Horhor'u ne kadar biliyoruz? Biliyor muyuz? Nakledilenler mahdud: Üstad'dan üç-beş beyan, çok sonradan kayda geçirilmiş bölük pörçük birkaç hatıra. Zaman mefhumu kayıp, tevarih-i tertib yok —kronoloji sevmediğim bir kelime— belki takvimlendirme zayıf bir karşılık olur.
Horhor'un dört yüz kadar telebesinden bahsediliyor. Kimler, isimleri ne? Meçhul... Günümüze ulaşan bir düzine kadar isim. Horhor'a ne zaman talebe olmuşlar, kaç yıl okumuşlar? Kayıtlarda yok.
Bu güçlükler içinde kaleme aldığım aşağıdaki bölümü tenkid ve itirazlarınıza açmak istedim. 1898-99 talebeleri hakkında ulaşamadığım bir kaynağa sahib olan varsa, tekmil için rica ediyorum. Kitab neşredildildikten sonra ilk baskı için yapılacak bir şey kalmıyor. Muntazırım...
HORHOR'DA TEDRİSAT!
1899 yılı Horhor Medresesi için kök salma, kabul görme yılıydı. İki düzineyi aşan mümtaz talebe ve Bediüzzaman'ın eseri olan dinî ilimlerle yeni fen ilimlerini mezcederek, kaynaştırarak okutma nizamı, Van ve civarında merak ve alâka ile takib ediliyor; Arvas, Başkale, Mir Hasan-ı Veli gibi medreseler başta olmak üzere, medrese ve ve tekye dünyasının dikkatini çekiyordu.
Hemen her cihetle seçilmiş olan talebeleri parmakla gösteriliyordu. Seyyid Masum Arvasî gibi parlak bir ismin atalarının herhangi bir medresesi yerine Horhor Medresesi ve Bediüzzaman'ı tercih etmesi ise aynı çevrelerin şaşkınlık ve hayretini mucib oluyordu.
Bediüzzaman, sadece tedrisat, müfredat ve sistemde inkılâb yapmamış, medreselerin asırlardan beri tercih ettiği birçok şeyi de ya terk etmiş ya da değiştirmişti. Medresesi bu cihetle de klasik ve bilinenin dışına çıkıyordu.
Derslik olarak kullandığı dikdörtgen büyük salona boydan boya meşin kaplı bir masa yerleştirmişti. Masanın üstüne rabtiyelerle, "Beşikten mezara kadar ilim taleb ediniz." Hadis-i Şerifini yazdırmıştı. Talebeleri, bu masanın etrafına oturtmak suretiyle yüz yüze baktırıyor, dikkatlerini canlı tutmaya çalışıyordu. Kendisi çoğu zaman ayakta ders veriyor, bazen de gezinerek anlatıyordu.
Talebeleri her kelimesine, her sözüne dikkat kesiliyor; söylediklerini not alıyorlardı. Anlatma ve ikna etmede emsalsiz olan Seyda'nın dikkatinden kaçıp kurtulamayacaklarını bildikleri için o sormadan, anlamadıklarını ânında kendileri sual ediyorlardı.
Talebeleriyle tek tek alâkadar oluyor, kabiliyetlerini nazar-ı itibara alarak yol gösteriyordu. Her talebeye konuşma fırsatı vererek geleceğe hazırlıyor, fıtraten mahcub ve ürkek olanların açılmalarına çalışıyordu.
Ders esnasında ölçülü lâtifelerde bulunuyor, talebelerini de zekâlarının inkişafı ve kaynaşmaları için teşvik ediyordu. Anlaşılması güç meseleleri temsillerle izah ediyor, zaman zaman da halk arasında yaygın kıssa ve menkıbelerle akla yaklaştırıyordu.
Vakar ve ciddiyeti içinde talebelerini cezbeden geniş bir müsamaha ve muhabbete sahibdi. Herhangi bir talebesini korumak için hayatını ortaya koyabileceğinden emindiler. Bunun mukabili ise talebelerinde kendisine karşı gelişen, fedailikle ifade edilebilecek bağlılık ve sadakat olmuştu. Yaşları on dört ile yirmi beş arasında değişen talebeleri arasında Seyda için ölüme yürüyemeyecek kimse yoktu; sâdık ve hayrandılar... Başkası için Bediüzzaman Molla Said-i Meşhur olan hocaları, Horhor'un talebeleri için her şeydi. Hayattı, ruhtu, insanlıktı, yeni bir dirilişti.
Seyyid Masum, kendisinden sadece iki yaş küçüktü. Molla Said'in Arvas'tan hocası Şeyh Fehim'in oğlu olması, eski arkadaşlık ve âşinalık hasebiyle ders saatlerinin dışında onunla daha çok vakit geçiriyor; muhtelif meselelerde konuşuyor, istikbale dönük hesaplar yapıyorlardı. Bazen Arvas günlerini, yaşadıklarını anlatıyorlardı. Molla Said, Doğubeyazıd'a gittikten sonra bir daha Arvas'a dönmemiş, yolu çok sevdiği bu ilim ve irfan köyüne düşmemişti. Seyyid Masum'un kendisinden sonra olup bitenleri anlatmasını alâka ile dinliyordu. Sıra Şeyh Fehim'in son günleri ve vefatına geldiğinde ikisi de susmayı tercih ediyordu. Zaten Masum ne zaman babasından bahsetse hisleniyor, gözlerinin yaşarmasına mâni olamıyordu.
Masum bir gün bir söz arasında âilesinin kendisini evlenmeye zorladığını ağzından kaçırmıştı. Sonra söylememesi gerekli bir şeyi söylemiş gibi kapatmaya, dikkatten kaçırmaya çalışınca Molla Said de mahcub etmemek için susmuştu.
Van ve havalisinde erken yaşta evlilik, makbul görülüp teşvik ediliyordu. Delikanlılar on altı-on yedi yaşlarından, kızlar ise on beş-on altı yaşlarından itibaren evlenip yuva kuruyorlardı. Oysa Seyda, ilim talebelerinin bu kadar erken yaşta evlenip hayatın ağır yükleri altında dünyaya dalıp gitmelerini doğru bulmuyor, talebelerini cemiyetin bir istisnası olarak daha geç evlenmeye teşvik ediyordu. Onlara çiftçi ve çoban olmadıklarını hatırlatıp cemiyete hizmet etmelerinin evlilik mesuliyeti ile büyük zarar gördüğünü izah ediyor, bir bakıma Suffa Ehli gibi olmalarını telkin ediyordu.
Bu yıl talebelere dahil olan Habib'le de sıkça meşgul oluyor, diğer talebelerin bilmedikleri çok eski bir dostluğu devam ettirir gibi davranıyor, arada bir başını okşuyor, sırtını sıvazlıyordu. Bu zeki ve fedai talebesi ile arasındaki kenetleyici sırrı anlamak kabil olmuyordu. Sanki Habib, Seyda için yaşanmış bir gelecek rüyasıydı; başkalarının bilmediği eski bir hatıraydı. Bu garib hali bazen Seyyid Masum ile olan münasebetlerinden de hissediyor ama bir sebebe hamletmekte, Habib bahsindeki gibi zorlanmıyorlardı. Seyyid hem eski bir arkadaşı hem hocasının oğluydu. Lâkin Habib'e yakınlığının bir sebebini bulamıyorlardı.
Paşazâde Cevdet daimî bir Horhor talebesi olmasa da boş vakitlerinde derslere iştirak etmekten geri kalmıyordu. Hatta bazen konakta da Molla Said'den hususî dersler alarak talebelerin gerisine düşmemeye çalışıyordu. Molla Said ona da aralarında hususî bir sır varmış gibi davranıyordu. Bu cihetle talebelerin arasında Seyda'nın yanında Seyyid Masum, Cevdet, Ali ve Habib'in sebebi bilinmeyen farklı ama kimseyi rahatsız etmeyen bir yeri vardı; hissedilen ama yorumlanamayan bir yer.
Bediüzzaman'a ilim ve içtimaiyata dair her suali serbestçe soran talebeleri, sıra hususî tecessüslere geldiğinde duruyorlardı. Hem bu kabil meraklar kötü ahlâktan sayılıyor, hem de Seyda'yı söylemek istemediği bir şeyi söylemeye zorlamış olmaktan çekiniyorlardı.
Horhor'da tedrisat sabah namazından hemen sonra başlıyor, akşam namazına kadar devam ediyordu. Akşam ile yatma vaktine kadar ise medresede hayat serbest çalışma şeklini alıyordu. Günün tekrarları, mübhem kalmış veya tam anlaşılmamış gibi duran bahislerin hal ve tartışmaları bu saatlerde yapılıyordu.
Sabah namazından sonra çoğu zaman birkaç ayetin tefsiri yapılıyor, sonra imanî bir mevzua geçiliyordu. Öğleye kadar dinî ilimler, yeni fenlerle iç içe geçmiş vaziyette birlikte ders veriliyordu. Seyda, bu derslerde umumiyetle, mahlûk olan kâinat nizamı ile Kur'an-ı Kerim'in âhenk içinde aynı maksada hizmet ettiğini, tevhide götürdüğünü ders veriyor; talebelerinin müşahede, mantık ve nakli delillerin kuvvetli ahengi ile akıl, kalb ve ruh dünyalarını techiz etmeye çalışıyordu.
Öğleden sonra daha çok Arabça ve alet ilimlerini ders veriyordu. Talebelere İzhar, Kâfiye, Telvih, Mirkât ve benzeri eserlerden parçalar okutup anlayıp anlatmalarını temine çalışıyor, Arabçayı hakkıyla öğrenip kullanabilecek seviyeye çıkmaları için gayret ediyordu.
Çoğu ikindi sonralarını da münazara ve müzakerelerle dolduruyordu. Talebeleri iki gruba ayırıyor, meselâ "Öncelik akıl mı, nakil mi?" veya "Kâinatta tesadüf var mıdır?" gibi bahisler etrafında tartışmalarını temin ediyor, çıkan neticeleri çoğu zaman en doğru şekli ile özetleyip talebelerinin zihnine nakşediyordu.
Hiç beklemedikleri bir anda veya bahis münasebetiyle ya talebelerin tamamına veya birisine, "San'atlı bir eser fiilsiz olur mu?" diye soruyor ama cevab beklemeden devam ediyordu:
"Eserde san'at varsa mutlaka bir fiilin işlemesiyledir. Fiil varsa fail mutlaka vardır. Eserdeki san'at bir maksada bakmadan olmaz, maksad irade ve ilmi gerektirir. Vücud kudretsiz olmaz."
Sonra tek tek bunları izah ediyordu. "Mesela," diyordu. "Şu gördüğünüz Ulucâmi, fiilsiz bu şekli alabilir mi? Yani taşların tesadüfen üst üste binmeleri ve oturmaları ile Ulucâmi'in meydana geldiğini, zerre kadar şuuru olan söyleyebilir mi? Aklı olan herkes bu binanın bir mimarın eseri olduğunu idrak etmez mi? Diyebilir misiniz ki, bu câmiin mimarı delidir, gözleri kördür, el ve ayakları sakattır, mimarlık bilgisi hiç yoktur? Eser sizi tekzib etmez mi? Bu tarz bir hamakat eser ve Sinan'a zarar vermez ama iddia sahibini eşekten aşağı düşürmez mi?"
Temsil, misal ve müşahedenin amir olduğu yolu takible Allah'a varıyordu. Beşerin en ufak eserlerini bile insana vermekten başka yol bulamayan insanın, kendi eserlerinden sonsuz derecede daha san'atlı kâinattaki mahlûk san'atlı eserleri Allah'a vermeyip, tesadüf, tabiat veya kendi kendine gibi aptallıklara bağlamasını, adeta hiddetlenerek anlatıyordu.
Talebeler hiç düşünmedikleri bu mesele ve bilgilere önce şaşırıyor, sonra tartışıyor ve her geçen gün Seyda'ya biraz daha bağlanıyorlardı.