İkinci Şua’yı Anlamak-18

Afife ARTIK

Kudretin nisbeti kanunîdir (2)

İntizam sırrını gösteren temsil: çok büyük bir gemi veya uçağı harekete geçirmek bir düğmesine dokunuvermek iledir. Küçük bir çocuğun oyuncak gemisini hareket ettirmesi kadar kolaydır. Bu kolaylık şüphesiz gemide veya uçakta kurulu bir sistem olması iledir. Düğmeye dokunmak ile birbirini tetikleyen hareketler silsilesini başlatmış olursunuz.

Allah’ın kudreti ve kudreti ile yaratmasında elbette bir silsile düşünülemez çünkü kayyumiyyet var. Fakat kurdet, kader programı ile beraber iş görür. Kader her mevcut için bir miktar tayin eder, ilmî bir kalıp vaz’ eder. İrade mevcudatı birbirinden tefrik edecek düsturları koyarken hikmet de mevcudatın vezifelerine uygun cihazları belirler. Yani; kudret bir şeyi ademden vücuda çıkartmadan evvel (yani bize göre, aklımızın düşünüşüne göre evvel diyoruz) o şey için ilim ve hikmet bir kalıp çizmiş ve azalarını, azlık çokluk, büyüklük küçüklük gibi hususiyetlerini belirlemiştir. Aslında bizim kanun dediğimiz şeyler Allah’ın o şeyi hep belli bir şekilde, belli hudutlar içerisinde, ilim ve hikmetin düsturları ile yapıyor olmasıdır. Kudret öyle bir Zatın kudreti ki o hem Alîmdir, hem Hakîm hem de Mürid. İradesi ile seçer, (seçmesi aynı yaratmasıdır yoksa haşa bizim gibi mevcutlar arasında seçim yapmak değil elbette) hikmeti ile tanzim eder, ilmi ile taktir eder.

İşte her şeyin ölçüsü, kaderi belli iken, taktir edilmiş iken, ilmî vücutları var iken ona vücut vermek noktasında bir zahmet yoktur. İster bir tek zerre olsun ister tüm eczası ile kainat olsun yaratılmaları kudrete nisbeten gayet kolaydır.

İtaat veya imtisal sırrını gösteren temsil: bir komutan “arş” emri ile bir tek askeri harekete geçirdiği gibi aynı emir ile orduyu da harekete geçirir. Bu misalde askerin de ordunun da emre hazır bekliyor olması, emre muti olması noktası önemli. Bir nefer nasıl kumandanından emir bekler ise, ilim ve hikmetin düsturları ile belirlenmiş masnuat da adeta şevk ile ve vücuda çıkmaya can atarcasına kudretten gelen emri beklemektedir. Bir an evvel ademden vücuda çıkıp vazifesi başına geçmek için “kün” emrini alır almaz şevkle fıtratında yazılı olan kaderini yaşamak ve tekvini emirlere imtisalen iş görmek için vücut sahrasına çıkar, vazife başına geçer. Böyle bir emre imtisal noktasında bir zerre ile binler zerre birdirler. Zira her hepsinin de mahiyetinde kudretten gelecek emre imtisal etme iştiyakı vardır.

Yirmidokuzuncu Söz’de itaat sırrının temsilinin hakikatı böyle izah ediliyor: “Şu temsil-i itaat sırrının hakikati şudur ki: Kâinatta, bittecrübe, herşeyin bir nokta-i kemâli vardır. O şeyin, o noktaya bir meyli vardır. Muzaaf meyil, ihtiyaç olur; muzaaf ihtiyaç, iştiyak olur; muzaaf iştiyak, incizab olur. Ve incizab, iştiyak, ihtiyaç, meyil, Cenâb-ı Hakkın evâmir-i tekviniyesinin, mahiyet-i eşya tarafından birer habbe ve nüve-i imtisâlidirler. Mümkinât mahiyetlerinin mutlak kemâli, mutlak vücuddur; hususi kemâli, istidadlarını kuvveden fiile çıkaran ona mahsus bir vücuddur.

İşte, bütün kâinatın "Kün" emrine itaati, Bir tek nefer hükmünde olan bir zerrenin itaati gibidir. İrâde-i Ezeliyeden gelen kün emr-i ezelîsine mümkinâtın itaati ve imtisâlinde yine irâdenin tecellîsi olan meyil ve ihtiyaç ve şevk ve incizab, birden, beraber mündemiçtir. Latîf su, nâzik bir meyille, incimâd emrini aldığı vakit demiri parçalaması, itaat sırrının kuvvetini gösterir.”

Tecerrüd sırrını gösteren temsil: nevlerde ve külliyatta, mücerred bir mahiyet için en büyük ferd veya en küçük ferd ya da hadsiz fertler o mücerred mahiyete nisbetleri aynıdır. Mesela; hayvanlar bir tek nevdir. “hayvaniyet hakikati” dediğimizde bir mahiyet kast ederiz. Bir kelebek olsun veya bir fil olsun bu ikisi de hayvan olmak ve hayvaniyet hakikatini göstermek noktasında birdirler. İster bir tek kelebek olsun ister milyonlar kelebek olsun yine bu hadsiz fertlerin veya bir tek ferdin gösterdiği “hayvaniyet hakikati” birdir. Fertlerin büyük veya küçüklüğü, az veya çokluğu bu mücerret hakikatin tesiri açısından farklı değildir.

Bu yedi sır bize kudret ve kudretin faaliyeti ve o kudret karşısında eşyanın duruşu hakkında bir fikir vermektedir. Maddi nuranî olan güneş nuraniyet özelliği ile bir anda çok aynalarda temessül edebiliyor ise nurların nuru ve en has bir nur olan kurdetin bir anda hadsiz işleri görmesi elbette akıldan uzak olamaz. Ve eşyanın melekutu şeffaf olmasından o kudrete ayna olmalarında bir zorluk yoktur. Mahiyet bakımından kudretten gelen emirlere imtisal etmek meylinde olan eşyanın bir anda kün emri ile vücuda gelmeleri gayet kolaydır. İlim dairesinde kudrete müteveccihen bekleyen eşyanın kudretin emri ile bir anda vücuda çıkmasının akıldan uzak görülecek bir yanı yoktur. Ademi ve vücudu birbirine denk olan mümkin mahiyetlerde bu denkliği bozmakta kudrete ağır gelecek bir taraf yoktur.

Demek kudret, ilim ve irade ile beraber iş görüyor ki bu kanun dediğimiz şeyler de ilim ve iradenin cilvesidir. Kanunların bir harici vücudu yoktur. Tabiri caiz ise bir fiilin iş görme tarzına kanun diyoruz. Mesela; Hafîz isminden gelen hıfz fiili var ve bu fiil her zaman mahlukatın amellerini hıfz etmek, saklamak faaliyetinde bulunuyor. İşte ‘hıfz’ fiilinin her zaman bu şekilde iş görmesine “hafîziyet kanunu” diyoruz. Ya da Fettah isminden gelen ‘fetih’ fiili var. Bu fiil bir çekirdeğin içinde programı bulunan sureti veya embiriyodaki insanın suretini açmak, fethetmek şeklinde işliyor ve biz buna “feth-i suver kanunu” diyoruz. Yani kanunların ayrı bir vücutları yok. Bununla beraber bize bir hakikati gösteriyorlar. Ruh ise, o da emirden gelmekle beraber bir harici vücudu var. Harici vücut; maddi ve gözümüzle görünen vücut demek değil. Zira ruhun böyle gözle görünen bir vücudu söz konusu değil. Bedenimiz ise onun evi. Yani ruhumuz bedenimizin içinde yaşıyor fakat bedeni elbise gibi giymiş değil. Bedenin ise altı ayda bir tüm zerreleri yenileniyor. Fakat biz 5 yaşında iken bir insana ne adla sesleniyor isek 55 yaşına gelince de aynı adla sesleniyor ve aynı kişi olduğunu biliyoruz. İşte bu aynılık ruhtan kaynaklanıyor, yoksa cesedi tamamen değişmiş ve 55 yaşına geldiğinde, 5 yaşında iken taşıdığı hiçbir zerreyi taşımıyor. İşte bizim Türkiye’deki bir çiçeğe de, Mısır’daki bir çiçeğe de “çiçek” dememiz ya da “papatya” dememizin sebebi de kanunlardır. Eğer kanunların harici vücudu olsa o nevler için birer ruh olacaklardı.

Emirden gelen ruh da bir anda pek çok işler görmekte. Hem görüyor, hem işitiyor, hem konuşuyor, hem tutuyor, hem latife-i rabbaniyesi ile Allah’a müteveccih oluyor ve daha pek çok işi bir anda görebiliyor ve biri birine mani olmuyor. Hatta kabiliyeti gelişirse bedenin her zerresi ile bile görebiliyor. Gelişmezse, sadece göz penceresinden seyir ediyor. Ruhun bu özellikleri hayatın ta kendisi olmasıyla yakından alakadar. Zira hayat bir hülasalar yumağı. Görmek, işitmek, konuşmak, irade etmek ve daha pek çok şey ruh ile oluyor. Hayatın içinde ne varsa ruhta var. Kainatın içinde de ne varsa hayata hizmet ediyor. Böylelikledir ki insanın ruhu inbisat etse kainatın içindeki tüm eczaları kendi eli ayağı, gözü kulağı gibi kullanabiliyor. Bir tesbihin boncukları yerine yıldızlar ile zikrini çekebiliyor. 

Hayatın zatı olmak ile ruh bu kadar harikalara mazhar olursa; Hayat sıfatı kendisinin subutî sıfatı olan ve Hayy ismi ile mevsuf olan Zat-i Ferd-i Ehad’in zati ve nuranî kudreti için ne ağır olabilir ki? Hangi iş hangi işe mani olabilir. Bu kudret karşısında hangi şey nazlanabilir?             

İşte böylelikle Zat-ı Ferd-i Ehad’in kudretine nisbetle bir baharı yaratmak bir çiçek kadar kolay olması, en büyük şeyi de en küçük gibi kolay icad etmesi hakikatine aklımız bir derece yakınlaşmış oldu.   

Yorum Yap
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
Yorumlar (1)
Yükleniyor ...
Yükleme hatalı.