde İbn-i Sina’nın “akıl buna yol bulamaz” diyerek (1) fazla kalem oynatılamayan ve ancak sona çok yakın çağımızda Bediüzzaman’ın Onuncu, Yirmi Dokuzuncu ve Yirmi Sekizinci sözlerle, bir hayli doyurucu bir şekilde asrımızın ihtiyacına sunduğu Ahiret Gününe imanın, Kur’an’ın üçte birine yakın yerlerinde serpiştirildiğini görüyoruz. Haşir meselesi o kadar önemlidir ki, Kur’an bütün hakikatlerini onun üzerine bina etmiştir (2). Haşirsiz bir hayat düşünülemez; onsuz bütün değerler altüst olur.

 

Bediüzzaman, Muhakemat adlı eserini yazma aşamasında, ilginç bölümlerden sonra eserin sonuna doğru Haşr-i cismani bahsine başlıyor. Mukaddimenin birinci maksadını yazıyor ve Kur’an’da Haşirle ilgili iki delile gelince, “Nahû bismillah…” dedikten sonra kalemi duruyor (3). İlginçtir ki, bundan otuz yıl sonra tutukluk çözülüyor ve Onuncu Sözün yanı sıra diğer Haşirle ilgili risalelerin yazılması nasip oluyor.

 

Gerek Onuncu Söz ve gerekse diğer ilgili risaleler günümüz insanını haşir konusunda en küçük bir şüphe bırakmayacak şekilde doyurmuş olduğu kesindir.

 

Bediüzzaman, Dokuzuncu Şua’ın başlarında “İşte bu Dokuzuncu Şua, mezkûr âyâtıyla işaret edilen dokuz âli makam ve bir ehemmiyetli Mukaddimeden ibarettir” diye ön bilgiyi verir. Mukaddimeyi yazar; ama dokuz makam denilen dokuz berahin, yani delillerin yazılmasına izin verilmez.

 

O zaman Risale-i Nur talebelerinden olan Hafız Ali’nin dikkatini çeker. Bir mektupla bu delilleri Üstadından ister. Bediüzzaman, Nur fabrikası sahibi olan Hafız Ali’nin bu hatırlatmasını önemli bulur. Dokuzuncu Şua’ın sonundaki haşirle ilgili delilleri istediğini teyit eden Bediüzzaman, onun bu isteğine, “Risale-i Nur’un mesaili ilimle, fikirle, niyetle ve kastî bir ihtiyarla değil, ekseriyet-i mutlaka ile sünuhat, zuhurat, ihtarat ile oluyor. Bu dokuz berahine şimdi ihtiyac-ı hakiki kalmamış ki, telife sevk olunmuyoruz (4)” diye cevap verir. 

 

Bediüzzaman, mektubunun devamında iman erkânları içinde Allah’a iman ile Ahiret gününe imandan, İslamiyet’in iki kutbu ve iki güneşi olarak söz eder. Birincisini, Risale-i Nur, tamamıyla delilleriyle izah etmiş olduğunu, Ahiret gününü de Risale-i Nur’daki Onuncu, Yirmi Dokuzuncu ve Yirmi Sekizinci Söz gibi ilgili risaleler tam ispat ettiğini belirterek geniş izah verdikten sonra, şu önemli ve önemli olduğu kadar ince açıklamaya ihtiyaç duyar:

 

“Elhasıl: Risale-i Nur’da iman-ı billah ve iman-ı bilyevmi’l-ahire olan iki kutb-i imanî, tam birbirine müsavi gelecek bir derecede ispat edilmiş. Yalnız bu kadar var ki, haşr-i cismanî kısmen sarihan ve kısmen zımnî ve tebeî ispat edilmiş. Çünkü, bu alem-i şahadet, Saniini gayet sarih ve zahir gösteriyor ve haşri zımnî ve perdeli haber verir. İnşallah bir zaman, Risale-i Nur’un şakirtlerinden birisi veya birkaç tanesi, o dokuz makamı ve berâhini telif edecek ve Mukaddeme-i Haşriyenin başındaki âyât-ı azamın dokuz fıkrasının hazinelerini, Risale-i Nurda münteşir Haşr-i cismanî berahiniyle ve kalblerine gelen sünuhat ve ilhamat ile açıp, Dokuzuncu Şua’ı Onuncu Sözden daha parlak, daha kuvvetli bir tarzda tekmil edecek (5).” 

 

Burada ilginç olan Dokuzuncu Şua’ın dokuz makamının telifini ve Mukaddeme-i Haşriyenin başındaki ayetlerin dokuz fıkrasının hazinelerini açarak tekmilini ilerde gelecek olan Risale-i Nur talebelerinden birisine veya bir kaçına havale etmesidir. Bir isim belirtmediğine göre bu görevin muhatabı Risale-i Nur’a gönül vermiş yeni Said’lerdir. Risale-i Nur bağlıları, iki görevle karşı karşıyadırlar; yani Bediüzzaman hepimize Risale-i Nur’u anlamına uygun olarak evrenselliğe kazandırmayı amaçlayan bilimsel bir görev yüklüyor.

 

Bilimsel bir görev diyorum; çünkü Bediüzzaman, “Çünkü, alem-i şahadet, Saniini gayet sarih ve zahir ve haşri zımnî ve perdeli haber verir.” diye buyurmakla,  “Alem-i Şahadet” yani görünen varlık aleminin Ahiret Gününü perdeli bir şekilde gösterdiğini ifade ediyor. Benim anladığıma göre, nesneler dünyası da Ahiret Gününe işaret eder; ama perdeli ve kapalı bir şekilde. Demek ilerde bilim o kadar gelişecek ki, Ahiret Günü iki kere iki dört eder derecesinde madde diliyle ispat edilecek; buna hiç kimsenin itiraz edecek bir delili kalmayacak. Bunun da bir ya da birkaç Risale-i Nur talebesi tarafından telif edileceğinin müjdesini veriyor Bediüzzaman. O zaman Haşir meselesinin yalnız akılca ispatı ile yetinilmeyecek, aynı zamanda bilimsel, elle tutulacak ve gözle görülecek bir izahı da yapılmış olacak.

 

Bediüzzaman, Hakikat Çekirdeklerinde, benim aciz düşünceme göre bu konunun açılımıyla ilgili ilginç cümlesi var: “Âlem-i şahadet, avalimulguyup üstünde tenteneli perdedir(6).” Sanırım bu perde açılırsa bize göre görünmez âlem bilimsel olarak görülebilecek. Bu elbette fizikçilerin ya da madde dünyasıyla ilgilenenlerin işidir. Kim bilir, tamamen bilimsel olan bu çalışma ile Ahiret Gününe iman belki bir deney ışığında aklın reddetmeyeceği bir şekilde ispat edilmiş olacak. Bu nokta izafiyet teorisi ile de ilgili olabilir. Doğrusunu ortaya koyacak olan Risale-i Nur’u özümseyen bilim adamları olacaktır. O günler çok uzak değil.  

 

Diğer taraftan, Dokuzuncu Şua’ın başındaki ayetler var. Onların tekmili gerçekleşecek. Bu nasıl yapılacak? İlerdeki bahtiyar Said’ler, Risale-i Nur’daki neşredilen risalelerin delilleri ışığında yapacaklar; bir de kalblerine gelen ilhamlarla… Bediüzzaman gibi bir şahsiyet gelmeyeceğine göre, bu önemli görevi üstlenecek Risale-i Nur talebelerinden hummalı bir gayretin içine girenlere herhalde nasip olması gerekir. Öylesine hummalı bir çalışma ki, bu konuda ihlâs başat hareket noktası olacak ve Risaleler, Kur’an ve Hadis’le birlikte bilimsel açılımlar didik didik edilecek; belki de geceler gündüzlere katılacak. Aksine ilham öyle kolay kolay gelmez.

 

Bu Dokuzuncu Şua çerçevesinde ortaya konulacak telif ve tekmil, yine bana göre son derece bilimsel bir çalışma olmalıdır. Yoksa Risalelerdeki Haşirle ilgili deliller tetkik edenleri doyurucu niteliktedir.

 

Bütün bunlar çok yakın bir gelecekte birer bilim adamı olan Said’leri bekliyor. 

 

Dipnot:

(1) Nursî, Bediüzzaman Said (2005) Mektubat, s: 632, Y.A.Y. İstanbul.

(2) Nursî, Bediüzzaman Said (2007) Şualar, s: 301, Y.A.Y. İstanbul.

(3) Nursî, Bediüzzaman Said (2008) Muhakemat, s:223,Y.A.Y.İstanbul.

(4) Nursî, Bediüzzaman Said (2007) Kastamonu Lahikası, s: 298,Y.A.Y. İstanbul.

(5) Nursî, Bediüzzaman Said (2007) Şualar. s:300, Y.A.Y. İstanbul.

(6) Nursî, Bediüzzaman Said (2005) Mektubat s:794 Y.A.Y.İstanbul.

 

huseyinkara@risalehaber.com

 

İlk yorum yazan siz olun
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.