Başlıktaki söz, İranlı şair ve edip Sadi Şirazi'ye ait. Sadi'ye "İnsan nedir?" diye sormuşlar; "bir damla kan ve binbir endişe" diye cevaplamış.
Üstad Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri ise 7. Mesele'de "Hem madem gözümüzle görüyoruz ve aklımızda anlıyoruz ki" diye başlayan uzun cümlede insanı, bir sayfayı aşan uzunlukta tarif ediyor. Bu tarifin dışında, başta 23.Söz ve diğer bazı risalelerde de insanın tanım ve tarifi, keyfiyeti, saadet ve şekavet yolları anlatılıyor.
Mesela 23. Söz'de "Bütün mahlûkat üstünde muhatab-ı İlâhî ve cennete layık bir misafir-i Rabbanidir." cümlesi, bu fakirin okullardaki seminer ve sohbetlerde en çok mevzu ettiğimiz cümlelerdendir.
Yeryüzünü, gökyüzünü, hatta yeraltını keşfeden insan, daha kendine sırayı getiremedi. İnsan nedir, sen nesin yani? Koca kâinatı bilen insan, kendini bilmiyor maalesef. Kendini Allah'ın muhatabı bilmek, onun misafiri olduğunun farkında olmak, ne muazzam bir mazhariyettir. Küçük bir rütbelinin misafiri olmak heyecanını duyarız da Sultan-ı kâinatın misafiri olma heyecanını duymayız pek. Başka misafirlerle kendimizi kıyaslamayıp başta akıl olmak üzere, biz misafirlerin nelerle donatıldığını layıkıyla idrâk edemeyiz, hatırımıza bile gelmez çoğu zaman.
Bunlar içinde, Yedinci Mesele'de insan için kullanılan çok güzel tarifler var, dikkat ve tefekkürle tekraren okumanızı bin can ile arzu ederiz. Bahsin sonuna doğru geçen ve insan için kullanılan "Çok harika mucize-yi kudret-i Samedaniye ve bir acûbe-i hilkat" tanımı, sıfatı her zaman daha çok dikkatimi çeker. Mucize-i kudret değil miyiz gerçekten? Yürüyemeyen, konuşamayan, göremeyen bir heykeli bir sanatkâra nispet edip onu hayretle seyrederiz; hatta heykeli incelemek için, güzel sanatlar fakültelerinde bölümler açarız. Peki, yürüyebilen, konuşabilen, sevip sevilen kendine sıra geldi mi ne yaparız? "Zaten insan böyle olur, varolmuşuz işte, evrilmişiz, devrilmişiz, öylesine olmuşuz" gibi sıradan masal cümleler kurabiliyoruz.
Aslında insan inceleniyor da sanat, sanatkârına nispet edilmeyince, insanın beş kuruşluk madenî cihetine değer veriliyor. "Muhatab-ı İlâhî, misafir-i Rabbani" yönü, hepten karanlıkta kalıyor. Her biri, birer parlak elmas keyfiyetinde olan cihazlarına, maddesi yönüyle bakıldığından, her biri birer sönük şişe durumuna düşüyor.
İnsanın acûbe-i hilkat olması, bana çok düşündürücü geliyor. Acûbenin "hayret edilecek olan" anlamı olduğu gibi, farklı şekilde anlaşılabilecek "pek acib ve garip" olanları da var. Bu fakire göre insan, sanat yönüyle garip olduğu gibi; kendi sanatkârını inkâr etmesi yönüyle de çok garip biraz.
Bir plak düşünün ki dönerken "Beni yapan, tanzim eden yoktur." desin. Ses ve düzeni ile yani hâliyle "Beni yapan vardır." diye bağırıyor; ama içinden çıkan ses, bunu yalanlıyor. Daha doğrusu gerçeği örtüyor. Delili, delilleri görmüyorsun, sonra da beni yapanın var olduğuna delil getir diyebiliyorsun. Birtakım kitapları da olan meşhur bir dinsizle bazen karşılaşıyoruz. Adam, delil getir, diye ortalığı yıkıyor. Konuşurken, gezerken, görürken en büyük delil kendisi; ama ağzından, bu hâlini tekzip eden cümleler çıkıyor. Acib bir şey vesselam insan.
İnsanın acipliğini gösteren bir husus da Nisa suresinin 76. Âyetinde "Muhakkak ki şeytanın tuzağı pek zayıftır." meali ile bildirildiği gibi, zayıf vesveseye kapılması ve çoğu zaman da bu zayıf desiselere kapılıp Allah'a isyan etmesidir gerçekten. Bu vesveseye çok maruz kaldığımız gibi, bazen vesvese suret-i haktan göründüğü için de kolayca aldanabiliriz. İpin ucunu kaçırdığımızda ise, derinleşen ve âlemimize yerleşen, tedavisi de zor bir hastalık halini alabiliyor.
Şeytan, herkesi hassas ve zayıf olduğu noktalardan yakalıyor. Zübeyir Âbi'nin vesvese ile ilgili bir dersine denk gelen "Âlem-i İslam'da aradığımı, İstanbul'da buldum." diyenlerden de öğreniyoruz ki "Vesvese Bahsi" hem emsalsiz hem de çok önemli. Özellikle 21. Söz'deki vesvese bahsinin girişi, mevzunun esaslarını ortaya koyuyor. Hususen girişin son "Şu vesvese öyle bir şeydir ki cehil onu davet eder, ilim onu tardeder. Tanımazsan gelir, tanısan gider." cümleleri, her şeyin özeti. Demek, her şeyin başı ilim, bilmek, tanımak. Özellikle ibadet ile ilgili vesveselerde, ilim çok önemli. Diğer vesveselerde de ilmin yanında, vesvesenin mahiyetini, zayıflığını ve üzerine bir hüküm bina edilmediğinin farkında olmak, fıkıh bilgisine müracaat etmek önemli. İman esasları ile ilgili vesveselerde imanı takviyeyi öncelemekle beraber, şeytandan gelen vesveselerde, senin kalbin üzülmesi önemli ölçü. "Tevehhüm-ü zarar" yani zararda olduğunu zannetmek, yıkımın başlangıcı. Vesvesenin kalpten gelmediğinin en büyük delili, kalbin bundan üzülmesi,bunu mevzu etmesidir.
Değerli bir dostum Trabzon'da bu hastalığa düçar olmuştu. Onun vesvesesi, iman esaslarından değildi, fıkıh meselesiydi. Yanlış uygulamasının doğrusunu anlattık, bilmediğini kaynaklarıyla öğrenince, rahatladı. Önemli bir zahmetten kendini kurtardı. Şoför olduğu için, vesvese bahsinin fotokopisini daima arabasının gözünde bulundururdu. Vesvese geldiğinde, açıyor fotokopiden dördüncü merhemi okuyor ve rahatlıyordu.
Özellikle gençlerle, vesvese konusunda çok sohbetlerimiz olmuştur. Gençlerle daha çok amelî değil de itikadî konularda onlara musallat olan vesveseler, şüpheler, kalbe kadar ilerleyebilen sarsıntılar mevzu oluyordu.
Yine Rize'de bir okuma programındaydık. Bize yakın bir köyden bir grup arkadaş ziyarete gelmişti. Grubun içinde köyün imamı da vardı. Akşam namazını birlikte eda etmiştik. Bir mevzu okumak için Sözler'den tefeül ettik. Tam da "21. Söz'ün İkinci Makamı, kalbin beş yarasına beş merhemi tazammun eden" vesvese bahsi çıktı. Mevzuya girince, imam olan arkadaşımız mevzuya dahil olarak bu konudaki sıkıntılarını anlattı.
Köyde imamlık yapıyor; fakat mihrapta namaza her duruşunda, aklına abdestli olup olmadığı konusunda devamlı şüpheler geliyor. Bu şüphe, bir türlü yakasını bırakmıyor. Durumu, samimi olduğu cemaatinden fabrika işçisi olan Mehmet Bey'e anlatınca, o da Rize sohbetine getiriyor, bir çare olsun diye. Sohbette mevzu okunuyor ve imam arkadaş Sözler'i temin ederek konuda daha bir ilerliyor, derinleşiyor. Çok şükür kurtulduğunu ifade etmişti.
Evet dostlar, şeytan her cihetten mü'mine saldırır, zayıf anlarını kollar. Onun bir alçak silahı da vesvesedir. Buna karşı, iki tedbirimiz var. Biri, istiaze yani Allah'a sığınmak, diğeri de buna, vesveseye ehemmiyet vermemektir, sünnet-i seniyye düsturlarına dayanmaktır.
Selam ve dua ile.