Hâkimiyet-i milliye ve demokrasi

Mehmet Ali KAYA

İslam ve Demokrasi arasındaki ilişkiyi ortaya koyarken zihinlerin takılıp kaldığı yer “Hâkimiyet” yani “egemenlik ve siyasal iktidarı kimin kullanacağı” problemidir. Acaba yasaları meclis yaparsa ve halkın iradesi en yüksek yetki mercii olursa Allah’ın hâkimiyetine bir noksanlık gelir mi? Hüküm ve hâkimiyet Allah’ın elinden çıkar mı? Peki, Allah görülmeyen bir varlık olduğuna göre, onun iradesini kim, kimler ve nasıl hâkim kılacaktır? Bu husus Yahudilik ve Hıristiyanlıkta da tartışma konusu olmuştur. İslam dünyasında bu tartışma Hz. Ali (ra) döneminde başlamıştır. Zamanımızda da maalesef tartışılmaya devam etmektedir. Demek henüz tam olarak çözüme kavuşmamıştır.

Bilhassa “Tevhit” hakikatini “siyasal iktidarın birliği ve topluma hükmetme gücü” olarak görme ve algılama yanlışına sahip olanlar “Hâkimiyet Allah’ındır” diyerek insan iradesini bu konuda etkisiz ve yetkisiz olduğunu savunmaktadırlar. Aksi olur da insan bir konuda siyasi hüküm verecek olursa Allah’ın hâkimiyetine karışmak gibi büyük bir günaha, hatta küfre gireceğini iddia edecek derecede işi ileri boyuta taşımaktadırlar.

Bu konuda yüce Allah’ın Kur’ân-ı Kerimde geçen “Onlar câhiliyye zannı ile ‘Emir ve idarede bizim payımız nedir?’ diyorlar. De ki: ‘Emir ve idare bütünüyle Allah’ındır.” (Âl-i İmran, 3:154) “Allah ve resulü bir konuda hükmünü verdiği zaman, mü’min erkeklerin ve mü’min kadınların başka seçeneği ve tercih hakkı olmaz. (İtaat etmekle mükelleftirler.) Allah’a ve Resulüne isyan edenler ise apaçık bir sapıklığa düşmüştür.” (Ahzap, 33:36) “Şunu bilin ki, aranızda Allah’ın resulü vardır. Eğer işlerin birçoğunda o size uymuş olsaydı sıkıntıya düşerdiniz” (Hucurat, 49:7) “Hüküm ancak Allah’ındır.” (En’am, 6:57) “Dikkat edin, hüküm Allah’ındır.” (En’am, 6:62) “Allah’ın hükmü ile hükmetmeyenler kâfirlerin ta kendileridir” (Mâide, 5:44) ayetlerini delil olarak ileri sürmektedirler.

Usuli’d-din ulemasından İmam-ı Gazali der ki “İlim, ilim sahibinin hakikati anlamasına perdedir. Zira bir şeyi bildiğini zanneden onun hakikatinden mahrum kalır.” Zamanımızın ilim adamları da “Gerçekler detaylarda ve ayrıntılarda gizlidir; ayrıntıyı atlarsanız gerçeği bulamazsınız” demektedirler. Biz de yüzeysel bilgilerimizi biraz derinleştirelim. Detaylara ve ayrıntılara şöyle bir göz atalım.

Hâkimiyet kavramının iki yönü olduğu gerçeğini kimse inkâr edemez. Birincisi “kozmik ve madde âlemindeki hâkimiyettir” ki “Yaratma da emir de Allah’a aittir.” (’raf, 7:54) Bu konuda kimsenin şüphesi yoktur. İkincisi ise, insanlık âleminde ve sosyal hayatta “siyasal erk” dediğimiz “yönetim” ve “siyasal egemenlik”tir. Tartışma bu sahada cereyan etmektedir.

“İhtiyaç medeniyetin üstadıdır.” Devletin varlığı insan ihtiyacından doğmuştur. İnsanların “güvenlik ve hukukunun korunma” ihtiyacı idareciyi, toplumun gelişmesi de devleti, devletin gelişimi ise kurumların teşekkülünü ve gelişimini sağlamıştır. Devlet insanın dünyevi ihtiyaçlarından doğduğu ve dünyaya ait ihtiyaçlarına cevap verdiği için dinin emri değildir. Nasıl ki çalışmak ve yemek insanın temel ihtiyacıdır; bundan dolayı Allah’ın “çalışınız” ve “yaşamak için yiyiniz” emri yoktur. “Hakka ve hukuka riayet ediniz, haksız kazanç edinmeyiniz” ve “helal ve temiz şeyleri yiyiniz ve yerken israf etmeyiniz” emirleri vardır. Aynı şekilde devlet ve idarecilik emir değildir; ama “idarecinin adil olması” emredilmiştir.

Devlet doğası gereği ırkî olduğu için dinin devleti olmaz; ancak milletlerin devletleri vardır. Din ise devletler üstüdür. Devletin hâkimiyeti maddidir, dinin hâkimiyeti ise mânevidir. Din akl-ı selim sahipleri tarafından kabul edilir, kalplere ve gönüllere hükmeder. Bunun için devletin hâkimiyeti cüz’î, hükmü geçici ve devamlılığı sınırlıdır. Din ise insanın olduğu her yerde vardır ve hükmü ebedidir.

Bir devletin varlığının temel şartı, egemenliğinin alameti kendi başına karar verme, bağımsızlığını ilan etme, vergi koyma, savaş kararı alma, yönettiği halkını refah ve güvenlik içinde yaşatmak için kanun yapma ve kural koyma gibi hususlarda bağımsız olması, yani “karar verme” ve bunu “uygulatma” kabiliyetine sahip olması gerekir. Çağdaş dünyada egemenlik mutlak değildir. Uluslar arası sözleşmeler, genel hukuk ve ahlak kuralları ile kısıtlanarak keyfilikten arındırılmaya çalışılmaktadır.

Her şeyden önce kevnî/ontolojik hakimiyet Allah’a aittir. Şirke ve iştirake yer yoktur. Allah’ın kâinata koyduğu “Sünnetullah” denen “fıtrî şeraite” uymak iradî değil zorunludur. Ancak insanın iradesine hitap eden “teklifî şeraite” uyup uymama konusunda insan hürdür. Uyulmadığı zaman cezası dünyevî değil uhrevîdir. Dolayısıyla siyasal alanda insana hürriyet verilmediği, her şeyin Allah’ın iradesi ile belirlendiği ve insanın buna uymaya mecbur olduğu düşüncesi doğru değildir.

İslam inancına göre insan iradesi dâhilinde olan hususlarda hürdür. Allah’ın emir ve yasakları insan iradesini kısıtlayıcı ve zorlayıcı değildir. Bilakis insan hürriyetinin önündeki engelleri kaldırmaya yöneliktir. İnsanın hâkimiyet ve hürriyet alanı çok geniştir. “İnsan yeryüzünün halifesidir.” (Bakara, 2:30) İnsanın yeryüzünde halife olması, Allah’ın hükümlerini icra ve kanunlarını tatbik etmesi içindir. (İşaratu’l-İ’câz, 2006, s. 424) Allah’ın insan iradesi ve hâkimiyeti konusundaki iradesi ise Kur’ân-ı kerimde belirlenmiştir. Allah’ın bu konudaki emri ve kanunu ise “Yöneticisini ehil olanlardan seçmesi (Nisa, 4:58) ve seçtiği bu yöneticiye itaat etmesidir.” (Nisa, 4:59) Yöneticiye emri ise “İstişare ile hareket etmesi” (Şura, 42:38) ve “Adil olmasıdır.” (Nisa, 4:58) İstişare ve adaletin gereği ise “Hüküm çoğunluğa göre verilir” (Münazarat, 81) kuralına göre çoğunluğun kabul ettiği şekilde hükmetmektir. Adil olan ve Allah’ın iradesine uygun olan da budur. Bu hususun tatbikatı “Asr-ı Saadet” döneminde “Hulefa-i Raşidin” tarafından uygulanarak gösterilmiştir.

Siyasal bilimciler ve siyaset uzmanları Allah’ın emri olan “idarecinin seçim ile belirlenmesine” ve seçilenlerin de kurumlar ve kurullarını “İstişare” ile yönetmesine “Demokrasi” adını vermektedirler. Bediüzzaman da böyle bir devlet idaresine “Demokratların” idaresi demiş ve desteklemiştir.

Bu durumda Bediüzzaman “Emir ve idare bütünüyle Allah’ındır.” (Âl-i İmran, 3:154) ayetine zıt mı hareket etmiştir? Asla ve kat’â! Bu ayet bize Meşrutiyet ve Demokratik idarenin Allah’ın iradesine uygun bir idare olduğunu anlatmaktadır. Câhiliye zannı gibi “keyfî ve baskıya dayanan bir idareyi istemeyin” “seçime ve istişareye dayanan” Allah’ın iradesine uygun olan ve sizin hür iradenizin de kullanımını sağlayan böyle bir idareyi benimseyin demektedir. Sahabelerin uyguladığı meşrutî, cumhurî ve demokratik idare akla, mantığa, şeriate ve yukarıdaki ayete daha uygun değil midir?

“Hâkimiyet Allahındır” diyerek Allah adına kendi irade ve yorumlarını “egemen” kılmak ve “üstün irade” olarak görmek çok büyük yanlıştır. Bu yanlış irade kullanımından dolayıdır ki muharref Hıristiyan ruhanileri Hz. İsa adına “kilise hâkimiyeti” ile Avrupa’da “Skolastik” bir dönem yaşatarak “istibdadın en dehşetlisini” uygulamıştır. Tarih buna şahittir. Sahabeler ise asla “Allah adına” hareket etmemişlerdir. Hz. Ebubekir (ra) “Ben Resulullah’ın halifesiyim” derken, Hz. Ömer (ra) “Ben mü’minlerin işlerini yapmak üzere seçilmiş bir emirim. Bana Allah’ın halifesi ve Resulullahın halifesi demeyin. Mü’minlerin emiri, “Emire’l-Mü’minin” deyin demiştir.

Hâkimiyetin kullanımında en doğru yol ve usul “milletin hâkimiyeti” prensibi ile hareket etmektir. İslam mütefekkirleri ve bilhassa Bediüzzaman “Meşrutiyet hâkimiyet-i millettir. Siz de hâkim oldunuz” (Münazarat, 1996, s. 23) demektedir. Millet iradesinin hâkimiyeti ile “Hüküm Allahındır” “Allah ve resulü bir konuda hükmünü verdiği zaman, mü’min erkeklerin ve mü’min kadınların başka seçeneği ve tercih hakkı olmaz. Allah’a ve Resulüne isyan edenler ise apaçık bir sapıklığa düşmüştür” (Ahzap, 33:36) ayetlerinin anlamı doğru olarak anlaşılmış ve yerli yerine oturmuş olur.

Cahil gençlerden oluşan ve yüzeysel olarak ayetlere bakıp derinlemesine düşünme melekelerini çalıştırmayan “Hariciler” “Hüküm ve hâkimiyet Allah’ındır. Yâ Ali! Sen Allah’ın hükmü ile hükmetmediğin için küfre girdin” diyerek Hz. Ali gibi “İlmin şehri” olan şanlı sahabeye ve seçilmiş devlet başkanına savaş açtıkları bir gerçektir. Hâricî mantığı ve basit bedevî düşüncesi ile Kur’ân-ı Kerimi ve Allah’ın ayetlerini anlamaya çalışmak elbette bizi hak ve hidayete irşat etmez.

Bediüzzaman hazretleri “Divan-ı Harb-i Örfî” tarafından “Sen de mi şeriat istiyorsun?” diye sorgulandığı zaman bir taraftan “Şeriatın bir hakikatine bin ruhum olsa feda etmeye hazırım! Zira şeriat, sebeb-i saadet ve adalet-i mahz ve fazilettir” derken (Divan-ı Harb-i Örfî, 19) diğer taraftan “Meşrutiyet, adalet ve şeriattır” (s.23) diyor ve “Meşrutiyet-i meşrua” diye kayıt falan koymuyordu. Şeriat ile meşrutiyet arasında çelişki olsaydı Bediüzzaman her ikisini birden savunur muydu? Asla! Şeriatın siyasi hayatta uygulaması meşrutiyet ve onun daha gelişmiş şekli demokrasidir. Bediüzzaman bunu nazara veriyor, “Meşrutiyeti şeriat namına alkışlıyordu.” (s. 24)

Siyasi hayatta hüküm ve hâkimiyetin insanlarda ve kamuoyunda olması “Allah’ın hâkimiyetinin sınırlanması” anlamına gelmez. İnsana hürriyet veren ve hükmetme yetkisi ile donatan Allah’tır. Allah’ın iradesi insanın iradesini hür olarak kullanması yönündedir. Hal böyle olunca hâkim olan Allah’ın iradesidir. Çünkü bilginler “Allah hükmünü milletin iradesi ile ortaya koyar” demişlerdir. İnsan bunun gereğini yapmadığı zaman Allah’ın iradesine uymamış olur.

“Demokrasi/meşrutiyet hâkimiyet-i millettir” (Münazarat, 23, 42, 79) diyen Bediüzzaman “Meşverette de hüküm ekserindir” (s. 41)  “İcma-i ümmet şeriatta bir delil-i yakînidir. Rey-i cumhur, şeriatta bir esastır. Meyelân-ı âmme şeriatta muteber ve muhteremdir” (s.40) buyurarak toplumun ve kamuoyunun hüküm verme ve iradesini ortaya koymasının şeriata uygun olduğunu açıkça belirtir.

Osmanlı’nın meşrutiyete geçmesi ve Meclis-i Mebusanın “Kanun-i Esasi”yi kabul ederek yeni kanunlar yapmasına bir kısım “ulema-i zahir” şeriat namına kendi akıllarına göre Araptan sonra İslâmiyetin kıvamı olan Türkleri tadlil ediyorlardı. Hatta bir kısmı o derece tecavüz etti ki, ehl-i kanunu tekfir ederdi. Kânun-i Esasiyi ve Hürriyeti tekfire delil gösterirlerdi. “Allah’ın hükmü ile hükmetmeyen kâfirlerdir” ayetini de delil gösterirlerdi. Bediüzzaman bu düşüncenin yanlış olduğunu açıkça belirtir. “Biçare bilmezdi ki ‘hükmetmemek’ ‘tasdik etmemek ve kabul etmemek’ anlamındadır” (Münazarat, 124) ifadeleri ile izah eder.

Bediüzzaman Said Nursi hazretleri gerek Divan-ı Harb-i Örfi’deki müdafaasının, (Bu müdafaa bir nefis müdafaası değil, Meşrutiyetin/demokrasinin müdafaasıdır) gerekse doğuda aşiretlere meşrutiyeti anlatmasının amacını: “İsterim ki meşrutiyet ve hürriyet-i şer’iyenin sünnetini onlara ezber ettireyim” (Münazarat, 109) cümlesi ile ifade etmiştir.

Sonuç olarak şunu belirtmek gerekir. İslam dünyasının ve bilhassa ülkemizin en önemli problemi siyasidir. Bediüzzaman’ın anlatmak istediği “İlkeli demokrasi/meşrutiyet ve cumhuriyet” konusunda mutabakat sağlanmadıkça ne ülkenin birliği ne de İslam birliği mümkün görünmemektedir. Bunun yolu da Bediüzzaman’ın “Münazarat” ve “Divan-ı Harb-i Örfî” isimli eserlerini okuyarak yine Bediüzzaman’ın doğudaki aşiretleri irşat etmeye çalıştığı gibi milleti irşat etmeye, demokrasiye sahip çıkmaya davet etmektir. Şerait namına demokrasiyi desteklemek ve “demokrasinin ve hürriyet-i şer’iyenin sünnetini ezberlemek ve başkalarına da ezber ettirmektir.”

malikaya@risalehaber.com

İlk yorum yazan siz olun
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.