Romanda Tefekkür!

Hüseyin YILMAZ

Dostlar, Üstad'ın hayat hikâyesi "KUTUB YILDIZI" romanından kısa parçalar neşretmemin temel sebebi sizlerle bu kısa metinler üzerinden bir meşveret zemini bulmak, düşüncelerinizden istifade etmek, hissiyatınıza muttali olmakdır.

Aşağıdaki kısmın benzerleri bilhassa Külliyatın telifi faslı başladığında benzer veya başka şekillerde çok sık okuyucunun karşısına çıkacak. Şimdiden soruyorum ki, faydalı düşünceleriniz geldiğinde geç kalınmamış olsun.

Tahlil, tenkid, itiraz ve tashihlerinizi samimiyetle bekliyorum. Neticede yazdığımız Nass değil, yanlışları, zayıflıkları da olacakdır. Erken düzeltmek, asgariye indirmek için gayret ediyorum.

***

Van'a geçmeden önce bir müddet Vestan'da —Gevaş— kalmaya niyetlenmişti. Orada küçük bir camiin yaşlı imamının beş-on talebeye hakikatli dersler verdiğini, derin bir âlim olduğunu işitmişti. Ders almasa bile Vestan'ın güzel bir yer olduğunu çok kişiden dinlemişti, hava değişimi noktasından bir müddet orada kalmasının sıhhatine iyi geleceğini düşünüyordu. Zihnen dinlenmeye, durulmaya, sakinleşmeye ihtiyacının olduğunu başkasından saklasa bile kendisinden saklamaya çalışmıyordu.

Daha doğrusu bu, bir dinlenme ihtiyacından çok, doyurulma, tatmin edilme ihtiyacı idi. Zihnini doyuracak kaynaklara, çöl kazazedelerinin suya olan ihtiyacı kadar muhtaçdı. Kana kana içebileceği kaynaklar olmalıydı; onları arıyordu, o sevda ile yollara düşmüştü. Ya bulacak ya da huzursuzluk içinde boğulup gidecekti.

Aklı herkesten farklı çalışıyor, herkesten fazla soru soruyor, rahatsız ediyordu. Herkesin çok uzakta gördüğü ölümle o burun buruna yaşıyor, dehşete kapılıyordu. Hayır, korktuğu şey ölümün kendisi değil, arkasında sakladığı sırdı; açıldığı dipsiz uçurum veya ebedî bahar bahçeleriydi, Cennetti... O sırrı bilmek istiyordu, Allah'ın varlığı gibi, âhiretin geleceğine de sisler arkasından bakmak istemiyordu. Her şey net ve parlak olmalıydı; karanlık köşeler, cevabı bulunamamış sualler yaşamamalıydı aklında. Aklın mükellefiyeti yol göstermek, meselelerini çözmekse bu en büyük meselelerini de çözmesi gerekiyordu.

Cevab bulamadığı medreselerde bir müddetten fazla kalamıyor, hocaları dinleyemiyor, feyiz alamıyordu. Asırların bu bezdirici tekrarlarını bir külfet, bir oyalama gibi görüyordu. İlme ulaşmanın daha kestirme, daha emin, daha muayyen bir yolu olmalıydı. İlim daha net, daha şeffaf, daha parlak olmalıydı. Yoksa, kendisi bir şeyler yapmalıydı, yapabilmeliydi ama nasıl? Ne yazık ki, bu sualin cevabına henüz sahib değildi; sadece bıkmadan, usanmadan arıyordu.

Kitablar kadar, belki onlardan daha çok, tefekkür aydınlatıyordu yolunu. Müşahedeye kilitleniyor, var olandan hareket ediyor, mevcuddan yürüyordu. Bazen nazenin bir çiçek, bazen küçük bir sinek, bazen tek bir uzuv, tek bir hareket zihninde şimşeklerin çakmasına sebeb oluyor, göz kamaştırıcı bir aydınlıkta hakikati bütün çıplaklığı ile görüyordu. Ama bu şimşek aydınlığı uzun sürmüyor, aklına düşen bir şübhe, zihnine üşüşen yeni sualler karanlığın geri dönüşünü hızlandırıyordu. En çok da tek bir zat olup, sonsuz kudret ve ilim gibi zatî sıfatlara sahib oluşu kadar; doğmamış, doğurulmamış olmasına da takılıyordu.

Suallerin karanlık ve tedirgin edici dünyasından tefekkürün aydınlığına sığınıyordu. Gördüklerinden görmediğine ulaşmaya çalışıyordu. İnkârına imkân bulamadığı görünenlerin dünyası kendisini görünmeyenin mutlak varlığına götürüyordu fakat daha çok, daha net, daha kesin bir aydınlık istiyordu.

Meselâ hayvanatın dişi ve erkek olarak yaradılmış olması karşısında hayrete düşüyordu. Ana hat ve uzuvlarda benzer, hatta eşit olan erkek ve dişinin yavru yapan, yavruyu besleyen uzuvları birbiriyle yüzde yüz uyumlu olmak, aynı maksadı netice vermek üzere yüz seksen derece farklılaşıyordu. Bu farklılaşmanın muradı yavrulamak olduğuna göre, murad eden kimdi? Yahut böyle bir muradın, böyle bir maksadın olmadığını kim söyleyebilirdi? Bir murad, bir irade varsa murad edenin olmaması mümkün mü? Bunu hangi mecnun, hangi divana söyleyebilirdi?

Sonra vücudun menfezlerini düşünüyordu. Ağızdan alınan gıdalardan arta kalan posayı boşaltacak iki menfez açılmıştı vücudda; kaçırmayan, mahcub etmeyen menfezler. Bu iki menfez olmadan insanın yaşayamayacağını bilip onları açan biri yoksa; bu ilim, bu irade ve kuvveti bir araya getirip kullanan ne, kim? Hiç kimse, denebilir mi? Her insanda, her hayvanda aynı intizamla tekrarlanan muazzam bir şey için tesadüfe ihtimal verilebilir mi?

Bir zamanlar Nurs'da yaşayıp sonra ölüp giden insanları düşünüyordu. Her insan için mukadder olan bu akıbete karşı sarsılmadan, zevk ve safa içinde yaşanabilir mi? Ölüm yok olup gitmekse, niçin yaşamalıydı? Bunca eziyet ve ızdıraba niçin katlanmalı? Ölüm ve sonrasındaki sonsuz yokluk korkusunu bütün bir ömür niçin yaşamalı, niçin tahammül etmeli o dehşete?

Uzayıp giden sual zincirinin kaynağı mütemadiyen çalışan aklı ise niçin başkalarının aklı bu tarz suallere karşı bigâne idi? Başkasının aklının çalışmadığına hükmedebilir miydi? Bu ihtimalden hareket etmesi için ikna edici hiçbir sebeb, hiçbir delil yoktu. Devletleri idare eden, icadlarda bulunan bunca kafanın akıl fukarası olduğunu söyleyemezdi.

O halde onları huzursuz eden, rahat bırakmayan sual ve düşüncelerden koruyan bir şey olmalı; ya kâmil bir Allah ve âhiret inancı, ya da aklı uyuşturan, uyutan, susturan bir şey. Kalın bir gaflet perdesi, belki ama düşündükçe bunun sırrını nefsin tabiatında bulur gibi oluyordu. Başkasının ölümüne şahid olup kederlenen nefis, kendisinin de bir gün öleceğine ihtimal vermiyor, her nasılsa ebedî yaşayacağını vehmediyordu. Bu vehim, yalnız başına aklı susturup körleştirmiyorsa başka şeyler de olmalıydı. Ama ne? İştihalar, dünyanın çekiciliği, belki gerçek mânâsıyla aklı dumura uğratan uyuşturucu maddeler. Emin olmak için düşünüyor, düşündükçe bocalıyordu. Bu dalgalarda ya boğulacak ya da sahile çıkmanın bir yolunu bulacaktı; bulması gerekiyordu. Nefsini, aklını ikna edecek büyük hakikati arıyordu.

Aydınlatmak istiyordu; aklın önündeki karanlıkları dağıtmak, sis perdesini çekip almak istiyordu. Bunun için de bilgiye; yanıltmayan, aldatmayan doğru bilgiye ihtiyacı vardı. İlmin rehberliğine muhtacdı. Gerçek ilmin Kur'an olduğunun farkında idi. Rüyasında da onunla müjdelenmişti. O müjde gerçekleştiğinde insanlığı boğan bu karanlıkları dağıtabileceğine inanıyordu. Lâkin o ilim nerede idi, hangi hazinelerde saklıydı, hazinelerin anahtarı kimde idi? Bilmiyordu. Aramaya çıkmıştı.

Arkasında iki menzil bırakmıştı: Arvas ve Mir Hasan-ı Veli Medreseleri. İkisi de ümidlerini boşa çıkarmıştı, aradığını vermemişlerdi! Tekrar yola çıkmıştı. Üç bin metreden yüksek sarp dağları aşacak, dere ve vadiler boyunca yürüyecek, ormanlardan geçecekti. Önünde doksan kilometrelik çetin bir yol ve meşakkatli, tehlikeli bir yolculuk vardı. Yalnız ve silahsızdı...

Yorum Yap
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
Yorumlar (14)
Yükleniyor ...
Yükleme hatalı.