Hüsrev, ilk talebelerinin en çok temayüz edenlerinden biriydi. Nurların elle ve Kur’an hattıyla yazıldığı o çileli yıllarda kusursuz denebilecek kadar güzel hattı ve gayreti ile öne çıkmıştı. Üstad’ının mütemâdiyen tekrarlanan iltifatlarına mazhar kaldıkça şâkirdler arasında itibarı artıyor, teveccühlere mazhariyeti çoğalıyordu. Isparta’da Nurcular kime sorulsa, akla gelen ilk isim oluyordu Hüsrev.
İhtiyaç vakitlerinde veya bazı fasılalarla Üstad’a yazdığı mektublar hüsn-ü kabul görüyor, cevabî mektuplarla birlikte elden ele dolaşıyordu.
Bayramın ikinci günü gelen mektub Risâle-i Nurlar kadar, belki daha çok, üstadının şahsını nazara veriyordu. Şahsı öne çıkarmak, bir şahsa tâbi olmak, bir cihette bütün mesuliyet ve yükü onun üzerine yıkmak asırların alışkanlığı idi. Müridin şeyhe, köylünün ağaya teslim olarak kayıdsız yaşamasının kaç asırlık geçmişi vardı bu topraklarda. Talebelerinin de hâl-i hayatında veya mematında benzer bir tehlikeye düşmelerini, karanlık bir çıkmaz sokağa girmelerini istemiyordu. İstiyordu ki, kendisi bir gölge gibi sessiz sedâsız aradan çekilsin; başlattığı bu büyük hizmet, Risâle-i Nurların muhkem çerçevesinde yürüsün. Şâkirdleri kendisinden değil, eserlerinden hareketle yollarına devam etsinler; ecel gelip çattığında meydana gelecek o büyük boşlukta boğulmasınlar.
Önce Hüsrev’in mektubunda, şahsını nazara veren kısımlar üzerinde kalem oynattı. Şahsını medh-ü sena eden bazı kısımları mektubdan çıkarttı, bir kısmını ise Risâle-i Nurları kastedecek şekilde düzeltti.
Talebesinin rızasını almadan yaptığı bu tasarrufa üzülmesin, alınmasın diye de nokta-i nazarını tane tane izah eden bir mektub yazdırmaya başladı.
Kendisi söylüyor, kâtibi yazıyordu:
““Aziz, sıddık, çok mübarek, çok faal, çok hâlis, çok kıymettar kardeşim Hüsrev,
“Senin bayramın ikinci gününde elime geçen mektubun bir güvercin haber veriyor gibi geldiği aynı günde beni çok müteessir eden hadise-i taarruziyeden neş'et eden elemlerime, kederlerime bir merhem, bir ilâç hükmüne geçti, bu mânâyı hatıra getirdi: "Sana ihanet eden ehemmiyetsiz adamlara karşı, Gül ve Nur fabrikasının kahramanlarının hârikulâde hürmet ve ihtiramları varken, böyle bir iki vicdansızın hakaretine değil, milyonlarca düşmanların ihanetlerine karşı gelebilir ve hükümden iskat edebilir" diye kalbime geldi. Fakat kendi şahsıma baktım ki, kurumuş, çürümüş, vazifesi bitmiş bir hurma çekirdeği hükmünde iken, Risale-i Nur bahçesinde bir derece o çekirdekten tezahür eden meyvedar, muhteşem koca bir ağaç nazarıyla baktığınızı gördüm. Sizin fevkalâde hüsn-ü zannınız o ağaçtan ileri geldiğini ve çekirdeğin de bir cihette, bir nevi vesile olduğu cihetinde hüsn-ü zanna mazhar olmuş gördüm.”
Sonrasında Hüsrev’e “iktiran” bahsi ile “Hazret-i Hasan”ın devam eden hilâfetine dair kuvvetli bir dersi izah etti. Daha önce kendisine yazdığı ve lahikaya girdiğini düşündüğü bir parça müsadere sonrasında gözüne ilişmişti. Bu parçanın, Husrev'e vermeyi düşündüğü mukabil cevabın yerini fazlası ile dolduracağını düşünerek şöyle devam etti:
“Fakat aynı günde mahkeme, kitaplarım içinde bana teslim ettikleri mektublar, müsveddeleri ve onların üstünde yeşil kalemle işaretlerine göre çok ehemmiyet verdikleri o müsveddeler içinde bu size yazdığım noksan bir parçayı gördüm, fesübhânallah, dedim. Mektubuna benimle cevap ver, diye mânâsını aldım. Belki bu parça lâhikaya girmiş; ben de size aynını yazıyorum.
Parça budur:
"Benim çok kusurlu şahsıma hüsn-ü zanla verdiğiniz makamlar cihetinde değil, belki vazifeye, hizmete bakıp o noktadan bakmalısınız. Perde açılsa, benim baştan aşağıya kadar kusurat ile âlûde mâhiyetim, benden kaçmaya bir vesile olur. Sizi kardeşliğimden kaçırmamak, pişman etmemek için, şahsiyetime karşı haddimin pek fevkınde tasavvur ettiğiniz makamlara irtibatınızı bağlamayınız. Ben, size nisbeten kardeşim; mürşidlik haddim değil. Üstad da değilim, belki ders arkadaşıyım. Ben, sizin kusuratıma karşı şefkatkârâne dua ve himmetinize muhtacım; benden himmet beklemeniz değil, bana himmet etmenize istihkakım var. Cenâb-ı Hakkın ihsan ve keremiyle, sizlerle, gayet kudsî ve gayet ehemmiyetli ve gayet kıymettar ve her ehl-i imana menfaatli bir hizmette, taksim-i mesai kaidesiyle iştirak etmişiz. Tesanüdümüzden hasıl olan bir şahs-ı mânevînin fevkalâde ehemmiyet ve kıymeti ve üstadlığı ve irşadı, bize kâfidir.
"Madem bu zamanda, herşeyin fevkinde hizmet-i imaniye bir kudsî vazifedir. Hem kemiyet, keyfiyete nisbeten ehemmiyeti azdır. Hem muvakkat ve mütehavvil siyaset daireleri, ebedî, daimî, sabit hizmet-i imaniyeye nisbeten ehemmiyetsizdir, mikyas olmaz. Risale-i Nur'un tâlimatı dairesinde bize bahşettiği feyizli makamlara kanaat etmeliyiz. Haddimden fazla fevkalâde hüsn-ü zan ile müfritâne âlî makam vermek yerine, fevkalâde sadakat ve sebat ve müfritâne irtibat ve ihlâslâzımdır; onda terakki etmeliyiz. Elhak, bunda tam terakki etmişsiniz."
Kâtib bir taraftan mektubu yazarken, Üstad’ın tevazuda çıktığı irtifayı düşünüyordu belki. Oysa Üstad, tevazu derdinde değildi, kuvvetli bir hakikat dersi vermişti sadece.
İstiyordu ki, talebeleri hak ve hakikate doğrudan bağlansınlar. Birçok vesile ile çürütülebilecek şahıslara takılıp hüsran yaşayarak, o hüsranla hak ve hakikatten kopmasınlar, sarsılmasınlar.
Arkasında, talebelerine ders arkadaşı olmuş mahviyet içinde bir Üstad’ın nakış nakış eserlere işlenmiş rehberliğini bırakmak istiyordu. Kitablarındaki Kur’anî hakikatlerin muhkemliğinden, parlaklığından emindi, hatasız olduklarını biliyordu. Ancak kendisinden sonra gelecek insanların hayatlarının herhangi bir vaktinde, herhangi bir mesele karşısında hataya düşmeyeceklerinden emin değildi; olmasının bir imkânı da yoktu. Her insan hata edebilir, her insan birtakım ayıblarla, günahlarla imtihan olabilirdi. Bu kadar da değil, düşüncede de hata edebilirdi. Daha da kötüsü; birtakım tehdidlerin, şantajların altında da kalabilir; tezgâh ve tertiblerin kurbanı olabilirdi. Kullanılabilirdi…
Onun için mevki ve makamları, mânevî rütbeleri ne olursa olsun talebelerini hiçbir şahsa bağlamak istemiyordu. Bu sebebledir ki, şahsına yönelen bütün teveccühleri geri çeviriyor, nazarları Kur’an hakikatleri olan Nurlara çeviriyordu.
Not: 2019'da kaleme alınmış bir yazı.