Abdulmecid!

Hüseyin YILMAZ

1899 Baharı şehri şehrayine çevirmişti. Uzun ve sert her kıştan sonra gelen bu şehrayin, Van'ın umumî hayatını canlandırmış, Vanlıları kanatlı kuşlara çevirmişti. Bağ-bahçe faaliyetlerine eşlik eden hayvancılık, sabah ve akşam saatlerinde şehir merkezi ile civar mera ve çayırlara yüzlerce sürüyü serpiyor, her cinsten hayvan sesleri ortalığı tatlı bir gürültüye boğuyordu.

Çayırlarda bin türlü zıplama ve koşuşturma ile oynaşan kuzu ve oğlakların sevimli sahneleri, yeni yeni farkına vardıkları otları yemeye çalışırken takındıkları gülünç ve acemi tavırları görülmeye; hayat sevinci dağıtan sesleri işitilmeye değerdi.

Önceki sonbaharda Van'ı terkeden her tür ve renkten, irili ufaklı yüzlerce kuş türünün şehrin hayatına çığlık çığlığa dönmüş olması da Vanlıların sevincine sevinç katıyordu. Tarım arazilerini parselleyen Sürmeli Kızkuşundan, dere ve su kenarlarını kolaçan eden Ak Kuyruksallayana; Küçük Akbalıkçıldan Büyük Kamışçıya kadar her tür kendi yerine dönüp yerleşmiş, binlerce yuvanın inşası birden başlamıştı. Kuşların yıllık bu hayat tekrarı her yerde güzeldir ama Van Gölü kıyılarında, Van'ın bağ ve bahçelerinde, kadim köylerinde çok daha güzeldi.

Baharla birlikte eğitim faaliyetine başlayan Horhor Medresesi'nde bahar sevincini yüze katlayan bir sevinç daha yaşanıyordu. Bediüzzaman'ın keskin bakışları ve hâkim idaresi altında her zaman temiz ve derli toplu duran medrese, iki günden beri daha farklı bir itina ile gözden geçirilmiş, yeniden el değmedik bir köşe, dokunulmadık bir eşya kalmamıştı.

Sabahtan beri birkaç sefer sormuş olmasına rağmen heyecanına yenik düşen Ali (Çavuş), bir daha:

"Seyda gecikmedi mi?" dedi.

Bediüzzaman, Ali'nin bahar güneşinin çoktan yaktığı esmer çehresine gülümseyerek baktıktan sonra, başını güneşe çevirdi. İkindiye en az bir saat vardı.

"Biraz daha sabır!" dedi. "Arvas'tan buraya gelmesi üçüncü günün akşam demlerini bulur."

"O zaman biz niçin burada dikilip bekliyoruz?" demekten son anda vaz geçen Ali,

"Vestan'a varmış mıdır?" dedi.

Bediüzzaman güzergâh hakkında bir fikri olmayan Çoravanisliye bakıp bir daha gülümsedi.

"Gece Vestan'da konaklamışlardır! Sabah yola çıkmak için ağırdan almadılarsa yakınlardadır.

Ali, onlarca defa hakkında sualler sorduğu Abdülmecid'i neredeyse görmüş gibi tanısa da birçok şeyi hâlâ merak ediyordu. Seyda gibi yakışıklı, Seyda gibi çevik, Seyda gibi zeki, Seyda gibi âlim miydi? On beş yaşında bir çocuğun yirmi bir yaşındaki Bediüzzaman kadar âlim olamayacağını bilmesine rağmen, onlarca sorunun içinden söküp atamıyor, her defasında zihnî tekrara o da dahil oluyordu.

Molla Said, ailesinden çok bahis açmazdı. Abdülmecid'in yanına gelmek istediğini öğrendikten sonra ondan, Molla Abdullah ile Molla Mehmed'den kısaca söz etmiş, büyüğü olan Molla Abdullah'a derin bir hürmet beslediğini belli etmişti. Tillo günlerinde kendisini yalnız bırakmayan Molla Mehmed'i çok özlediği ise değişen ses tonundan, dalıp giden gözlerinden anlaşılıyordu. Abdülmecid en küçükleri idi. Görmeyeli çok zaman olmuştu. Son gördüğünde henüz küçücük bir çocuktu. Büyümüş, Arvas'ta medreseye devam etmiş, dört-beş yıl orada tahsil görmüştü. Şimdi ise on beşinde bir delikanlı olarak karşısına çıkacaktı.

Hatırladığı kadarıyla naif ve nahifti Abdulmecid. Değişip değişmediğini merak ediyordu. Bedenen serpilmiş olacağını düşünüyordu ama o fıtrî naifliğin değişmiş olacağına hükmedemiyordu. İnsan fıtratı, ömür ve hayat safahatı içinde gelişse bile bütünüyle değişmiyordu.

Üç talebe arkadaşı ile birlikte yola çıktıklarını biliyordu. Başlarında ise bir mollanın olacağını düşünüyordu. Ya da bir yolcu kafilesine teslim edilmiş olmalıydılar.

Onların gelişiyle birlikte Horhor'un talebeleri iki düzineyi aşmış olacaktı ki, bu kadar kısa müddet zarfında, Van'ın fukara şartlarında bu muvaffakıyet göz kamaştırıcıydı. Bediüzzaman Molla Said-i Meşhur'un ismi, ışığa koşan pervaneler gibi, talebeleri çekiyordu. Filhakika bu cazibenin bir kaynağı da Molla Said'e kapılarını açan konaktı. Hemen her akşam vâlinin huzurunda yaşanan ilmî müzakerelerde Bediüzzaman'ın göz kamaştırması da şöhretini pekiştirip medresesinin cazibesini arttırıyordu.

Talebelerindeki hızlı inkişaf gözden kaçmıyor, diğer mekteb ve medreselerin dikkatini çekip alakaya mazhar oluyordu. Molla Said'in talebeleri, tedrise yeni başlayan bir medrese için şaşırtıcı bir disiplin sergiliyorlardı. Benzer kıyafetleri, saç-sakal intizamları, medrese dışındaki müeddeb tavırları ile dikkat çekiyorlardı. Başları önde yürüyor, etraflarına bakmıyor, aralarında şakalaşıp dikkat çekmiyorlardı.

Abdulmecid ve arkadaşları, Horhor'a vardıklarında güneş Van Gölünün uzak kıyılarında bir daha veda etmeye hazırlanıyordu. Gölün gün boyu türkuaz ile koyu laciverd arasında değişen rengi bu saatlerde altın, bronz ve bakır arasında geçişler yapıyordu. Talebeler gibi, Bediüzzaman da heyecanını saklamıyordu. Güneşin batışıyla başlayacak karanlığı, Abdulmecid'in aydınlığı ile telâfi eder gibiydi. Kardeşini çok özlediği her halinden belli oluyordu.

Abdulmecid, hürmet ve iştiyakla abisinin elini öptükten sonra boynuna sarıldı. Yıllardır görmediği, her geçen günün şöhretini büyütüp efsaneleştirdiği abisi, Bediüzzaman Molla Said-i Meşhur nihayet karşısında, kollarının arasındaydı. Kalbi deli deli çarpıyor, nabzı yükseliyordu. Hoş bir rayiha burnunu doldururken, akrabalık hissinin bütün sıcaklığı damarlarına yayılıyordu.

Bir müddet sarılmış vaziyette kaldıktan sonra Bediüzzaman kardeşini göğsünden koparıp sevgi ve şaşkınlıkla yüzüne baktı.

"Sen ne çok büyümüşsün Abdulmecid, maşaallah!" dedi.

Abdulmecid bir daha abisinin boynuna sarılmak istedi ama hoş âmedi için sıra bekleyen talebelerin bakışları altında buna yeltenmedi.

Küçük Mirzazâde, çehresinin ana hatları ile abisini hatırlatmakla birlikte, daha zayıf bir bünyeye sahipti. Boynunun inceliği ve hafif kepçeye kaçan kulakları başını olduğundan daha büyük gösteriyordu. Düz alnı, kemikli çehresi, ışıltılı ve derin gözleri, keskin ve zeki bakışları ise âile irsiyetinden haber veriyordu.

Akşam ezanları okunmaya başladığında, Abdulmecid'in gelişiyle başlayan kısmî serbestiyet yerini bir ânda medresenin disiplinli havasına bıraktı. Ezan başlamadan önce namaza hazır olmaları gerektiğini bilen talebeler, abdest almak için kaşla göz arasında dağıldılar. Abdulmecid'le başbaşa kalan Bediüzzaman:

"Abdestin var mı?" dedi.

Kardeşinin, "Var!" deyişine şaşırmadı. Nure'nin bütün çocukları gibi, Abdulmecid de abdestsiz yere basmamaya, abdestsiz kalmamaya dikkat ediyor; annesinden aldığı bu ilk terbiye çekirdekleri ile gelişmeye devam ediyordu.

Başını okşayan abisinin yanı başında, mescide ilerlerken sevincinden uçmak üzereydi, uçabileceğini düşünüyordu; öyle hissediyordu.

(Kutub Yıldızı II'den bir parça)

www.kutubyildizi.com

Yorum Yap
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
Yorumlar (3)
Yükleniyor ...
Yükleme hatalı.