Hüsnü Bayram Ağabey ile Avustralya Günlerimiz -2-

Dr. M. Rıza DERİNDAĞ

Hüsnü Ağabey ile ilk olarak Melbourne şehrine vardık. Kalabalık ve şevkli bir cemaat Hüsnü Ağabeyi karşılamaya gelmişti. Dünyanın bu bir ucundaki Nur Talebeleri halleriyle Medine’de umrecileri Ramazan iftarına davet etmeye çalışan çocukları andırıyordu. 22 saat süren yolculuğa rağmen Hüsnü Ağabey dersaneye iner inmez ders başladı. Tesanüd ve muhabbete atıfta bulunan dersler oldu bu ilk gecede. Üstadımızın Isparta’da son deminde ikamet ettiği hane-i mübarekelerini derhatır ettiren bu iki katlı dersanenin bütün odaları, mescidi Avustralya Nur talebeleri tarafından doldurulmuştu.

Dünyanın bir ucuna da gitseniz Nur dersaneleri aynı... Şu Roxburg Dersanesindeki hal ve bu minval üzere Nurcuların ahvali Serdengeçti’nin ‘Kur'ân henüz yeni nâzil olmuş gibi, herkes aradığını bulmuş gibi bir hal var onlarda. Said Nur ve talebelerini seyrederken, insan kendini âdeta Asr-ı Saadette hissediyor. Yüzleri nur, içleri nur, dışları nur hepsi huzur içindeler. Temiz, ulvî, sonsuz bir şeye bağlanmak, her yerde hâzır, nâzır olana, âlemlerin yaratıcısına bağlanmak, o yolda yürümek, o yolun kara sevdalısı olmak Evet!.. Ne büyük saadet!’ satırlarını hatırlatıyordu.

VE NURLU HATIRALAR…

Ders Usulü;
Hüsnü Ağabeyi bu fakir ilk defa 1996 tarihinde Elaziz’de Hulusi Ağabeyin mevlidinde görmüştüm. Bana en çok tesir eden hali ders okuması olmuştu. Adeta karşısında hiç kimse yokmuş gibi ders okuyordu. Sanki o koca mevlid çadırında sadece kendisi varmış gibi tamamen kendi nefsini muhatap alarak okuyordu Hüsnü Ağabey…
Işte aradan geçen 17 sene zarfında Hüsnü Abinin okuma tarz ve üslubunda bir değişiklik olmamıştı.
Hüsnü Ağabey Nurlardan imani bahisleri uzun uzun okuyor, bazen bir cümle veya paragrafı bir kaç defa okuyordu.Nadir olmakla beraber bazı kelimelerin lugat manalarını da zaman zaman veriyor, akabinde manasını verdiği kelimenin içinde geçtiği cümleye tekrar dönüyor ve baştan okuyordu.
Lahikalardan şayet bir ders okuyorsa o lahika ile alakalı hatıralarına da bazen atıfta bulunurdu.

Emirdağ Lahikası-1’de bahsi geçen, garip ve acib bir hadise başlığı ile bir haşiyede yer bulan mesele okunurken Hüsnü Ağabey şunları anlattı;

“Osman Çalışkan Üstadımızı ziyarete gelmişti. Böyle zaman zaman bazen haftada bir kaç gün, Mehmet ve Osman Çalışkan Ağabeyler dükkanlarına gitmeden evvel sabahları Üstadımızı ziyarete gelir, hal hatır sorar ve dua isteyip giderlerdi. Bu defa Çalışkan Ağabeye Üstadımız ‘kardeşim git buraya sivil polisler gelmişler. Onları bana çağır’ dedi. Çalışkan Ağabey ‘emredersiniz Üstadım’ der ve çıkar. Çıkar çıkmasına da polisler sivil, Emirdağ büyük bir ilçe, ben nereden bulacağım diye de düşünmeye başlar. Çarşıya varınca kıraathaneye girer, biraz bakındıktan sonra iki zata gözü ilişir.Yanlarına yaklaşır ve ‘Üstadım size bekliyor’ der. Adamlar neye uğradıklarını anlayamazlar. Çalışkan Ağabeyin peşinden giderek Üstadımızın huzuruna çıkarlar. Üstadımız ‘bakın kardeşlerim ben en az bin muhafız kadar bu milletin asayişini muhafaza ediyorum. Sizlere yardım ediyorum. Siz namazlarınızı kılıyor musunuz?’ der. Polisler şaşkın, ‘efendim bazen kılıyoruz’ falan diyebiliyorlar. ‘Kainatta en mühim namazdır kardeşlerim, sakın sakın namazınızı bırakmayın, bakın Kur’an’da laakal 100 yerde namaza emir var. Hem namaz kılmayanlar için şiddetli tedib var’ gibi namaza dair mühim bir iki hakikati ders verdikten sonra müsbet hareket, asayişi muhafaza vs. mevzulara da değinir. Polisler müsaade isteyip ayrılırlar ve Emirdağını terkederler.”

“Yine bir gün Emirdağ’a gelen bir emniyet mensubunu Üstadımız çağırır ve aynı manada namaza dair ders verir, asayişi muhafaza noktasında da, bakın der, ‘benim çok fedakar talebelerim var, birisine emretsem şöyle şöyle yapar’ der. ‘Hüsnü’ der birden. ‘Emredin Üstadım’ diye mukabele eder Hüsnü Ağabey. ‘Ben sana şimdi desem git Rusya’da Lenin’i öldür ne yaparsın?’ ‘Giderim Üstadım’ diye cevap verir Hüsnü Agabey. Emniyet mensubu bu feragat ve fedakarlığın zirvesindeki talebeleri görünce hakikaten Nur Talebelerinin müsbet hareket ve asayişi muhafaza noktasında Üstadlarına ne kadar bağlı olduklarını anlar, tarziye verir.”

Üstadımızın yüzüne gözüne pek bakılmazmış dedik Hüsnü Ağabeye. Kardeşlerim dedi, bilirsiniz nazar deveyi kazana adamı mezara kor. Üstadımız isabet-i nazardan çekinirdi. Bizler Üstadımıza normal bir şekilde bakınca bir şey demezdi, fakat böyle olağanüstü bir insan nazarıyla baktığımızda çok rahatsız olurdu. Fakat bazen yeni traş olduğunda yüzü çok farklı olur, çok güzelleşirdi, ben gayri ihtiyari “Üstadımız ne kadar yakışıklı” diye yüzüne hayran hayran baktıydım, “nazar etme keçeli” diye ikaz etti beni.

Namazları ekseriyetle odasında Zübeyir Abi, Hüsnü Abi ve Üstadımız kılarmış. Diğer abiler eğer misafir de varsa hep birlikte Tahiri Ağabeyin imamlığında salonda kılarlarmış. Bir gün Zübeyir Ağabey “haydi cübbe ile kılalım” diye sarık cübbe Üstadımızın huzuruna varmışlar Hüsnü Ağabeyle. Üstadımız “fesubhanallah, maşaallah siz ne zaman icazet aldınız, alim oldunuz” diye mülatefede bulunmuş. Bir daha cübbe ile Üstadın arkasında namaz kılmamışlar.

ÜSTADIN BARLA’YA GİDİŞİ

Üstadımız ile birlikte Barla’ya giderdik. O zamanlarda Barla’ya yol yoktu. Afedersiniz keçi yolu derlerdi. Oraya at getirirler ve o at ile Üstadımız gider biz de peşinden giderdik. Bir defasında at ürkmüş, Üstadımız tehlike geçirmişti. Öyle olunca Zübeyir abi atın yularından tutar ben de üzengiden Üstadımızın ayağını tutardım. (Hüsnü Abi bu hatırayı kendisine Üstadımız arabada giderken bir şeyler okur yahut okutur muydu suali üzerine anlattı.) O vaziyette kitap okurdum. Yani bazen öyle yarım saat okurdum, yol hep taş ve çalı, düşme tehlikesi çok olduğu halde Üstadımız okuturdu. Barla’ya o zaman vardığımızda Üstadımız çınar ağacına ve o ilk medresei nuriyeye bakarken ağlamış ve hüzünlenmişti.

Üstad, Barla’dan yirmi beş sene evvel ayrılmış ve o zamana kadar hiç gitmemişti. Barla ile, kendi Nurs köyünden ziyade alâkadardı. Çünkü, hayat-ı maneviyesi olan Risale-i Nur burada telif edilmeye başlamıştı. Kur’an-ı Hakîmin hidayet nurlarını temsil eden Sözler ve Mektubat ve lemeat-ı nuriye buradan etrafa yayılmıştı. Bu itibarla Barla, Risale-i Nur dershanesinin ilk merkezi idi.

Barla’daki hayatı gerçi nefiy ve inziva içinde ve tarassud altında geçmekle acı idi; fakat Risale-i Nur hakikatlerinin telif yeri olduğundan Üstad’ın en tatlı ve şirin hayatı da yine Barla hayatıdır denilebilir. Bu defa Barla’ya nefiy ile değil, hapis ile değil, kendi rızası ile ve serbest olarak gidiyordu. Güzel bir bahar günü Barla’ya geldi. Barla’daki talebelerinin mühim bir kısmı Üstad’ı karşıladılar. Üstad, sekiz senelik ikâmetgahı olan Medrese-i Nuriyesine yaklaşırken kendini tutamadı, mübarek gözlerinden yaşlar boşandı. Haşmetli çınar ağacı da adeta kendisini selâmlıyordu. Bir vakitler –yani Barla’da– sekiz sene ikâmetten sonra Isparta’ya celb edilmişti. O zamanki gidişinde mübarek çınar ağacı Üstadı manen teşci etmiş, haşmetli kanatları olan dallarının Cenab-ı Hakka olan secdevâri ubudiyetiyle Üstadı uğurlamıştı. Bu defa da yine uzun bir müfarekattan sonra tekrar Üstada kavuşmanın süruru içinde Hâlik-ı Rahmana secde-i şükrana kapanıyordu. Üstad, o mübarek çınar ağacına sarılmış yanındaki talebelerine ve ahaliye kendisini yalnız bırakmalarını söylemişti; zaten göz yaşlarını tutamıyordu. Sonra, Nur Dershanesi olan odasına girdi ve iki saat kadar kaldı, hazin ağlayışı dışarıdan işitiliyordu.

Evet, şüphesiz rahmet-i ilâhiyenin nihayetsiz tecellilerine mazhardı. Bir zamanlar Şarkî Anadolu’dan Isparta havalisine sürülmüştü... Isparta’dan da, dağlar arasındaki Barla nahiyesine nefyedilmişti.. Burada ölüp gidecekti. Eski tarihçe-i hayatının şehadetiyle çok kahraman ve fedakâr olan bu zat, doğrudan doğruya Kur’an-ı Hakîmin hakikatlerini benimseyen; ferdî ve millî saadeti, İslâmiyet hakikatlerine sarılmakta gören ve bunu haykıran ve delâil-i akliye ile ilim meydanına çıkan bir kimse idi.

Üç devir geçirmiş, cebbar kumandanlara boyun eğmemiş, kudsî davasından dönmemiş; yaralanmış, zehirlenmiş, ölmemiş; dağlar gibi hadiselerin dalgalarından yılmamıştı...

Milletleri, kavimleri içine alan, zihniyet ve telâkkileri değiştiren, asr-ı hâzırın cereyanları, bu zatı Kur’an ve iman davasındaki yolundan çevirememişti. O, ruhundaki şecaat-ı imaniye ile kat’î inanıyordu ki, dava ettiği hakikat bir gün milletçe benimsenecek; bir Said, binler belki yüz binler Said olacak; insanlık camiasında neşrettiği hakaik-ı imaniyenin fütuhatı ve inkişafı başlıyacak ve âfâk-ı İslâmı saran zulmet bulutları Kur’an’dan eline verilen bu meşale-i hidayetle dağıtılacak. Ölmeye yüz tutmuş zannedilen iman ruhu yeniden canlanacak.. Canlara can katacak.. Manen ölmeye yüz tutan millet-i İslâmiyeyi ihya edecek.. Aleme efendi olan İslâmiyetin biiznillah cihana efendiliğinin maddî manevî mübeşşiri olacaktı.

İşte, bu kudsî hakikatin hamili ve naşiri olan ve hakikatte bugünkü beşeriyetin medar-ı iftiharı bulunan bu aziz zat, din düşmanlarının plânıyla –vaktiyle– bu beldeye gönderilmiş. Anadolu’da tesis ettirilen rejimin aleyhinde bulunmasına, fiilî müdahalesine mümanaat olunmuştu. Heyhat! Esasen kendisi siyasetten çekilmişti; ehl-i dünyanın dünyasına karışmıyordu; o, istikbali nurlandıracak bir hakikatin telif ve neşrine çalışıyordu.Kâinatın sahibi ve hadiselerin mutasarrıfı olan Allah; onun hâmisi, muini ve yardımcısı idi.

İşte, otuz sene sonra tekrar Barla’ya döndüğü zaman, hizmet-i imaniyesinde nail olduğu büyük ikramları, inayetleri düşünerek, müşahede ederek mesrur oldu ve sürurundan ağlıyordu, secde-i şükrana varıyordu.

Hâl-i hazırda Üstad Isparta’da ikamet eder. Bazen Emirdağ’a, bazen Barla’ya gider. Buraları, Risale-i Nur’un telif ve inkişaf merkezleri olduğu için ruhen çok alâkadardır. Hem, kendisi doksan yaşına yaklaştığı ve birçok defalar zehirlendiği için, rahatsızdır. Hastalığı tarif edilemeyecek derecede ağırdır ve şiddetlidir. Ruhen, hissiyatı kuvvetli; ve âlem, bahusus âlem-i İslâm, bilhassa Risale-i Nur dairesi, vücud-u manevisi hükmünde olduğundan, her iki vücudundaki ızdırap şedittir. Gerçi talebelerinin duaları ve neşr-i envar-ı imaniye o ızdırabına bir merhem ve deva ise de, yine de pek vâsi şefkatı itibariyle zaman zaman ızdırabı şiddetlenmektedir. Bu itibarla, tebdil-i havaya çok muhtaçtır. Bir yerde fazla kalamıyor. Tebdil-i havaya çıktığı zaman hastalığı kısmen azalıyor, rahat nefes alabiliyor.

Üstad, Risale-i Nur kesretle intişar ettiğinden ve her yerde pek çok Nur talebeleri mevcut olduğundan halklarla konuşmayı tamamıyla terk etmiştir. “Risale-i Nur, benimle sohbetten on derece ziyade faidelidir” deyip ziyaretçi de kabul etmemektedir. Hattâ yanındaki talebeleriyle dahi zaruret halinde konuşmaktadır.

Artık hayatının son safhasına geldiğini söylemekte, daima içinde yaşadığı ayı çıkarabileceğinden şüphe eder bir vaziyette ecelini beklemektedir. Nurların neşriyatından memnun ve müteşekkirdir. Millet ve devletçe İslâmiyet ve saadet yolunda atılan her adımı takdir ve tasviple karşılamakta. Hak yolunda yürüyen, İslâmî şeairi ihya edenlere dua etmektedir. Aynı zamanda, âlem-i İslâmın maddeten ve manen selâmet ve saadetini dilemekte ve bu yolda girişilen dahil ve hariçteki gayretlerden hadsiz derecede sevinç ve memnuniyet duymaktadır.

Risale-i Nur’u Kur’an-ı Hakîmin bu zamana mahsus bir mucizesi bilmekte, bu vatanı komünizm tehlikesinden Risale-i Nur’daki hakikat-ı Kur’aniye muhafaza ettiğini beyan etmekte ve âlem-i İslâmla hakiki kardeşliğe ve uhuvvete ve ittifaka medar olacağını, dünyevî ve uhrevî saadetimizin bu hakikate yapışmamızda bulunduğunu duyurmaktadır.

Risale-i Nur’un Anadolu’dan başka diğer Müslüman memleketlerde yayılmasının elzem olduğu kanaatindedir. Siyasî gayret ve faaliyetlerden evvel, Risale-i Nur’un neşrolmasının daha menfaattar olacağını ihbar etmektedir.

ARABA MEVZUSU

Üstadımız zaman zaman Emirdağ’ın kırlarına giderdi. Ekseriyetle fayton tutardık. Daha sonra Konya’da Halıcı Sabri Ağabeyler bir jip alıp göndermişlerdi. Tabi bu eski zaman jiplerinden. Yani askeriyede kullanılan, etrafı açık branda ile kaplı jipler. Üstadımız üşüyordu o jipte. Arkaya yastık vs. yapmıştık bir de mangal yakar ben arkada mangalı tutardım, Üstadımız o arabanın içinde yanan mangal ile ısınırdı. Çok tehlikeli oluyordu. Zaten malumunuz o araba ile alakalı bazı mevzular Lahikada geçiyor. Biz tekrar onu göndertmiştik. Bu arada bir araba daha gelmişti, yani Üstadımız onu da zaman zaman kiralardı, muhakkak parasını verirdi. Araba Üstadımızın adına değildi yani. Ceylan Abi kullanırdı. Üstadımız bir yere gideceği zaman arabayı getirirdi, kullanılmadığı zamanlarda taksi durağında dururdu ve müşteri taşırdı bu araba. Hatta bazen Üstadımız arabayı sorar bulamazdık.

1957 seçimlerinde işte bu araba taksi durağından Emirdağ ilçe başkanı tarafından kullanılmış yani kiralanmıştı. Devrin medyası habbeyi kubbe yapmış, Bediüzzaman’ın arabası DP mitinglerine adam taşıyor diye bir çok yaygara çıkartılmıştı. Üstadımızın ise birşeyden haberi yoktu. Yani bu arabanın bu şekilde istimaliyle alakalı bir teşviki olmadığı gibi zaten araba kendisinin de değildi. Ceylan abiye Üstadımız “sana araba kullanma izni yok” diyordu, fakat Ceylan abi çok meraklıydı arabaya. İşte bu hadisat hengamesinde Üstadımız Hüsnü Ağabeye “şoförlük öğren” diyor. Hüsnü Abi de “Üstadımız beni imtihan ediyor” diye düşünüyor. Fakat bu son hadisat üzerine de üç defa söyleyince İstanbul’a gidip iki haftada şoförlük öğrenip geliyor Hüsnü Abi.

Bu arada 1958 senesi gelmiş ve Amerikan Konsolosundan kalan Şavrole marka araba satın alınmıştı. Emirdağ’da Ceylan abi de yanında olmak kaydıyla bir kaç kez Üstadımız test sürüşü yaptırır Hüsnü abiye. Bir iki hatası olsa bile Üstadımız “maşaallah tam, tam” der. Üstadımızın son iki senesinde ki bütün seyahatlarinde artık Hüsnü Abi vardır ve en yakın talebesi, evladı, sadık bir nur talebesi olarak ebedlere uzanacak saadetli bir iklimin temsilcisi olan Hüsnü Ağabey Üstadımızın şoförlüğünü de üstlenmiştir. Hemen belirtelim ki şoförlük Hüsnü Ağabey derhatır edildiğinde en son akla gelecek husus olmalıdır. Üstadımızın hem evladı manevisi, hem vekili ve varis-i mutlak payesinin mazharı bir Ağabeyi sadece son iki senesinde Üstadı Azamın seyahatlarınde şoförlük vazifesini deruhte etmesine mebni şoför olarak nitelemek ve Onu böyle tanıtmak hakikate ve lahikalardaki vasiyetnamelere en büyük bir hakikatsizlik ve Üstadımızın hatıratına büyük bir hürmetsizliktir.

İnşaallah bu yazı dizisinin üçüncü bölümüne Üstadımız ile alakalı Hüsnü Ağabeyin anlattığı hatırata ve Avustralya’da Nur Merkezi, Bilim Müzesine ve Shepperton (Şekerton Dersanesine) yaptığımız ziyaretlerden bahsederek devam edeceğiz.

Yorum Yap
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
Yorumlar (7)
Yükleniyor ...
Yükleme hatalı.