Hanımların Risale-i Nur hizmetleri

Risale-i Nur hizmetleriyle ilgilenen Emine Pektaş’la yaptığımız röportaj

Röportaj: Nurdan HUYUT- Risale Haber

 

Emine PEKTAŞ kimdir?

 

Emine Pektaş, 1952 yılında Afyon Bolvadin de doğdu.

Altı çocuklu evin tek kız çocuğu.

1973 senesine kadar Afyon Bolvadin’de kaldı.

Çocukluğunda Bediüzzaman Said Nursi’yi görmüş elini öpmüş ve duasını almış bir hanımefendi.

Evlendikten sonra Ankara’ya gelip yerleşti ve ondan sonraki hayatı Ankara da ev hanımlığı ve hizmetle geçti. Aktif kırk senelik hizmet hayatında birçok Nur talebesiyle tanıştı.

 

“ZAMANIN PADİŞAHI GELSE KABUL ETMEYECEKTİM”

 

Risaleleri ilk olarak ne zaman tanıdınız?

 

Benim dedem Bolvadin’in müderrislerindendi. Buhara kökenli... Tahsilini Bağdat’ta tamamlamış. Emirdağ Çarşı camisinin vaizi olarak görev yapmış. Babam da, aslında Kadiri tarikatında halife idi. Fakat Risale-i Nurlar evimizde her zaman var olan eserlerdi. Babam ve kardeşlerim, ağabeylerim Risale okurlardı. Babam bizi hep Risale okumaya yönlendiriyordu. Babam sık sık Üstad hazretlerini ziyarete giderdi.

İlk ziyareti Emirdağ’da yapmış.  Zaten Emirdağlı Hamza Emek ağabey bizim akrabamız olur. Bu ilk ziyareti gerçekleştirip Üstad’ın kapısından içeri girdiğinde Üstad babama: “Ben şu anda o kadar meşguldüm ki, zamanın padişahı dahi gelse kabul etmeyecektim. Fakat sen Yunuszâde’nin oğlusun. Babanla manen tanışıyoruz” diyerek, babamı taltif ediyor. Ardından da ailecek bizi talebeliğe kabul ettiğini söylüyor. Bu esnada annem küçük kardeşime hamileymiş. Üstad hazretleri “Yolda gelecek yolcu var. Adını Said koyun “ diyerek kardeşimin adını koymuş. Yani özetle ailemde ve çevremde güçlü bir dindarlık ve aynı zamanda nur talebeliği vardı. Mevcut ortamın içinde doğup, büyüdük. Haliyle eğilimlerimiz ve eğitimlerimiz dine yönelik oldu. Risale-i Nurla olan bağımız günden güne arttı, sağlamlaştı.

 

“BEDİÜZZAMAN GELİYOR” DİYE ARABASININ ARKASINDAN KOŞTURURDUK”

 

Çocukluk yıllarınızda Üstad hayattaydı Görebildiniz mi?

 

Evet. Çok şükür ki görme şerefine nail oldum. Tamamen bir ikram-ı ilahi idi. Yani harika bir tevafuk olmuştu. 1958 senesinde yani Üstad’ın vefatından iki yıl önce gördüm Bediüzzaman’ı.

Ben o sıralar ilkokula yeni başlamıştım. Okulumuz Emirdağ ile Afyon yolu arasında, İstasyon Caddesi denilen yerde, evimizin yakınında bulunuyordu. Üstad Hazretlerinin arabasını sık sık görür, arkasından koşar: “Bediüzzaman geliyor” diye bağrışırdık. Hatta ilk gören daha çok bağırırdı ki, uzaklarda olan arkadaşlar varsa duyup gelsinler diye. Böylece bir araya toplanıp, arabasının arkasına takılırdık. Bediüzzaman evlerin önünden geçerken arabası yavaşlardı. O’da içerden iki elini dua eder gibi açıp göğsüne kapardı. Bu hareketi çok defa tekrarlardı. “Yani hepinizi talebeliğe kabul ettim” manasında bir hareketti bu.

 

“SENİ TALEBELİĞE KABUL ETTİM”

 

Bir gün yine okula gitmiştim. Birkaç ders geçince teneffüse çıkma ihtiyacı hissettim. Dışarı çıktım. Okul bahçesinde dolaşmaya başladım. Bir arkadaş “Bediüzzaman’ın arabası bu tarafa geliyor” deyince hemen koşup, okulun dış kapısına kadar gittim. Sütlü kahverenginde güzel bir arabaydı. Baktım ki, bizim komşumuz olan iri yarı bir teyze, arabanın önünde iki kolunu yana açmış bekliyor. “Vallahi durmazsan geçirmem” diye söyleniyor. Biraz kavgacı ruhlu, biraz da rahat bir kadındı. Fakat yaptığı hareket işe yaramış olacak ki, Bayram ağabey arabayı tam okul duvarının önünde durdurdu.

Ve Üstad Hazretleri arabadan indi. Önce o kadın dua istedi Üstad Hazretlerinden. Sanırım hırçın huylu olduğu için, düzelmek istiyordu. Ardından oraya toplanan diğer çocuklar tek tek Bediüzzaman’ın elini öpüp duasını aldılar. Daha doğrusu Üstad kadınlara elini vermezmiş. Çocuklara da cübbesinin üstünden kolunu verirmiş. Ben biraz çekingen bir çocuktum hem de kız olduğum için daha çok çekiniyordum. Fakat arkadaşlarımı görünce demek öpülüyormuş diye cesaretlendim ve eğilip cübbesi üzerinden kolunu öptüm. “Üstadım bana dua eder misin?” dedim. Çok fasih bir şekilde:” Seni talebeliğe kabul ettim” dedi. Bayram ağabey de: “Merak etmeyin. Üstad, hepinize dua ediyor, Bolvadin halkına da özellikle dua ediyor” diye hepimize iltifat etti.

 

“BEDİÜZZAMAN’IN ELİNİ ÖPTÜM DİYE ÖĞRETMENİM’DEN ÖYLE BİR TOKAT YEDİM Kİ…”

 

Daha sonra “Ben vazifemi yaptım” edasıyla geri çekilip Üstad’ı seyretmeye koyuldum. Fakat bu sırada iyice dalmış olacağım, bir ara arkamı dönünce zilin çalmış olduğunu ve bahçenin boşalmış olduğunu gördüm. Araba yürüdü yavaş yavaş uzaklaşmaya başladı. Ben de hemen içeri girip sınıfıma çıktım. Bizim sınıfın öğretmeni çok dindardı. Bize namaz kılmayı, sure okumayı bile öğretmişti.

Fakat onun tayini çıkınca geçici olarak yan sınıfın öğretmeni bizim derslere girmeye başlamıştı. Uzun boylu, iri yarı esmer bir adamdı. Ders başlamış, Öğretmen de henüz sınıfa giriyordu. Ben de arkasından girince:  “Emine! Nerden geliyorsun böyle nefes nefese kalmışsın?” diye sordu. Tabi ben Üstad’ı sevmeyenlerin olduğunu hiç düşünmüyorum o güne kadar. Annem, babam herkes onun büyük bir âlim olduğunu anlatıyor. Biz sevdiğimiz için herkes de seviyor zannediyorum. Zaten böyle büyük bir Zatın düşmanlarının olabileceğini idrak edecek yaşta değildim ki… Bu hislerle hiç korkmadan: “Bediüzzaman’ın elini öptüm öğretmenim” dedim. Bunu söylememle beraber elini bir kaldırdı ki, tokadını kulağımda patlattı. Hala o günkü sızıyı anlatırken hissediyorum. Bütün yüzümden ateş çıktı sanki: “Hala o Kürd’ün arkasından mı gidiyorsunuz?” dedikten sonra: “Demek ki bu zatın düşmanları da var” diye anladım. Eve gelip anneme ağlamıştım. “Neden bana vurdu?” diye. Annem de bana güzel bir şekilde teselli vermişti. Üç gün kulağımın ağrısı geçmemişti iyi hatırlıyorum. Fakat yine de, Bediüzzaman’a olan sevgimde hiçbir azalma olmadı.

 

Bediüzzaman’ın bakışlarının sert olduğunu söyleyenler var. Siz neler hissettiniz?

 

Evet, öyle söylüyorlar. Fakat bana hiç öyle gelmedi. Aksine çok sevecen, merhamet dolu bakışlardı. Bir de çok zayıf olduğunu hatırlıyorum. Uzun boyluydu. Elleri incecikti. Uzun parmakları vardı…

 

Aileden Bediüzzaman’ı gören başka kimler var?

 

Öncelikle biraz babamdan bahsetmek istiyorum. Üstad’la aralarında geçen bir hadise. Üstad hazretleri Emirdağ’dayken, babam Bolvadin’de encümen azasıydı. Bir kaç encümen azasıyla beraber karar almışlar. Bir bahçeye iki odalı bir ev yapmışlar. Ve “Emirdağ Üstad’ın kıymetini bilmiyor” diye, O’nu Bolvadin’e davet etmeyi düşünmüşler. Çünkü o zaman Emirdağ’ın hepsi Nur talebesi değildi. Bunun üzerine gidip Üstad’ı davet etmişler. Fakat Üstad: “Bolvadin çok dindar, gelirsem bana çok hürmet ederler. Benim yüzümden herkes zarar görür” diyerek Bolvadin’e gelmemiş… 

Bir de babamın manifatura dükkânı vardı. Orayı kapatıp, evimizin altında bir odayı bakkal dükkânına çevirmişti. Namaza giderken dükkâna Said kardeşim ve Şahabettin ağabey’im bakardı. Onlar da Bediüzzaman’ın geçtiğini gördüklerinde dükkânı açık bırakır hemen arabanın arkasından koşarlarmış. Ta şehrin dışına kadar koşup gider ve dua isterlermiş.

Bu olay defalarca tekrarlanınca, bir gün Bayram ağabey arabayı durdurup Üstadın elini öptürüyor. Ve “İsminiz nedir? Size ismen dua etsin Üstad. Fazla koşmayın ezilirsiniz alimallah” deyince. Ağabeyim: “Benim adım Mahmut Şahabettin” diyor. Zaten ondan sonra biraz daha büyüyünce kardeşlerimin hepsi beraberce medreseye gidiyoruz diyerek, Risale-i Nur okumaya, dinlemeye ve yazmaya başladılar. Mesela Ağabeyimin camlı rahlesi vardı. Osmanlıca risale yazardı üstünde.

Bir de Üstad Hazretleri bizim evin önünden defalarca geçmişti. Geçerken annem ve biz kapıya çıkınca bakardık ki Üstad arabasının içinden bize el sallıyor. Diğer hanımlara yine elini göğsüne kapatıp hepinizi talebeliğe kabul ettim şeklinde hareketler yaparken, annem de karşılığında “bana da dua et” diye hareketler yapardı.

Zaten Üstad’ın Bolvadinli hanımlara özel duası vardır. Defalarca tekrar etmiştir bunu. Çünkü tesettür konusunda Bolvadinli Hanımları çok tebrik ediyor Üstad. O zamanlarda tek bir gözleri açık şekilde dolaşırdı hanımlar sokaklarda. Altı metre çarşaf giyerlerdi. Bu sebeple Üstad, hanımlara özel dua etmiştir.

 

“ÇAY MEDRESESİ MAHKEMELİK OLDU”

 

Ağabeyleriniz veya babanız Risale-i nur okudukları için her hangi bir tepkiyle veya polis sorgusuyla karşılaşmış mıydı?

 

Üstad’ın vefatından sonra birkaç olay olmuştu. Ahmet Vehbi ünlü adında ilahiyat mezunu bir ağabeyim var. Askerliğini öğretmen olarak yapmış. Değişik illerde öğretmenlik yaparken, nurcu olduğu için görevden alınmıştı. Fakat öncesinde, askerlik eğitimini İzmir’de alırken, on kişilik bir grup kurmuş ve onlara Risale-i Nur’u tanıtmış. Hepsi öğretmen bu gurubun… Bu on kişilik gurup Risale-i Nur’un ehemmiyetini anlayınca, askerlik bitiminde “Herkesin memleketine bir dershane açma” kararı alıyorlar. Birkaç şehir de açıyorlar da. Sonra Bolvadin’e gelirken, yol üzerinde “Çay” isimli kazaya uğruyorlar. Amaçları Çay’ da bir medrese açmak... O esnada Said kardeşim ve diğer ağabeylerim de Bolvadin den çıkıp, onların olduğu kazaya gidiyor. Aralarına katılıyor. Çünkü o zamanlar bir yere yeni bir dershane açılıyorsa, çevre illerden veya kazalardan mutlaka gidenler olurdu. Önemli bir şeydi çünkü dershane açılışı… Daha sonra Çay’da eski bir binayı kiralıyorlar. Birkaç parça eşya alıp döşüyorlar. Medreseyi hizmete açıyorlar.

O esnada Said kardeşim çok güzel bir şekilde Osmanlıca öğrenmişti. Her yere Osmanlıca cümleler yazardı. Çay’da açılan dershanenin içinde birçok dolaplı bölmeler mevcutmuş. Bu dolap kapaklarına, tebeşirle, Osmanlıca olarak:” Bismillah her hayrın başıdır. Biz dahi başta ona başlarız. Bil Ey nefsim! Şu mübarek kelime İslam nişanı olduğu gibi, bütün kâinatın lisan-ı haliyle vird-i zebanıdır” diye başlayan birinci sözün giriş cümlelerini yazmış.

 

KARA TAHTA SUÇ ALETİ!..

 

O zamanlar biz dershaneye medrese derdik. Müspet ilimlerle, din ilimleri birlikte öğrenildiği için, bir nevi ilim tahsil edilen yerler olduğu için bu ad konmuştu. Üstad’ın temennisi de bu yönde zaten. Medreselerde hep bir siyah tahta bulundurulurdu. Osmanlıca öğretilirken kullanılırdı. Kardeşim Said, dolap kapaklarıyla yetinmemiş, o tahtanın üstüne de risaleden vecizeler karalamış. “İman hem nurdur, hem kuvvettir. Evet, hakiki imanı elde eden adam kâinata meydan okuyabilir” “Güzel gören güzel düşünür, güzel düşünen hayatından lezzet alır” gibi… Bütün tahtayı doldurmuş. Daha sonra dersler yapılmış, açılış tamamlanmış herkes minibüse binmiş, Bolvadin’e doğru yola çıkılmış. Bu esnada İzmirli arkadaşlardan biri meğer ajan olarak içlerinde bulunuyormuş. Ajan, diğerlerine sezdirmeden isim listesini Çay karakoluna vermiş. Ve yine onlarla birlikte yola devam etmiş. Polisler yeni açılan Çay dershanesini basmışlar, Çay’ın yerlisi olan beş kişiyi ve köşede duran risale yazılı kara tahtayı alıp Bolvadin ağırcezaya götürmüşler. Dolayısıyla Risale-i Nur’u yeni tanımış bu beş kişi altı ay hapis yatmış.

 

“RİSALE YAZILI TAHTA POLİS TARAFINDAN SOKAK SOKAK GEZDİRİLMİŞ, ELHAMDÜLİLLAH!”

 

Peki, listedekilere ne olmuş?

 

Zaten listenin çoğunluğunu ağabeylerim oluşturuyormuş. İbrahim Ünlü, Ahmet ünlü, Şahabettin ünlü, Mehmet Ünlü, Said Ünlü… Polisler hepsini karakola çağırıyor. Fakat gece vakti olduğu için babam: “Gece vakti gelinmez, ben yarın sabah hepsini alır getiririm” demiş. Ve sabah olunca ağabeylerimi ve kardeşimi alıp, Çay karakoluna götürmüş. Ahmet Yavuz, Pastacı Muammer ağabey ve daha birçok ağabeyler de onlarla beraber gitmişler. Polisler “siz Nur talebesi misiniz?” diye sorunca hepsi birden: “Elhamdülillah” diye cevap vermiş. Bu kelime üzerine, hepsini karakolun muhtelif odalarına kapatmışlar. Kimini kömürlüğe, kimini tuvalete kapatmışlar. Yani “Elhamdülillah” kelimesini bile dincilik suçu kabul etmişler.  Trajikomik bir şey… En sonunda bakmışlar böyle olmayacak, kardeşim Said’in üzerine risale yazdığı suç aleti(!) tahtayı ellerine vermişler ve bunu: “İbret-i âlem olsun diye sokak sokak gezdireceksiniz” demişler. Onlarda zaten istedikleri şey bu olduğu için seve seve taşımışlar risale yazılı kara tahtayı. Polisin eşliğinde Çay’ın bütün sokaklarında insanlara göstermişler. Hatta polislerin bir kısmı yapılan yanlışlığın farkında olacak ki, mahcup bir şekilde “Yazılı kısmı kendinize çevirin” dediyse de onlar “Bakın işte suçumuz buymuş” der gibi gezmişler sokakları… Verilen ceza rahmet-i İlahi olmuş çok şükür…  Zaten daha sonra, suçüstü yakalanmadıkları için Çay medresesi mahkemesinden beraat etmişler…

 

“HAYIR, HÂKİM BEY! TAM AKSİNE, BİZ RİSALE-İ NUR’DAN PEYGAMBER SEVGİSİ NASIL OLUR ONU ÖĞRENİYORUZ”

 

Dediğim gibi Üstad’ın ismini koyduğu kardeşim Said de mahkemelik olmuştu. Daha dokuz yaşındaydı. Bu sebeple mahkemeye dışarıdan insan alınmıyordu. Dava’ya Bekir Berk ağabey bakıyordu. Fatma Yavuz ablanın Bolvadin deki evi, Bolvadin ağır ceza mahkemesinin karşısındaydı. Biz de Said kardeşimin mahkeme olacağı gün oraya gitmiştik. Tefriciye çekiyoruz, Cevşen okuyoruz. Dua ederek bekliyoruz…

Diğerlerinin mahkemesi bitince, halk dağılıyor haliyle. Geride Said kardeşim ve Bekir Berk ağabey kalıyor. Birlikte mahkemeye giriyorlar. Hâkim mahkemeye başlayınca küçük Said’e dönüyor ve ilk sorusunu şöyle soruyor:

“Siz Said Nursi’yi peygamberden üstün tutuyorsunuz öyle mi?”

Belki de çocuğun zekâsını ölçmeye çalışıyordu veya çocuğu müşküle sokmak istiyordu bilemiyorum… Fakat Said hiç korkmadan : “Hayır, Hâkim Bey! Tam aksine, Biz Risale-i Nur’dan peygamber sevgisi nasıl olur onu öğreniyoruz” diye öyle bir cevap veriyor ki, Hâkim “Acaba bu çocuğun yaşı gerçekten dokuz mu?” diye tereddüde düşüyor. Hatta Said’i adli tıpa sevk ederek, “Bu çocuğun yaş tespiti yapılsın” diyor. Ve Sonucunda kardeşimin gerçekten dokuz yaşında olduğu tespit ediliyor. Böylece beraat ediyor Çay medresesi mahkemesinden…

Daha sonra Hacettepe Almanya matematik bölümünü bitirdi. Almanya da yedi sekiz sene kalarak yüksek lisans yaptı. Fakat üniversite yıllarında yine mahkemelik olmuş, beraat etmişti onu iyi hatırlıyorum…

 

Uzun senelerden beri Hanım hizmetlerinde bulunduğunuzu biliyoruz. Bu sebeple hanım hizmetlerinden bahsedelim biraz da. Hanımlar nerede ve ne şekilde yapıyordu dersleri?

 

Bolvadin’de hanımların özel bir yeri yoktu. Halk anlamaz diye Cuma günleri 70.000 kelime-i tevhid çekilecek denirdi. Üstad böyle toplayın hanımları dermiş. Böylece bayanlar bir araya toplanırdı. Kelime-i Tevhidler çekilip dualar edildikten sonra, Osmanlıca olarak, Risale-i nur okunurdu. Hanımların hepsi dinlerdi bu dersleri, kimse itiraz etmezdi.

Üstad’ın talebelerinden Şahide anne, Bolvadin’den sorumluydu. Eşi eski köy Enstitüleri mezunuydu. Oralarda daha çok sol görüşlü öğretmenler yetiştirilirdi. Önceleri izin vermiyor Şahide Annenin hizmetlere gitmesine. Fakat daha sonra bazı rüyalarla ikaz adilince razı oluyor. Şahide anne’yi tıpkı Mekke’de vefat eden Zehra Anne gibi, Üstad hazretleri kendi keşfetmiş ve ona özel risale göndererek Bolvadin sorumlusu olarak görevlendirmiş. Gerçekten de Şahide Anne, hizmetleri çok güzel yürütmüş.

Mesela bazı kendini bilmez hanımlarla ilgilenerek, onların düzelmesine vesile olmuş. Bu sebeple herkes: “Allah Şahide Anne den razı olsun derdi.” O kadınlardan biri daha sonra bütün Cevşen’i ezbere okumaya başladı. O kadar muvaffak olmuş hizmetlerinde… Tabii zaman geçince Şahide Anne’den sonra, Üstad’ı görmüş hanımlardan biri olan Fatma Yavuz abla devam etmiş hizmetlere.

 

“BİZ BİR KİŞİNİN MESULİYETİNİ ALMAZKEN, ÜSTAD BÜTÜN İNSANLIĞIN MESULİYETİNİ YÜKLENDİ”

 

Fatma Yavuz abla Üstad’ı gören bir hanımefendi olduğuna göre O’nun hakkında bildiklerinizi anlatır mısınız?

 

Fatma Yavuz ablanın kendi dilinden dinlediğim bazı hatıralar var. Onları anlatayım. Fatma Yavuz abla’nın evi, Emirdağ’da Üstad Hazretleriyle karşılıklıymış. Zaman zaman Üstad Hazretlerinin ziyaretinde de bulunmuş. Rüştiye mezunu, Nakşî tarikatından bir teyze… On üç yaşında dört kayınvalideli bir eve gelin gitmiş, şair bir ailenin kızı… Zaten kendisi de şair olan bir hanımefendi. Şairlik yönünü kullanarak, tatlı diliyle kocasının namaza başlamasına vesile olmuş. “Aman Ali hadi kalk! Hadi bir elini yıkayıver. Bir koluna su döküver. Hadi bir abdestini alıver. Aman ne de güzel nurlandın“diye diye başarmış bu işi…

Daha sonra bize Osmanlıcayı öğretmek istedi. Kendisine uygun bir tarihte başlayacağını söyledi ve “şu gün diviti okkayı alıp gelin” dedi. Ben de her şeyi hazırlayıp uyudum. Ertesi gün Osmanlıca öğrenmeye gideceğim.

 

“ÜSTAD OSMANLICA ÖĞRENMEMİ DESTEKLEDİ…”

 

O gece ilginç bir rüya görmüştüm. Bunu pek kimseyle paylaşmadım bu güne kadar. Risale Haber’le paylaşayım. Rüyamda daha önce hiç görmemiş olduğum bir yerin havalimanındaydım. Daha sonra bakıyorum ki o havalimanı Isparta havalimanıymış. Her tarafı yeşil halıyla döşenmiş… Havada yeşil ve beyaz renklerden oluşan bir helikopter uçarak geliyordu. Ben havalimanının orta yerinde tek başıma kalmışım. Helikopter benim yakınımda bir yere indi. İçinden Üstad Hazretleri çıktı ve bağlı bir şekilde bir düzine divit ve büyükçe bir hokkayı elime verdi. Fakat hiç konuşmadan gerisin geriye helikoptere binip gitti. Uyandığım zaman “Demek ki” dedim “Üstad Hazretleri de beni tasdik ediyor. Destekliyor.” Henüz on dört on beş yaşlarında bir kızcağızdım ve bu rüyayı hiç unutamam. Daha sonra bir süre Osmanlıcayı öğrendim ve yazdım fakat Ankara’ya çağırıldığım için yazmaya devam edemedim…

Bu arada Fatma Yavuz Anne’nin hatıralarından birini daha anlatmak istiyorum. Fatma Yavuz Anne, Nakşî tarikatına bağlıydı. Nakşî tarikatının o zamanki şeyhinden el almış biri. Daha sonra Emirdağ’da Üstad’la tanışınca, gelip şeyhine sitemde bulunmuş:” Şeyhim” demiş: “Ben sana ne çekeyim diye sorunca, sen bana azar azar ders veriyorsun. Ellişer veya yüzer yüzer arttırıyorsun. Ama ben Üstad hazretlerinin ziyaretine gittim. İlk görüşmede, Cevşen’i verdi, hanımlar rehberini oku dedi. Her güne bir cüz okumamı söyledi. Ve daha bir sürü virtlerden bahsetti. Hiçbir kısıtlama getirmedi. Neden Böyle?” diye ilave etmiş. O zaman Şeyhi: “Fatma kızım. O öyle mübarek bir zat ki, ben sizin bile mesuliyetinizi alamazken, o bütün yanlış yapanların mesuliyetini üstüne alıyor. Biz böyle bir yükü kaldıracak güçte değiliz O’nun gibi…” diyerek, Üstad’ın manevi makamının da ne kadar yüksek olduğunu anlatmış.

 

Bu arada, madem Risale-i Nur hizmetinde özellikle Üstad’ı görmüş olan teyzelere, ablalara “Anne” sıfatı yükleniyor. Öyleyse biz de, uzun seneler hizmet etmiş, Üstad’ı görmüş bir hanımefendi olmanızdan ötürü, size öyle seslenelim. Peki, Emine Anne! Üstad’ı gören hanımlardan tanıdığınız başka kimler var?

 

Teşekkür Ederim. Böyle bir lakabı almak herkesin karı değildir. Anne demek; şefkat demek, merhamet demek… Risale-i Nur hizmetinde olan bir insanda şefkat ve merhamet yoksa o kişi hizmet ehli olamaz. Üstad Hazretleri hanımlara: “Şefkat Kahramanı” diyor. Bu sebeple Anne lakabı takılıyor demek ki hizmet ehli bayanlara…

Sorduğunuz soruyla birlikte bütün anneler gözümün önünden geçmeye başladı. Tabii ki nerdeyse 40 sene olacak, ben Risale-i Nur hizmetlerini yakinen takip etmekteyim. Aradan geçen bu kadar sene içersinde birçok hizmet ehli hanımla karşılaştım. Fakat aklıma hemen gelenlerden biri Üstad’ın faytoncusunun hanımı Hacı Firdevs Anne’dir... Üstad’ın yoğurdunu küçük bir kapta taze olarak hazırlayıp Üstad’a yollarmış sürekli.

Hacı Firdevs Anne ve birkaç hanım daha Üstad’ın hırkalarını dikerlermiş. Anlattığına göre, iki Amerikan bezinin arasına elleriyle güzelce pamuk yerleştirirlermiş. Yorgan dikmekten farklı olarak, çok sık aralıklarla ilmek atar, gizli dikiş yapmaya gayret sarf ederek, düzgün görünmesini sağlarlarmış. Kalın olurmuş hırkalar, Üstad üşümesin diye. Çünkü Üstad hazretleri pek bir şey yemediği için çok üşürmüş. Hatta yaz aylarında bile ince de olsa bir yorganı olurmuş mutlaka. Ayriyeten Firdevs Anne, Üstad’ın çamaşırlarını da yıkamış defalarca. Fakat Üstad Hazretleri her gelen çamaşırı yeniden durularmış suyla. Şafii mezhebinden olduğu için, kadın eli değdi diye yaparmış bu hareketi Üstad.

 

“ÜÇ KOYUNDAN, BİR SÜRÜ MEYDANA GELMİŞ”

 

Tüm bunların karşılığında Üstad Hazretleri her defasında Firdevs Anne’ye 25 kuruş gönderirmiş. Firdevs Anne de bu paraları hiç harcamadan, bir köşede biriktirmeye başlamış. Daha sonra öyle olmuş ki, o parayla üç tane koyun almış Firdevs Anne. Bu koyunları da bir çobana vermiş bakması için. O koyunlar çoğalmış, çoğalmış… Sonunda bir sürü koyun meydana gelmiş. Hatta çoban bile bunun farkına varmış olacak ki Firdevs Anne’ye demiş ki: Senin koyunlar bana geleli beri, benim kendi koyunlarım da kısa sürede çoğaldı. Hem seninki üredi, hem de benimki üredi”

Daha sonra Firdevs Anne koyunlardan uzun süre gelir elde etmiş. Yününden sütünden… Fakat Hacca gitmek için hepsini satmasını istemiş çobandan. Çoban koyunları satmış. Fakat Firdevs Anne’den habersiz, üç tanesini bırakmış. “Çünkü” demiş Çoban. “Bu koyunlar sayesinde ben zengin oldum. Benim sürümün içinde kalsınlar…” Gerçekten de Firdevs Anne Hacdan döndükten sonra bakmış ki, her sene yine kırpılan yün geliyor çobandan. Meğer o kalan üç koyun yine yavrulamış, yine bir sürü meydana gelmiş… Üstad’ın bereketi...

 

Çok güzel bir hikaye… Bolvadin’den Ankara’ya geçelim isterseniz. Şu an Ankara da oturuyorsunuz. Sanırım buraya gelin gelmişsiniz. Ankara’daki hizmet yıllarını anlatır mısınız biraz da?

 

Aslında Ankara’ya gelişim on sekiz yaşındayken olmuştu. 1970 yıllarında… Bayram ağabey Fatma Yavuz abla’dan sonra yerine bakacak kimse olmadığı için, beni Ankara’ya çağırmış. Gelsin O’nu yetiştirmek istiyorum demiş. Fakat annem tek kız olduğum için pek yanaşmıyordu. Şahabettin ağabeyim annemin gönlünü aldı ve beni Ankara’ya Zeynep Münteha Polat Abla’nın yanına götürdü. Zeynep Münteha Abla iki sene içinde Risale-i Nurları öyle okumuş ki, sayfa sayfa sorsanız nerede ne olduğunu bilirdi. Çok zengin, Erzurumlu CHP’li bir ailenin kızıydı. Kızının Nur talebesi olduğunu öğrenince, bütün maddi manevi desteğini geri çekmiş babası. Emek ’de teras katta bir dairede oturuyordu. Üniversite okuyordu. Mezuniyetine üç ay kalmıştı.

 

“KENDİ NEFSİNİ ISLAH EDEMEYEN, BAŞKASININKİNİ ISLAH EDEMEZ”   

 

Kitapları okumaya Şualar kitabından başlamıştım. Bir gün yine özel okumamı yapıyordum yaşlı bir Hacı Teyze vardı yanımda. Kapı çaldı. Bayram ağabey gelmişti. Benim kitap okuduğumu görünce: “Emine oku bakalım. Nasıl okuyorsun?” dedi. Ben de sıkı bir aile ortamında yetişmiş, çekingen ruhlu bir bayan olduğum için alçak sesle okumaya başladım. Paragrafı bitirince bayram ağabey baştan bir kere daha oku dedi.

Böyle iki üç defa tekrar ettirince çok sıkıldım. Şiddetli bir şekilde başım ağrımaya başladı. Neden tekrar tekrar okutturuyor? Ben düzgün okuyorum.” Diye düşünürken: “Bayram ağabey! Nasıl okumamı istiyorsan öyle okuyayım” dedim. Bunun üzerine Bayram ağabey gayet ciddi bir edayla: “Kardaşım! Ders yaparken, İster bir kişi olsun, İster bin kişi olsun burada kimse yok diyeceksin ve Risale-i Nur’u kendine okuyacaksın. O zaman etkili olur. Kendi nefsini ıslah edemeyen, başkasınınkini ıslah edemez” dedi. Şimdi bile hala Risale-i Nur’u elime aldığım zaman, hep Bayram Yüksel ağabey’in o sözleri kulaklarımda çınlar. O ses beni her defasında yeniden uyarır…

Daha sonra Said Özdemir Ağabey Hacı Bayramda dershane açtı ben oraya yerleştim. Üç ay sonra Bolvadin’e yengemi derslere alıştırmak için ağabeyimin evine gittim. Orada kaldığım zaman içinde Sungur ağabey’i çok defalar gördüm. Hatta bir gün yine bize gelmişti Sungur ağabey. Kaymaklı kadayıf yapmıştık. Yanına çağırdı bize dua etti. Elinize sağlık çok güzel olmuş dedi. Daha sonra Ali Uçar ağabeyin Kız kardeşi vasıtasıyla 1974 senesinde Ankara’da erkek dershanesinde kalan Ömer Pektaş Bey’le evlendim. Otuz beş senedir Ankara’da ikamet ediyorum...

 

Ankara’daki hizmetlere nasıl başladınız?

 

Zaten her yerde dersler yapılıyordu Fakat bayanlara ait bir dershane açalım dedik. Ve Tuba dershanesini açtık birkaç hanım arkadaşla beraber.

 

 Bayan Dershanelerine yönelik herhangi bir baskın oldu mu o dönemlerde?

 

Aslında dershanemizin yeri çok hareketli bir semt olan, Emek semtindeydi. Sağ sol davalarının en yoğun zamanıydı. Emek solcuların, Bahçelievler sağcıların olduğu bir yerdi. Bizim dershane de ortalarda… Devamlı birbirlerine saldırıyorlardı. Üst katlara bomba ulaştığı halde, bizim dershanemize hiçbir şey olmadı. Giriş kattaydık… Polisler öğrenci evlerini arama yapıyordu. Bizim apartmana da girmişler. Fakat Üst kattaki CHP Senatörleri: “Biz burada oturan kızlara kefiliz” diyerek, bizim evi aramalarına engel olmuşlar…

Daha sonra Ankara genelinde bir ders başladı. Cuma dersleri… Bu derse herkes iştirak ettiği için çok kalabalık olurdu. Fakat bu yönüyle çok kapsamlı, birleştirici bir dersti. O ders bütün Ankara’yı gezerdi. Yani her hafta bir semte gidilirdi. Biz otobüslerle, küçücük çocuklarımızı da yanımıza alarak, karda, kışta daima derslere yetişmeye çalışırdık. Sabah saat dokuzda düşerdik yola. On birde başlardı programımız. Önce Cevşen’in tamamı okunur, ardından hatim yapılır, kelime-i tevhidler çekilirdi. Öğleden sonra da ders yapılırdı. Daha sonra en kalabalık topluluk Demet’te olduğu için dersi sabitledik. Artık her Cuma dersler Demette oluyordu. Said Özdemir ağabeylerin sitesinde yapılıyordu…

Bir gün Cuma derslerinden biri yapılacak yine. Fakat ders o gün Ömer Kahraman ağabeylerde yapılacaktı. Ben o sıralarda Demet’te oturuyordum. Bu sebeple derse yürüyerek gidecektim. Sonra hazırlandım, dersin yapılacağı eve çok yaklaşmıştım ki, sokakta bir polis bana: “Nereye gidiyorsun?” diye sordu. O sıralar seksen ihtilali yapılmıştı. Yine sokaklarda polis kol geziyordu. Ben de önceden arkadaşlarla kararlaştırdığımız gibi: “Mevlide gidiyorum” dedim. Tamam dedi polis, gidebilirsin.

Zaten Aysel kahraman ablalara vardığımda, polisler bir kez gelip gitmişlerdi eve. “Burada ne toplantısı yapacaksınız?” diye sormuşlar ve eve girmek istemişler, fakat Aysel abla: “Biz hepimiz kadınız. Kadın polis getirin, hem de ben babamın sene-i devriyesi münasebetiyle mevlit okutuyorum” diyerek polisleri göndermiş. Polislerde gitmişler, bir polisi de sokağa nöbetçi olarak bırakmışlar. Benden sonra derse gelen hanımlardan biri de yine o polisle karşı karşıya gelmiş. Polis ona da “Nereye gidiyorsun?” diye sorunca, kadın hiç çekinmeden, çantasından Mesnevi-i Nuriye kitabını çıkarmış ve polise göstererek: “Derse gidiyorum. Eğer aklınız varsa bunu sizde okursunuz” diyerek yukarı çıkmış. Kadın yanıma geldi. Oturdu. “Emine Hanım” dedi ben polise böyle söyledim. Herhalde yanlış yaptım.” diye bu defa pişman olmaya başladı. Fakat iş işten geçmiş tabii.

O sırada yine kapı çalındı. Kapıda yine polisler… İçeri girmek istiyorlar. Aysel abla yine: “Bayan polis getirdiyseniz girin” dedi. Ondan sonra gittiler. Fakat iki polisi kapıda bıraktılar. Biz hemen bütün risaleleri üzüm sepetinin içine koyup, üstünü üzümlerle kapattık. Fırsat olsa dışarı çıkıp sepeti çatıya bırakacağız ama fırsat yok. Hemen gene kapı çaldı, üç tane bayan polis içeri girdi. Benim yanımdaki başka bir bayan, kulağıma eğildi ki, “Hacı Bayram’dan gelirken bir sürü kitap aldım getirdim” dedi. Bende hemen koltuğun birinden minderleri kaldırdım: “Buraya bırakın” dedim. İşin kötü tarafı, yanımızda birçok ismin ve adresin yazılı olduğu adres defterleri vardı. Adres defterini bulduklarında defterde yazılan adreslere de ulaşıyorlardı. Hemen onları da çıkarıp koltuğun altına bıraktık ve minderlerini tekrar üstüne kapattık. Bir umut tabi orayı aramamaları mümkün değildi.

Daha sonra polisler herkesi, her yeri aradılar. Sonunda bir ara kitap sakladığımız koltuğun minderlerini kaldırmaya başladılar. Fakat öyle ilginç bir şey ki, oraya sakladığımız kitapları, defterleri görmedim. Polislerde zaten bir şey bulamadılar. Fakat üzüm sepetinde duran risaleleri fark ettiler ve evin sahibi olan Ömer Kahraman ve Aysel Kahraman çiftini karakola götürmek istediler. Biz hepimiz karar verdik. “Biz de geliyoruz” diye. Fakat polisler sadece ev sahiplerini götürdüler. Kahraman çiftini direk mahkemeye götürmüşler. Risaleleri sormuşlar. Aysel Hanım kitapları üstlenmiş. “Bunlar bizim hoşumuza gidiyor, okuyoruz eşimle” demiş ve birkaç zaman sonra bırakılmışlar.

Aysel abla illaki polis minibüsüyle getirdiniz, yine beni minibüsle götüreceksiniz deyince: “Polis bıraktığımıza şükredin, çıkın şu kapıdan” demiş. Aysel abla ve eşi dışarı çıkmışlar. Tam da o esnada tanıdık bir ağabey minibüsüyle önlerinden geçiyormuş. Durmuş ve onları minibüse bindirmiş. Aysel abla dayanamamış tabi. Arabaya binerken kapıdaki polise: “Siz beni minibüsle getirdiniz, bakın gene minibüsle geri dönüyorum” diyerek latife yapmış. Yani baskın olayları bunlardan ibaret…    

 

Hizmetler esnasında gördüğünüz veya konuşabildiğiniz ağabeyler oldu mu?

 

Evet. Mesela Zübeyir ağabey’i bir defa geriden görmüştüm. Bir defa da Zeynep Münteha Polat ablayla beraber derse giderken gördüm. Ders Hacı Bayram’daydı. Hacı Bayram da Bayram ağabey’in 27 numaralı küçük, ama merkezi bir dershanesi vardı. Fakat maddi imkânı olduğu halde, daha güzel evlerde yaşama imkânı olduğu halde birçok ağabey, o dershanenin etrafındaki küçücük evlerde oturmayı tercih ediyordu. Sanki dershane etrafında bir kalkan oluşturuyorlardı.

Mustafa Süzen ağabey vardı üst katta otururdu. Evinin alt katında Hubeybe adında bir hanım otururdu dört küçük kızıyla beraber. Karşıda yine Selahattin Sezen ağabey oturuyordu. Kemalettin Ceviz ağabey vardı, dört oğluyla birlikte yan taraftaki apartmanda kalırlardı. Yani o insanların yaptığı fedakârlıklarını düşününce hala gözlerim dolar. Elli beş metrekarelik evlerde ailece kalmayı göze alıyorlardı. Hâlbuki hepsi memur… O zamana göre alınan maaşlarda iyi… Fakat hizmet için, sırf oraya gelen misafirleri ağırlamak için başka semtlere gitmiyorlardı. Bizim eşlerimiz 27 numaralı dershaneye gittiklerinde, biz de etraftaki evlere giderdik bayanlar olarak. Her zaman sofraları açık olurdu. Her zaman güler yüzle karşılanırdık… Böyle kendilerini feda etmiş bir guruptu. Acayip bir hizmet aşkı taşıyordu aileler…

 

“BABAMIZ EVE DÖRT GAZETE ALIYOR, FAKAT AYAKKABI ALMIYOR”

 

Mesela ben Mustafa Süzen ağabey’in evine gittiğim zaman, Mustafa ağabey’in kızları hemen yanıma gelir bana sessizce: “Emine abla, babamız eve dört gazete alıyor, fakat bak ayakkabımız eskidi. Bize yeni ayakkabı almıyor” diye sitemde bulunurlardı. O kadar fedakârlık ki anlatılmaz… Yani o sahneleri gördükçe bendeki hizmet aşkı daha da alevlenirdi. Daha bir şevke gelirdim. Ankara’da bu ablaları, ağabeyleri pijamalarıyla ve takunya terliklerle de olsa eşi uyurken, dershaneye gitmiş. Gördükçe hizmetin asıl manasını o zaman daha iyi anlamıştım.

 

KEMALETTİN AĞABEY PİJAMALARIYLA VE TAKUNYA İLE EŞİ UYURKEN, DERSE GİTMİŞ.

 

Erzurumlu Kemalettin Ceviz ağabey’in durumuysa yine farklı değil diğerlerinden. O da yeni evlenmiş ve Hacı bayramdaki 27 numaralı dershanenin yan apartmanında oturuyor. Fakat her fırsatta dershaneye gidiyormuş. Hanımı bazen sitemde bulunurdu bana. “Yeni evliyiz, fakat eşim hep dershanelerde. Biraz da benimle ilgilense…” diye. Bir gün pantolonunu, ayakkabısını, gömleğini saklamış ki, eşi bari o gün gitmesin diye. Fakat Kemalettin ağabey yine de pijamalarıyla ve takunya terliklerle de olsa eşi uyurken, dershaneye gitmiş. Kemalettin ağabeyin eşi anlatırdı bunları.

Bir de 27 numaralı dershaneye ve etrafındaki evlere sık sık baskın yapılırmış. Kemalettin ağabeyin evine de bu baskınlardan defalarca yapılmış. Hatta bir gün, Kemalettin ağabey dershaneye gitmiş yine. Eşi evde yalnızken biri gelip polislerin evleri basacağını haber vermiş. Bunun üzerine Esma Hanım bütün gazeteleri toplayıp evinin küçücük avlusuna götürmüş ve hepsini ateşe vermiş. Tam da o sırada polisler baskına gelmişler. Bakmışlar ki avlu yanmış gazetelerle dolu. O zaman Güzel bir numara yaparak polise demiş ki: “Polis Kardeşler sormayın. Ben eşimin pantolonunu sakladım, ayakkabısını sakladım. O gene gitti. Bakın ben onun eve getirdiği her şeyi elimle yakıyorum. Siz hiç merak etmeyin. Şimdilik affedin. Benim ufak bir çocuğum var. Bir daha böyle bir şey yaparsa ben kendi ellerimle getirip size teslim ederim.” Böyle söyleyince polisler gitmiş…

 

“ZÜBEYİR AĞABEY: “SİZİN BU KIYAFETLE BİR DEFA KIZILAY’DAN GEÇMENİZ BİLE HİZMETTİR” DEDİ.

 

Yine günlerden bir gün, Zeynep Münteha ablayla beraber 27 numaralı dershaneye gidiyorduk. Ellerimizde eldivenler var, kışın siyah, yazın beyaz eldiven takardık. Bir de uzun pardösüyü sadece Nurcu hanımlar giyerdi o zaman.  O sırada kitapçılardan birinden Zübeyir ağabey’in çıktığını gördüm. Ben hemen tanıdım ve Zeynep ablaya: “Bak Zübeyir ağabey gidiyor” dedim.  Öyle deyince Zeynep ablayla birlikte hemen yanına vardık. Zübeyir ağabey hiçbir hanımla görüşmezdi. Fakat Zeynep ablanın eşinin ricası üzerine onunla özel ilgilenmiş zamanında. Bu sebeple tanışıyorlardı. Zeynep abla : “Zübeyir ağabey” diye seslenince Zübeyir ağabey: “Maşallah, maşallah! Nereye gidiyorsunuz böyle?” diye sordu fakat gözleri hep yerde Zübeyir ağabey’in hiç bakmıyor. Zeynep abla da latife olsun diye: “öyle geze geze gidiyoruz işte” gibi bir cevap verdi. O zaman Zübeyir ağabey ciddileşerek: “Hayır kızım bunu söyleme. Bir Nur talebesinin bu tesettürüyle Kızılay’dan, Ulus’tan geçmesi bile hizmettir. Bunu küçümsemeyin” dedi. Daha sonra “İnşallah büyük hizmetlere vesile olursunuz” diye dua ederek yanımızdan ayrıldı.

 

TAHİRİ MUTLU AĞABEY’İN GÖZÜNÜN KARASINI HİÇ GÖRMEDİM”

 

Bir de Bolvadin de genç kızken Tahiri Mutlu ağabey’i görmüştüm. O zaman iki defa dersine iştirak etmiştik. Ama Üstad’ın: “Zübeyir ve Tahiri talebelerim kendilerini bilmiyorlar. Fakat kırk veli kuvvetindedirler” dediği gibi bir hal vardı gerçekten kendisinde. Çünkü ben küçük olduğum için diğer hanımlar gibi başım önde dinlemezdim dersleri. Tahiri ağabeyin yüzüne çok bakardım. Fakat inanır mısınız? Tahiri Mutlu ağabey’in gözünün karasını hiç görmedim. Ders anlatırken değil bakmak, gözünün karası görünmezdi. Sadece iki beyaz boşluk… Nasıl bir şey anlatamam. O’nun dışında hemen hemen bütün ağabeyleri gördüm.

 

Yakın neslin de çok iyi bildiği gibi, provoke edilip yasaklanmadan evvel, bir zamanlar Ankara Kocatepe Cami’inde Üstad için mevlitler yapılıyordu. Hatta Ben de hatırlıyorum. Kocatepe’nin bahçesinde büyük bir kermes standı olurdu. O kermesleri hazırlayanlar arasında siz de olmalısınız değil mi?

 

Evet. Çok büyük, kapsamlı ve güzel kermesler düzenledik Kocatepe mevlitlerinde. Tabi oraya gelene kadar birçok hizmet safhalarından geçtik. Üstad için yapılan bu mevlitler çok büyük bir organizasyondu aslında. Çok büyük bir hizmeti de beraberinde getirmişti. Çünkü Türkiye’nin her yerinden binlerce insan, binlerce Nur talebesi, yüzlerce otobüs Cami’nin yakınındaki muhtelif alanlara yayılırdı. Herkes birbiriyle kaynaşırdı. Uzun zamandır birbirini göremeyen insanlar orada yeniden görüşme imkânı elde ederdi. Yani cemaati birleştiren, tek yürek haline getiren muazzam ve gayet özel günlerdi.

Biz orda çok ağır kermesler hazırlamıştık. Özellikle çeyiz işinden oluşan… Sabahlara kadar makromeler yapardık. Boncuk işleri yapardık. Hamur yoğurup, seramik işi yapardık. Günlerce öncesinden hazırlanırdık o kermeslere. Zaten yiyeceklerin haddi hesabı olmazdı. Taze taze börekler, sarmalar, yaş pastalar olurdu. Ne yazık ki artık yapılamıyor. Fakat yine de çok şükür hizmetler başka mekânlarda devam etmekte…

 

İnşallah kıyamete kadar devam edecek olan Risale-i Nur hizmetleri hakkında çok güzel bilgiler verdiniz. Çok manidar hatıralar anlattınız. Eminim daha anlatacak çok hatıralarınız vardır. Ben Risale Haber Ekibi adına size çok teşekkür ederim. Son olarak söylemek istediğiniz bir şeyler var mı?

 

Ben şunun altını özellikle çizmek istiyorum; Hayatımın hiçbir safhasında: “Hizmetlere ben koşturayım. Hizmetleri ben yapayım.” diye bir iddiam, bir amacım olmamıştır. Sadece Allah tarafından ihsan edilen bir yolda ilerlemekti benim vazifem. Yani ben de herkes gibi bu yolda istihdam olundum. Bu da Rabbimin fazlındandı. Bununla beraber ben de Risale Haber Ekibine çok teşekkür ediyorum. Allah hiçbirimizi imandan, Kur’an’dan ve Risale-i Nur hizmetinden ayırmasın. Bütün Nur talebelerini hizmetlerinde muvaffak eylesin…

Çocuklarını öğretmen et. Çünkü öğretmenlikte çok hizmet var.

Röportaj Haberleri