Hadiseleri değerlendirirken ‘Tevhid’i unutmayalım

Tevhidi nazarla söz konusu hadiselere bakıp olaylar arkasındaki sır perdesini aralamaya çalışacağım

Risale Haber-Haber Merkezi

Doç. Dr. Furkan Aydıner’in yazısı:

Değerler Boyutunda Hadiseleri Değerlendirmek

İslam aleminde ve Türkiye’de son birkaç yıldır içler acısı hadiseler yaşanıyor. Bu hadiselerin failleriyle ilgili binlerce yazı kaleme alındı. Yüzlerce komplo teorileri dillendirildi. Birçok hamiyet sahibi bu yangını nasıl söndüreceğine ilişkin fikrini paylaştı. Bu yazıda, Tevhidi nazarla söz konusu hadiselere bakıp olaylar arkasındaki sır perdesini aralamaya çalışacağım. Öncelikle, bu olayların arkasında kim var ve niye yapıyor sorularına cevap arayacağım. Daha sonra neler yapabiliriz sorusunu irdeleyeceğim.

Perde Arkasında Olayları Yönlendiren Kim?

Tevhidi nazarla bakınca sadece fiziki olaylar değil, bireylerin başına gelen hadiseler ve toplumsal olaylar da kaderin sahibinin takdiri ile oluyor. Fiziki olarak bir yaprak dahi O’nun ilmi ve iradesi dışında yere düşmediği gibi, bireysel ve içtimai hadiseler de O’nun izni ve kudreti olmadan gerçekleşemez. Dolayısıyla, her şey, her şeyinde ve her şeninde O’nun ilim, irade ve kudretiyle cereyan ediyor. Tabir yerindeyse kainat tiyatrosunda oynanan bütün oyunların yazarı da yönetmeni de O’ndan başkası değil. Komplo teorileriyle vakit kaybetmeye gerek yok. Her şeyin senaryosu İlahi Takdir ile belirleniyor. Bizler sadece İlahi Senaryoda hangi rolü oynayacağımızı cüzi irademizle tercih ediyoruz. Gerisi O’nun takdiri. Ancak tercih bizden olunca neticeden de biz mesul oluyoruz.

Evet, kaderin tecellisinde (senaryonun oynatılmasında) sebepler zahiri perde oluyor. Perde arkasında asıl iş gören sadece Kudret-i İlahiyedir. Önemli olan perdeyi aralayıp arkasındaki gerçeği idrak etmektir. Hakikatte, elma ağaçtan gelmeyip ağaçla bize gönderildiği gibi dünyevi musibetler de doğrudan doğruya Allah’tan geliyor. Sebepler sadece görüntüsel bir rol oynuyor. Örneğin, yürek parçalayan Suriye’deki musibetin zahiri sebebi Esad ve paydaşı dış güçler olmakla beraber, hakikatte Allah’tan geliyor. İslam alemini yıllardır kasıp kavuran musibetler hep O’nun takdiriyle oluyor. Türkiye’de 15 Temmuz’da yaşanan darbe teşebbüsü ve sonrasında yaşanan hadiseler de yine aynı ilahi senaryonun parçası. Çünkü, Bediüzzaman’ın tabiriyle, ‘Sultan-ı Kâinat birdir. Herşeyin anahtarı Onun yanında, herşeyin dizgini Onun elindedir. Herşey Onun emriyle halledilir.’

Kısacası, İlahi Senaryo’yu yazan da, yaratan da, yöneten de, Kudret-i İlahiye’dir. Peki o zaman bize zahiren yapılan haksızlıkları kime vereceğiz? Gerçekte, Kaderin Sahibi hadsiz ilim, hikmet ve adalet sahibi olduğu için ilahi senaryoda rolleri belirlerken herkese layık olduğunu verir. Bu hem bireyler için hem de toplumlar için geçerli. Toplumlara gelen musibetler ekserin hatasına cevaben gelir. Arada masumlar da telef olur. Ancak, onların hakları fazlasıyla telafi edilir (şehitlik gibi). Evet, İlahi Kudret, hiç kimseye zulüm etmez. Hiçbir topluma haksızlık yapmaz. Bediüzzaman’ın ifadesiyle, şahıslar zulüm etse de kader daima adalet eder: ‘tecrübe ile sabittir ki, ceza bir kusurun neticesidir. Fakat bazan o kusur, işlenmemiş başka kusurun sûretinde kendini gösterir, o adam mâsum iken cezaya müstehak olur. Allah musibet verir, hapse atar, adalet eder. Fakat hâkim ona ceza verir, zulmeder.’

Kader hadiseleri takdir ettiğinde adalet ederken, insanlar kendi iradeleriyle şer olan rollere talip olunca zulüm yapmış olur. Bunun içindir ki insan her kötülüğü nefsinden bilmeli. Doğrusu, kim ne kötülük yaparsa kendine yapmış olur. Başkasına gerçekte kötülük yapamaz. Çünkü, Sonsuz Adalet herkesin hukukunu muhafaza ediyor. Kimsenin hakkını kimsenin yanında bırakmıyor.  Onun için kadere iman eden kederden emin olur.

Müslümanların Başına Neden Bu Kadar Musibet Geliyor?

Madem her şey Kudreti İlahiyenin takdiriyle oluyor, o halde bir şeyin niye olduğunu anlamak için O’nun neyi niye takdir ettiğini bilmek gerekir. Kanaatimce, kaderin sahibi fiziki alemdeki icraatlarını belirli kanunlara göre takdir ettiği gibi beşeri ve sosyal hadiseleri de belirli kanunlara (değerlere) göre takdir ediyor. Örneğin, umumiyetle çalışanı başarılı kılıyor, tembeli değil. Hakkaniyete ve adalete göre hareket edeni muvaffak kılıyor, zalimi değil. Kendi aklını kullananı icatlarla ödüllendiriyor, başkasının cebine aklını koyanı değil. Ekiple çalışanı ihsanıyla muzaffer kılıyor, bireysel hareket edeni değil.

Bence Müslümanlar, beşeri ve sosyal ilişkilerinde ilahi kanunlara (değerlere) riayet etmediği için kaderin tokadına maruz kalıyor. İslamiyet’i sadece belirli ritüellere indirgeyip muamelatta ilahi değerleri gözetmediği için muvaffak olamıyor. Derin mefkureye dayalı değerleri üstün tutmak yerine menkıbelere dayalı

bireylere değer verdiği için sıkıntılardan kurtulamıyor. Bunun içindir ki, bir araştırmaya (İslamicity) göre, değerler boyutunda Gayrı-Muslim ülkeler Müslüman ülkelerden daha İslami sayılır. İslamın öngördüğü değerleri onlar bizden daha iyi hayata geçirmiş. Onun için de dünyevi işlerinde bizden ileri gitmişler.[1]

Kanaatimce ilahi senaryo değerler üzerine kurulmuş. Kaderin Sahibi bireylere ve toplumlara değerler boyutunda neyi hak etmişse onu takdir ediyor. Gerçekte kim neye değer veriyorsa ona göre muamele görüyor. Hatta denilebilir ki, yaşanan bütün hadiseler kimin hangi değerlere gerçekten inandığını ortaya çıkarıp kayda almak içindir. Yaşanan hadiseler müthiş bir değerler sorgulaması aslında. Bireyleri öyle bir şekilde değerler testine tabi kılıyor ki, kimin adil, kimin zalim, kimin dürüst, kimin yalancı, kimin hakperest kimin hırsız olduğunu ortaya çıkarıyor. Kim gerçekte neye inanıyorsa İlahi senaryoda ona göre kendine bir rol tercih ediyor. Menfaat ve korkudan dolayı oynadığı yapmacık rolleri terk edip, gerçekten inandığı rolleri seçiyor. Kaderin Sahibi en yüce değerlere göre hareket ettiği için hiç kimseye zerre kadar haksızlık yapmıyor. Umumiyetle bu dünyada ve tam anlamıyla öte alemde değerler boyutundaki değerlendirmeye göre mükafat veya ceza veriyor.

O halde can alıcı nokta, beşeri ve sosyal olaylarda İlahi takdire kaynaklık eden yüce değerleri bilmektir. Kanaatimce, muamelata ilişkin yüce değerler adalet, hakkaniyet, meşveret, hürriyet, sıdk (doğruluk) gibi değerlerdir. Bu değerlere sahip çıktığı oranda Allah bireyleri ve toplumları mükafatlandırır. Aksine hareket ettiği oranda ceza verir. Onun içindir ki, Bediüzzaman meşhur Şam Hutbesinde İslam dünyasını Avrupa’nın gerisinde bırakan altı hastalığı sıralarken dış düşmanları değil içimizdeki düşmanları saymıştı. İstibdadı, adaveti, bencilliği, yalancılığı, ümitsizliği ve cehaleti yenmedikçe makus kaderimizi değiştiremeyiz demişti. Yani, dış düşmanın çokluğuna değil içimizdeki değerlerin yokluğuna dikkati çekmişti. Sorunun değerlerde olduğunu ifade etmişti. Çünkü, ‘Şüphesiz ki, bir kavim kendi durumunu değiştirmedikçe Allah onların durumunu değiştirmez (Rad, 11)’ ayetinin sırrını iyi anlamıştı. Gerçek değişimin ancak bireylerde değerler boyutundaki değişimle olacağına inanmıştı. Siyaset ve silah yerine, ilim ve marifetle ölü değerleri yeniden canlandırmak için mücadele vermişti.

Doğrusu, İslamı kısa sürede üç kıtaya hakim kılan beşeri ve sosyal ilişkilere yönelik getirdiği yüksek değerlerdi. Örneğin, Hz. Peygamber (asm) ve örnek sahabeleri daima güveni, doğruluğu, adaleti ve hakkaniyeti esas almış. Hiçbir şekilde bu değerlerden taviz vermemişti. Hırsızlık yapan zengin bir aileden birine af dilemek için aracı olanlara ‘kızım Fatma dahi olsa hırsızlık yapsa elini keserim’ demekle adalet ve hakkaniyet dersi vermişti. Hz.Ömer (ra) halife olarak hutbe verirken, ona eğer bir yanlış yaparsan seni kılıcımla doğrulturum demişti bir sahabe. İslami değerleri her türlü şahıslardan üstün tuttuğunu ilan etmişti.  Hz. Ali (ra), Hz. Osman (ra)’ı katletmekle itham edilen bir grubu toplu halde cezalandırmayı adalete aykırı gördüğü için reddetmiş. Masum birini cezalandırıp zalim olmaktansa, kendine bunu dayatanlarla savaşıp mazlum olarak ölmeyi tercih etmişti. Adaleti değer olarak sahabenin hayatından bile üstün gördüğü için adalet uğruna sahabe ile savaşmıştı.

Bediüzzaman, meşrutiyete önem verdiği için ekip halinde çalışan karıncalara çorbasının tanelerini vermişti. Meşrutiyetin ilanında Doğuya gidip insanlara meşrutiyetin faziletini anlatmıştı. Hürriyeti imanın hasası kabul edip ‘ekmeksiz yaşarım hürriyetsiz yaşamam’ diyerek hürriyete ne kadar değer verdiğini ifade etmişti. Adalet duygusu o kadar gelişmiş ki, kendine zulüm eden savcıya beddua etmekten bile sakınmıştı. Eskişehir Hapishanesi’nde kışın ortasında kendisini camı kırık tek kişilik bir hücreye atıp, idamla yargılanması için iddianame hazırlayan Eskişehir savcısına hiddet edip beddua etmek istemişti. Ama bahçede oynayan çocuğun, savcının kızı olduğunu öğrenmesi üzerine, o masum yavrunun zarar görmesinden ürktüğü için beddua etmekten vaz geçmişti.

Aynı Bediüzzaman, Uhuvvet Risalesi’nde,  zalimlerle mücadele ederken masumların hukukunu muhafaza etmenin ehemmiyetini gemi misaliyle ders vermişti: ‘Nasıl ki, sen bir gemide veya bir hanede bulunsan, seninle beraber dokuz mâsum ile bir câni var. O gemiyi gark ve o haneyi ihrak etmeye çalışan bir adamın ne derece zulmettiğini bilirsin. Ve zalimliğini, semâvâta işittirecek derecede bağıracaksın. Hattâ birtek mâsum, dokuz câni olsa, yine o gemi hiçbir kanun-u adaletle batırılmaz.’

Bediüzzaman’dan değerler dersi alan talebesi Binbaşı Asım, dürüstlüğü hayatından bile kıymetli bilmiş. 1935 senesinde Isparta’da Mahkeme koridorunda sorgulanmasını beklerken, ‘Herşeyi dosdoğru söylesem, belki sevgili Üstadıma zarar gelebilir, doğruyu söylemezsem yalana girme ihtimali vardır’ diyerek, Cenab-ı Hak’tan o anda ruhunu teslim alınmasını niyaz etmiş. Ve hemen orada ruhunu Rahman’a teslim etmiştir.” Yalancı olarak yaşamaktansa dürüst olarak ölmeyi tercih etmiş.

Bütün bu güzel misaller mazide kalmış sanki. Günümüzde, değerler boyutunda İslam aleminde yaşananları değerlendirdiğimizde içler acısı manzara karşımıza çıkıyor. Politik, bürokratik ve militarist İslamcılar dinin canına okumuşlar. Müslümanlar, bir zamanlar uğruna hayatlarını feda ettikleri değerleri bugün dünyevi menfaatler için feda etmiş. Yalan, hile, zorbalık, adaletsizlik ve zulüm her tarafı sarmış. Din bizzat dindarlar eliyle değersiz hale getirilmiş. Servet ve iktidar hırsıyla hareket edip, insaniyet-i kübra olan İslamı insanlığın nazarında kıymetsiz hale getirmişler. Dini sadece dar anlamda ibadetlere indirgeyip şahsi ihtirasları için yüce değerleri feda etmişler. Dünyevi menfaat ve iktidar için hakkaniyet, adalet, hürriyet, meşveret, meşrutiyet gibi değerleri ayakları altına almışlar.  Dolayısıyla, Kaderin Sahibinin yanında bir değerleri kalmamış. Onun için de kaderin şiddetli tokatlarına maruz kalmışlar.

Müslümanların Sorunlarının Çözümü Nerede?

Sorun değerler boyutunda çürümüşlükten kaynaklandığı için çözüm de söz konusu değerleri yeniden diriltmekten geçiyor. Öncelikle, Tevhidi nazarla bütün hadiselere bakmalı. Her şeyin ilahi takdirle olduğuna kanaat getirmeliyiz. Madem, Kaderin Sahibi inandığımız değerlere göre bizimle muamele ediyor, biz de değerlerimizi gözden geçirip hakkımızdaki takdiri değiştirmeliyiz. Yani, zahiri esbabın eliyle başımıza gelenleri asıl takdir edeni bilmeli. O’nun takdirindeki hikmetleri anlamaya çalışmalı. Özellikle musibetlerde kadere niye fetva verdiğimizi düşünüp tövbe etmeli (yani hatadan dönüş yapmalı).

İlahi senaryoda acı ve zulüm dolu sahnelerin çekilmesi çoğunluğun değerler boyutunda yanlış tercihinden kaynaklandığını bilmeli. Menfaat ve makam yönüyle cazip geleni değil, değerler boyutunda üstün olan rolleri seçmeli. Bütün kuvvetimizi hakta ve ihlasta bilmeli. Bireylere değil değerlere bağlanmalı. Hakkın hatırını herkesin hatırından üstün tutmalı. ‘Kimin hatırı kırılırsa kırılsın, yalnız hak sağ olsun’ demeli. Hakkaniyet, adalet, hürriyet, dürüstlük, meşrutiyet gibi insani değerleri hayatımızdan bile üstün bilmeli. İnandığımız değerlerden asla taviz vermemeli. “Emr olunduğun gibi, dosdoğru ol” ilahi fermanına göre yaşamalı. Uğruna ölecek değerleri olmayanın yaşamasının da bir değeri olmadığını bilmeli.

Birey olarak daima haktan, adaletten, sıdktan, hürriyetten yana tercihimizi kullanmalı. Bediüzzaman’ın dediği gibi, ‘hakikî Müslümanız; aldanırız, fakat aldatmayız. Bir hayat için yalana tenezzül etmeyiz’ demeli. Hedefe ulaşmak için en büyük hileyi hilesizlikte bilmeli. Değerler boyutunda doğru olanın nihai de galip geleceğine inanmalı. Zulme rıza göstermenin bile zulüm olduğunu hatırdan çıkarmamalı. Her şeyi inandığımız yüksek değerlere göre değerlendirip tercihimizi yapmalı. Ancak o zaman Kaderin Sahibinin nazarında yüksek değer kazanıp hakkımızdaki takdiri değiştirebiliriz.

 

[1] Necati Aydin, yakında JKAU Islamic Studies de yayınlanan bir makalesinde İslam dünyasını birkaç yüz yıldır Batının gerisinde bırakan şu on değeri irdeliyor: 1)Hürriyet 2)Eleştirel düşünce 3) Adalet 4) Kanun Hakimiyeti 5) Eşitlik 6) Katılımcı kültür 7)Hesap vermek 8)Liyakat 9)Çoğulculuk ve 10) Dakiklik 

 

Yorum Yap
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
Yorumlar (2)
Yükleniyor ...
Yükleme hatalı.

Nur Talebeleri Haberleri