Hüsran

Metin KARABAŞOĞLU

Kur'an'ın şu dünya hayatının faniliğine, onun bir aldanış metaından öte birşey olmadığına, asıl olanın ahiret yurdu olduğuna dair ikazları akılları durmaksızın uyarıp dururken; dahası, şu gözümüz önündeki ölümler, zevallar, yitip gidişler dünya fani gerçeğini sürekli bize tebliğ ederken, insanların fani dünyanın fani yüzüne kapılıp kalmalarını, hele ki şu fani dünyanın fani menfaatleri yüzünden kendilerini ebedî felâketlere atacak işlere imza atmalarını bir türlü aklım almıyor.

Ertesi sabaha çıkacağının garantisi yokken, bir insan nasıl bir başka insanın elindekine gözünü diker? Ertesi ay bu dünyada yaşıyor olacağını kimse garanti edemezken, ertesi seneyi ‘garantiye almak’ adına bir insan nasıl yalan söyler? Hesap Günü zerre miskal hayır gibi zerre miskal şerrin de hesabı görülüp karşılığının verileceği Kur’ân adlı o eşsiz fermanla açık ve berrak bir şekilde kendisine bildirildiği halde, insanlar nasıl haksızlığa yeltenir, nasıl ölçüde tartıda hileye kalkışır, nasıl adaletten sapar?

Dedim ya, aklım bir türlü buna cevap bulamıyor.

İnsanın, başkasına zararı dokunmadan sırf kendine zararı dokunan yanlışlara duçar olmasını bir derece anlayabiliyorum da, şehidin dahi ‘kul hakkı hariç bütün günahları affedileceği’ nebevî haberine rağmen, insanların kul hakkı karşısında bu kadar umarsızca durmalarını hiç mi hiç anlayamıyorum.

Haydi çok aldatıcı olan şeytan nefsiyle baş başa kaldığında insanı “Allah Gafûr’dur, Rahîm’dir; sonra istiğfar edersin, seni affeder” diye rahmetine yanlış bir surette güvendirerek kandırdı ve nefsinin emirlerine meylettirdi diyelim; peki nasıl olur da insan Hesap Gününü de bildiği halde başkasının hakkına girer? Hem, nasıl olur da Allah’ın Semî’ ve Basîr, Latîf ve Habîr olduğunu bile bile yalana tevessül eder?

Yakın zamanda gözümün önünde cereyan eden bir ‘düşüş,’ Asr sûresinin aydınlığında aklıma bir türlü sığmayan bu hallerin bir izahına kavuşmamı sağladı ne yazık ki...

Asr’a yemin ile başlayan bu sûrenin; meselâ ‘dehr’e değil de, zaman olarak ‘asr’a andolsun diyor olması, başlıbaşına manidar bir husus elbette. Asr ki, zamana işaret ediyor olmanın yanısıra, bir açıdan yüzyıl gibi uzun bir zamanı ifade ediyor, ve muhtemelen âyette asıl murad olunan mânâsıyla ‘ikindi vakti’ni işaretliyor. Bu mânâsıyla, sûrenin ilk âyeti, tabir yerindeyse, haydi henüz dünya sabahında, uyku mahmurluğu içinde veya henüz dünya güneşi tam üstünüzdeyken aldanmışlığınızın bir açıklaması olabilir; ama o dünya güneşi eğilip zevale doğru yol bulmuşken, gününüz, ömrünüz ve koca dünyanın ömrü ikindiye erişip guruba doğru yol almakta iken, dünyanın ve bu dünya içinde insanın faniliği aşikâre ortaya çıkmışken, insanın hâlâ daha hakkı görüp ona göre yolunu çizemiyor oluşundaki garabete dikkat çekiyor.

Ve, bir sonraki âyetiyle, bu garabetin akıbetini insana gösteriyor: “Asr’a andolsun, insan muhakkak hüsrandadır.”

Dünya fani, ben faniyim, bel bağladığım herşey fani diye bildikten sonra, nasıl bu fani dünyaya ruhunu boğdurabilir, nasıl bu fani dünyanın fani metaları için vicdanının rağmına yalana yanlışa kalkışabilir ki insan? ‘Asr’a, dünyanın faniliğinin apaçık anlaşıldığı bir uzun hayat tecrübesine rağmen böyle yapabiliyorsa, demek ki, akledip ders alma, hadisattan hakikate yol bulma yeteneğini yitirmiştir o insan; dolayısıyla, hüsrandadır.

Bu hüsrandan uzak durabilmenin ise, hepsi de hakikati görüp ona râm olabilmeye bakan üç istisnaî şartı vardır: “iman edip amel-i salih işleyerek birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye edenler müstesna.”

İşte tam da burada, hüsrana düşmemek için, ‘asr’dan ders almışlığın bir nişanesi olarak, sûreler boyu defaatle zikredilen iman ve amel-i salih’in yanında, bir üçüncü şartı zikrediyor Kur’ân: “birbirine hakkı ve birbirine sabrı tavsiye.”

Demek ki, iman ediyor, amel-i salih işlemeye gayret ediyor olduğu halde insanı ‘hüsran’ riskine açık halde tutan bir keyfiyet var ki, o keyfiyet ancak ‘birbirine hakkı ve sabrı tavsiye’ edebiliyor olunduğunda izale oluyor.

Ki, üç âyetlik bu kısa sûrenin bu en son ifade grubu, hem her iki kısmında da yer alan ‘tevâsav’ ile, hem de hakkı ve sabrı birbiri ardı sıra zikretmekle insana büyük dersler veriyor.

En başta, ‘tavsiyeleşmek,’ birbirine tavsiyede bulunmak anlamına gelen ‘tevâsav,’ iki tarafın da beslendiği, iki tarafın da birbirine destek ve yardımcı olduğu bir muhatabiyete dikkat çekiyor. Demek ki, insanların yalnızca bir kısmı tavsiyeye muhtaç değil; başkasına tavsiye eden kişinin de tavsiyeye ihtiyacı var. Demek ki, iman edip amel-i salih işleyenlerin bir kısmı aynı zamanda tavsiye eden makamında olup, başkaları tavsiye edilen makamında değil. Tavsiyeye her iki tarafın, herkesin ihtiyacı var. Demek ki, hakikî ve samimî bir beraberlikte iki taraf da birbirini besliyor, birbirini tamamlıyor, yekdiğerinin zihinsel veya duygusal kilitlenme anlarında tavsiyeleriyle birbirine yardım ediyor.

Hem, bu tavsiyenin yalnızca ‘hakkı tavsiye’ noktasında olması da yetmiyor. Bize hakkın tavsiye edilmesine ihtiyacımız olabilir, kardeşimize hakkı tavsiye etmemiz gerekiyor olabilir; ama sadece bu düzeyde bir tavsiye, belki tavsiye edilen hak sayesinde ‘zihinsel’ kilitlenmeyi aşmamıza yardımcı olurken, bu hakikati görmüşlükten bu kez bir öfke ve hınç üretmek sûretiyle yahut kendi iç dünyamızı bu hak muvacehesinde yeniden biçimlendirmeye çalışırken aceleci davranıp ye’se kapı aralamak sûretiyle bizi duygusal bir kilitlenmeye sürükleyebilir. O yüzden, ‘tavsiyeleşme,’ sadece hakkın tavsiyesi ile sınırlı değildir. Tavsiye edilen, bu hakkın tatbikinde ‘sabırlı’ olmaktır; yani, birbirine hem hakkı, hem de sabrı tavsiye etmektir.

İşte dünyanın zevale meylettiği, insanın üstünden dünya hayatının hakiki yüzünü, zevalini ve fenasını gördüm diyebileceği kadar bir tecrübeye eriştiği şu ‘asr’da hüsrandan yakasını ve paçasını kurtarabilmenin lâzımı, ‘iman edip amel-i salih işleyerek,’ birbiriyle hakkı ve sabrı tavsiyeleşenlerden olabilmektir.

Yok eğer iki insan biraraya geldiğinde birbirlerine tavsiye ettikleri yalan, hile, hüd’a, fitne ise, onları bir büyük hüsran beklemektedir.

O halde, demek ki, arkadaşlarımızın niteliği ve arkadaş olarak bizim niteliğimiz, ‘hüsran’a düşüp düşmeme noktasında önemli bir kıstas niteliğindedir. Arkadaşımıza, dostumuza, karşımıza çıkan muhatabımıza hakkı ve sabrı mı tavsiye ediyoruz; yoksa hilesine, hud’asına, yalanına, tuzağına aklımızı ortak ediyor veya şu fani dünyanın fani menfaatleri hesabına ona hile ve hud’a mı tavsiye ediyoruz? Hem, uğradığı bir musibet veya haksızlık karşısında, bir dostumuza, arkadaşımıza, muhatabımıza öfke ve aculiyet mi tavsiye ediyoruz; yoksa hakkını tahsil yolunda sabır ve itidal üzere olması gereğine mi dikkat çekiyoruz?

İki insanın gözümün önünde birbirine tavsiye edip durdukları şeyin hak ve sabır değil, haksızlık ve hile, yalan ve aculiyet, fitne ve öfke olduğunu vukuundan sonra anladığım bir hayat tecrübesi hengâmında, Asr sûresi, bu mânâlarını dünyama açıverdi işte.

Ve bu mânâların hatırına, insanlar eliyle kurgulanıp ucu bana da dokunan bir musibete göz baş üstüne diyebildiğim gibi, şükretmem gereken bir büyük nimeti de bu vesileyle fark ettim.

Şükürler olsun Rabbim; bana, ihtiyacım olduğu anda hakkı ve ihtiyacım olduğu anda sabrı tavsiye eden arkadaşlar nasip ettiğin için...

Şükürler olsun Rabbim; bana, arkadaşına ihtiyacı olduğu anda hakkı ve ihtiyacı olduğu anda sabrı tavsiye edebilir bir ahlâk nasip ettiğin için...

Yorum Yap
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
Yorumlar (3)
Yükleniyor ...
Yükleme hatalı.