Hira Dağı ziyareti

Kadir AYTAR

(24 Aralık 2007 – Mekke)
Peygamberimizin, son derece acımasız, vahşî ve sert tabiatlı, cahiliye alışkanlıklarından vazgeçmeyen insanlardan bunaldıkça çekildiği, yine son derece acımasız ve sert bir tabiata sahip olan Hira dağına beş altı arkadaşımızla birlikte tırmanmaya başladık.

Uzaktan bakıldığında geçit vermez bir duruşa sahip olduğu görülen dağın etekleri bile insanın nefesini kesecek kadar dik başlı ve cesaret kırıcı duruyor. Yol kenarında baston satanlar var. Dizlerimdeki kireçlenmenin çıkarken ve inerken sıkıntı vereceğini düşünerek sekiz Riyale bir baston aldım. Kosovalı Ali manavdan hepimize yetecek kadar elma, ben de muz aldım.

Yola çıkmadan önce, bütün arkadaşlarla dağın eteğindeki mescitte sabah namazlarımızı kılalım diye sözleşmiştik. Heyecandan unutmuş olacaklar ki, sözleştiğimiz gibi namaz için duran olmadı. Biz alışveriş yaparken diğer arkadaşlar tırmanmaya başlayıp mesafeyi epeyce açmışlardı.

Biz de dağı tırmanmaya başladık. Açlığımızı bastırmak için de birer elma ve muz yedik. Bir müddet sonra yediklerimiz sıkıntı vermeye başladı. Yediğimize pişman olduk.

Yaşlısı genci, zencisi beyazı onlarca insan kıvrıla kıvrıla zirveye doğru uzanan patika yollardan aşk ve şevk ile tırmanıyorlardı. Kenara çekilerek nefeslenmeye çalışan yaşlı insanlar vardı. Selam verip yanlarından geçtik. Yol kenarlarındaki taş ve kayalara yazılmış künyelerin, bu tırmanışı kalıcı kılmak için, özellikle bizim Türk hacıları tarafından yazılmış olduklarını gördük.

Bastonuma dayanarak ben de şevkle tırmanmaya devam ettim. Ara sıra nefesleniyor, zirveye doğru bir göz atıp Kosovalı Ali’ye; “Geldik mi?” diye soruyordum. “Ne bitmez bir yolmuş.” deyip dayanıyordum bastona. “Az daha gayret diyordum.” Habib-i Ekrem’i (asm) hayal ettim. O zamanlar şimdiki gibi patika yolu bile olmayan bu sarp kayalıktan nice zorluklar ve çileler çekerek tırmanmış olduğunu düşündüm. Belirli mesafelerde kurulmuş olan ilkel dinlenme tesislerini gördükçe de –o günkü şartlara göre- çok rahat tırmanış yaptığımızı anladım. 

Alnımızdan ve sırtımızdan ter aka aka nihayet zirveye vardık. Bizden önce çıkmış olan Cihat Bey nefes nefese kalmış, dinlenmeye koyulmuştu. “Mağara neresi?” diye sorarak yanından geçtik. Biraz ilerleyip bir an önce mağarayı görmek istiyorduk. Kosovalı Ali’yi gözümün önünden kaybettim. Gidiyor gidiyor bir türlü mağaraya ulaşamıyordum. Tıpkı rüyalarda peşinden koşulup da bir türlü yakalanamayan şeyler gibi.
Hacıları takip ettim. Tam geldim derken bu sefer de inişe geçtim. Sağıma soluma baktım. Her taraf uçurumdu. Birden ürperdim. Yükseklik korkum da yok ama, güvenli olmayan yerler her zaman endişelendirir beni. Bastonuma dayanarak, biraz korkarak, biraz da itina ile indim.

Bir mağara ağzına geldim. Çok kalabalıktı. Dar bir girişten herkes girmeye çalışıyordu. Kendilerini helak edercesine sabırsız davrananlar vardı. Sağdan soldan; “Hacı sabır.” sesleri geliyordu. Kenara çekilip biraz bekledim. Hacıları seyre daldım. Benimle birlikte az mikdarda başka sabredenler vardı. Sabırsızlar da kendilerini boşuna yoruyorlardı. Çıkmak isteyenlere geçit vermeden aşkla şevkle içeriye dalmak istiyorlardı. Günaha girmeye, hukuka riayetsizlik etmeye hiç gerek yoktu. 

Mağaranın ağzı rahatlayınca çok dar bir boğazdan sürüne sürüne geçerek sahanlık gibi açık ve de küçük bir alana çıktım. Orası da hınca hınç ümmet-i Muhammed’le dolu idi. Bu benim için ayrı bir sürpriz ve şaşkınlık vesilesi oldu. Mağaraya yine vasıl olamadığımı anlayınca üzüldüm. Labirent gibi bir yer. Müminlerin yönelmiş ve teveccüh etmiş oldukları yöne ben de yöneldim. Girmek ne mümkün? Milim milim, santim santim ilerlemeye çalıştım. Hiç bir faydası yoktu. Giren çıkmak bilmiyordu. Sabah namazının vakti de geçmek üzere idi.

Yan tarafımda basamak gibi duran taşa basarak İranlı olduklarını sandığım iki kadın, rahatsızlığımı ve haksızlık yapmamalarını ima ve ifade etmeme rağmen önüme geçtiler. Ardından kocalarının da aynı harekete girişmeleri üzerine kızdım. Dinleyen kim? İçeriden çıkan da yoktu. Çıkmak isteseler de çıkamıyorlardı. Çünkü çıkacak yer yoktu. Herkes girmek için bir birini yiyecek gibiydiler. “Hacılar sabır. Hacılar çıkmak isteyenlere yol verin. İçeridekiler lütfen namaz kılmayın. Ziyaret edin çıkın.” Diye seslendim.
Benimle birlikte başka seslenenler de oldu. Her yer kilitlendi. Bu karmaşanın açılması çok zor görünüyordu.
Birazdan mağaranın içerisinden kamerasıyla birlikte Kosovalı Ali çıktı. Ona biraz çıkıştım. “Be mübarek hacım saatlerce içeride ne yapıyorsun?” dedim. “ Abi ya Allah kabul etsin diyeceğine bir de çıkışıyorsun. Sadece sabah namazının farzını kılabildim.” diye sitem etti. “İçeriyi çektin mi bari?” dedim. “Çektim.” dedi. Rahatladım. “Tamam o zaman. Biz de senin çektiklerinden görürüz.” dedim.

Ali yandaki kayaya basarak mağaranın üzerine çıktı. Biraz daha bekledikten sonra, sevaptan çok günaha gireceğim düşüncesiyle mağaraya girmekten vazgeçtim. Ben de mağaranın üzerine çıktım. Yukarıda biraz düz yer vardı. Yanlar uçurum, şehir ayaklarımızın altında ve manzara çok muhteşemdi.

Kabe’nin ışıkları karşımda parıl parıl parlıyordu. Seccademi serdim. Niyet ettim. Bütün vücudumun, yeryüzünün ve semanın titrediğini hissettiren ihtişamlı bir “Allahu ekber”le namaza durdum. Namazımı huşu içerisinde kıldım. Aldığım manevi lezzeti anlatmamın imkanı yok. Namazdan sonra, Cebrail aleyhisselamın Peygamberimizin yanına gelip de “Oku. Rabbinin adıyla oku.” emrini tebliğ ediş anını hayalimde canlandırdım. Ne kadar hoş ve mes’ûdâne bir haldi. Karşımda muhteşem Kabe, hayalimde Kelamulluh’ın tebliğ merasimi. Kalbimdeki duygu seli, coşkun bir ırmak gibi göz pınarlarımdan iniyordu.

İranlı birisi namaz kılmak için müsaade istedi. Seccademi verdim. Almak istemedi. Israrıma dayanamayarak aldı. Ben kenarda tesbihatımı yaparken o da namazını kıldı. Duamı yaptıktan sonra etrafa bakınırken birden ortalık irili ufaklı birçok maymunla doluverdi. Ne kadar da sevimliydiler. Daha önceden burada maymun olduğunu duyduğum için çok fazla şaşırmadım. Hayvanat bahçesinin dışında ilk defa maymunlarla karşılaşıyordum. Bu çok hoşuma gitti. “Bir şeyler versinler de yiyelim.” der gibi sürekli insanların ellerine bakıyorlardı.

Kosovalı Ali kamerayla mağaranın tepesindeki büyük kaya kütlesinin üzerinde mağaraya girmek isteyen hacıları çekiyordu. Seslendim. Ona maymunları göstererek “Gel biraz da bunları çek.” dedim. Hemen geldi. Çekime devam etti. Dağın zirvesinin dört bir yanını maymunlar sarmıştı. Hacılar onlarla ilgileniyor ve bir şeyler vererek karınlarını doyuruyorlardı. Elimdeki poşette fazladan bir elma, bir de muz vardı. Onları maymunlara verdim. Verilen şeyleri büyük maymunlar kapıp alıyorlardı. Bir şeyler alabilen küçük maymunlara da ellerindekini kaptırmamak için göz ucuyla büyüklerini takip ediyorlardı.

Bizim Türk hacılardan birisi cep telefonunu bana uzatarak “Ne olur. Beni şu maymunlarla birlikte çeker misin?” dedi. Ben de; “Olur. Çekivereyim.” dedim ve telefonunu elime aldım. Çekime başladım. Hacı tam uçurumun kenarında duruyordu. Biraz da korkarak çantasından çıkardığı bisküvi türü yiyecekleri maymunların önlerine atıyordu. Uçurumun kenarında dünyadan habersiz sağa sola giderek oynamaya çalışan avuç kadar bir yavruyu kuyruğundan sıkıca tutmuş bir yere bırakmayan anne maymun da rızkını temin etmeye çalışıyordu. Onların yanında da maymunların reisi vardı. Maymunlar adamın verdiği yiyecekleri anında kapıp yiyorlardı. Çekim süresi bitince adama telefonunu uzattım. Teşekkür etti.
Tam yanından ayrılacakken “Seni çekmedik. Gel seni de çekelim.” dedi. Ben “İstemez, bizim kameramız var. Arkadaş bizi de çekiyor.” dedim. Hacı; “Olmaz. Ben de seni çekeceğim.” diye ısrar etti. Ben de dayanamadım kabul ettim.

Elimde baston, çaresiz maymunların yanına doğru geçtim. Endişeliydim. Tetikte bekliyordum. Ara sıra da dişlerini göstererek hırlayan reislerinden hoşlanmamıştım. Sanıyorum o da benden hoşlanmadı. Her an saldıracak gibi duruyor, çok bencil ve hırslı davranıyordu.. Bu yüzden arkamı döner dönmez saldıracak korkusu vardı.

Geçen yıl hacılardan birisinin çantasını çalmışlar. Alaca karanlıkta adam peşlerinden gidince de uçurumdan düşüp çok feci bir şekilde ölmüş. Bu üzücü olayı bilmek beni ayrıca ürkütüyor ve tedbirli olmaya sevk ediyordu.

Görüntü vermek üzere arkamı döner dönmez şiddetli bir hırıltı duydum. Panikle ve gayrı ihtiyari bir hareketle elimdeki bastonu geriye doğru savurdum. Küt sesi geldi. Maymunların reisi gerçekten de saldırıya geçmiş. Bastonu yiyince iki üç metre sağ taraftaki tümseğe atladı ve korkunç dişlerini bana göstererek epeyce bir hırladı. Bir ara kayboldu. Çok geçmeden bütün çeteyi toplayıp geldi. Etrafımız sarıldı. Endişeli bekleyiş sürüyordu. Reis bir ara başka tarafa bakarken üzerimdeki hırkayı ve başımdaki takkeyi beni tanıyamasın diye alelacele çıkardım. Sonra da ufaktan ufaktan arka tarafa geçerek sıvıştım.

Şafak sökmüş güneş yavaştan yükselmeye başlamıştı. Sabahın latif serinliğinin yerine kızgın bir hava hakim olmaya başlamıştı. “Artık dönme zamanı geldi.” diyerek arkadaşlarla toparlandık ve inmeye başladık. Arkadaşların bir kısmından da haberimiz yoktu. Telefon da etmedik. Bizden önce aşağıya indiklerini biz aşağıya varınca öğrendik.

Kıvrıla kıvrıla inen, çoğu zaman dikleşen ve tehlikeli bir durum arz eden patika yoldan aşağıya doğru bastonumla inerken kenarlarda yol açma bahanesiyle; “Hacı bir riyal.” diye dilenen insanlar vardı. Bu insanlar patika yolları düzeltiyorlar. Seki yapıyorlar. Bazı yerlere de beton atıyorlardı. Aslında hizmetlerinin karşılığını istiyorlardı. Beş-altı riyal bozukluğum vardı. Kosovalı Hacı Ali ve Hacı Yunus’la birlikte her bir Riyali birisine vererek aşağıya doğru indik.

Yol kenarlarında ve kuytu köşelerde hacıların attığı poşet, su bidonu, kola kutusu ve sair atıklar göze hiç de hoş gelmiyordu. Bu Habibullah’ın ümmeti olarak asla bize yakışmayan bir manzaraydı. Araplar da Kabe ve Mescid-i Nebevi dışındaki yerlere hiç önem vermiyorlar ve temizliklerine de bakmıyorlardı. Çünkü böyle ziyaret yerlerde hiçbir görevli bulundurmuyorlardı. Bakımsızlıktan harab olmaya terk edilmiş çok yerler vardı.
Medine’deki Yedi Mescitlerin beşinin yıkılarak bir mescit haline getirilmesi, kalan ikisinin bakımsız ve çok kirli olması, Hendek savaşında kazılmış olan hendeğin kapatılarak üzerinden cadde geçirilmesi ve Uhud meydan muharebesindeki Okçular Tepesinin çaktırmadan aşındırılarak yok edilmeye çalışılması terk etmekten ziyade biraz da kasıt olduğunu gösteriyordu.

Biz inerken havanın ısınmış olmasına rağmen çıkanlar da bir hayli fazla idi. Geç kalmışlardı. Sıcak iyice ortalığı bastırınca çekecekleri sıkıntı hadsizdi. Kimsenin niyeti bilinmez. Belki de Habibullah’ın çektiği sıkıntıyı bizzat kendileri de yaşamak istiyorlardı. Rabbim niyetlerine göre sevap yazsın. Gece saat üçte başlayan Hira Dağı ziyaretimiz sabah saat onda TÜRSAB binasına dönüşümüzle son bulmuş oldu.

Not: İlgili videoyu bu adresten izleyebilirsiniz: www.video.google.com/videoplay-Mekke Hacı Ali 37

kadiraytar@risalehaber.com

İlk yorum yazan siz olun
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.