Vehim, İnsanı Nereye Kadar Götürür Ki?

Habibi Nacar YILMAZ

Yakın bir zamanda, kendini yetiştirmiş ehl-i diyanet bir arkadaşı dinliyorum. Her sene, sağlam ve güvenilir bir Kur'an meali bitirin, diyor. Çok su götüren mealler olduğu için de okumada dikkatli olunmasını istiyor. Başta Diyanet meali olmak üzere, okumaların, başka meal veya tefsirlerden sağlama, doğrulama yapılmasını da tembih ediyor.

En az beş kaynaktan siyer okunmasının yanında, dünyadan haberdar olunması için de bazı isimlerin kitaplarını tavsiye ediyor. Konuşmasında, arkadaştan hayatı, tahkiki imanı, insanı, ahireti, Allah'ın güzel isimlerini, Kur'an'ın bu asra mesajını iyice anlamak için de Risale-i Nurları okuyun, demesini bekledim; ama nafile.

Her nedense, dindar kitleden bu konuda ya cehaletlerinden ya da ilgisizliklerinden Nurları tavsiye edene az rastlıyoruz. Hatta bunlardan aleyhte yazan bazılarından da anlıyoruz ki bunlar Nurları ya hiç okumamışlar ya da okuduklarını anlamamışlar. Konuşmalarından tanıyıp denk geldiğim ve takdir ve beğeni ile dinlediğim Fikret Çetin gibi arkadaşlar zor bulunuyor. Fikret Çetin Bey, hem Arabiyâta hem de İslamiyâta ileri derecede hâkim ve dolu bir arkadaş. Risale-i Nurlar da ona ayrı bir derinlik, munislik ve ikna kabiliyeti katmış. Geçen hafta, Trabzon İl Müftüsü İsmail Çiçek Hocayı ziyaret ettim. Dört risale hediye ettim. Aynı heyecan ve munisliği onda da gördüm.

Ehl-i diyanetin başta, mesela Küçük Sözleri tanımalarını ve okumalarını çok isterim. Özellikle Birinci ve İkinci Söz'ü. Birinci Söz için, "İslamiyetin özeti" nitelemesi yaparım bazen. İnsanı imanla, Kur'an'la bütünleştiren, hayatla birleştiren bir yaklaşım var Birincisi Söz'de. İslâm sarayının kapısını açan besmeleyi anlatıyor olması yönüyle de önemli.

Eskiden biraz ukalalık yapar, karşılaştığım imam arkadaşlara "Katil, tüfek atmasaydı ne olurdu?" sorusunu sorardım. Çoğundan, ya mutezilî ya da cebriyeye yakın cevaplar alırdım. Ehl-i sünnete göre cevaba neredeyse denk gelmedim. Baktım olmuyor, bazen de sıkıntı yaşıyorum; bu adetimi terk ettim. Bu sefer de en azından beş vakit okuduğumuz besmelenin anlamını sormaya başladım, denk geldiğim imam arkadaşlara. Kuru ve bilinen cevaplar karşısında, Birinci Söz'ü özetlediğimde, şaşırtıcı takdir ve tebrikler ile karşılaştığım oluyordu. Kuşatıldığımız nimetlerin her birinin birer harika-i sanat, birer mucize-i kudret ve hediye-i rahmet olduğunu; bunların sahib-i hakikisini bilmek, anlamak ve hürmetle görmek anlamındaki besmelenin aynı zamanda bir tefekkür hazinesi olduğunu da anlattıklarıma ilave ederdim.

Üstad, Cumhuriyet öncesinde, ırkçılığı İslamiyet ile idameye çalışan bir mülhidi, İkinci Söz'deki temsille "imanın nasıl bir nur, selamet ve emniyet vesilesi olduğunu; imansız bir hayatın insanın yüksek mahiyetini murdar ve mikrop yuvası bir laşe hükmüne getirdiği" konusunda, ağzını açamayacak derecede ilzam etmiş. İşte, bugünlerde İkinci Söz'ü yeniden ve derinden okurken "Hem bu derece göz önünde asar-ı terakkiyat ve kemalat gösteren bir memleket, senin vehminin gösterdiği surette olamaz." cümlesine ve hususen burada geçen 'vehim' kelimesine biraz yakından bakmaya çalıştım.

Zira, kendini dünyevilik veya dinsizlik pençesinden kurtaramayan bazı akıllar, çoğu zaman, hiçbir delile, selim bir akla dayanmayan; yani kısaca, fikir suretine girmiş bir kısım esassız vehimlere kapılabiliyor. Kişiye göre değişkenlik de gösteren, bir delile, ispata dayanmayan, kuruntu hükmündeki bu tip vehimlere; mazisi ilimde güçlü bazı insanların da kapılabildiğini görünce, bir insanın en başta elde etmeye çalışacağı ve ilimlerin esasının, şahının da iman ilmi olduğunu daha iyi anladım. Arkadaş, Arapçayı, kelâm ilmini, güya tefsiri de iyi biliyor; ama son dönemlerde okuduğu bazı felsefî kitaplar, dünyasını karartmış, aklına da vehimlerin hücum etmesine sebep olmuş. "Peygamberler de filozof gibi olmalıydı, beğenmediğimiz fikirlerini almamalıydık." vehmini ifade edecek kadar da şaşkınlaşmıştı. Bu arkadaşa gereken cevaplar verilmişti ve veriliyor da. Bu da bize tahkiki imanı kazanan bir kimseyi, en dinsiz feylesoflar dahi bir vesvese ve şüpheye düşürtemez, cümlesinin ne derece doğru olduğunu gösteriyor. Bu tipler, ulum-u aliyeyi (alet ilimlerini) belki çok iyi biliyorlar. Fakat ulum-u a'liyede (yüksek ilimlerde) yaya kalabiliyorlar. Bundan da bizler gibi düz ve cahil insanların, Risale-i Nurlarla kazandığımız, tahsil etmeye çalıştığımız iman ilminin değeri, bir kez daha ortaya çıkıyor.

İkinci Söz'deki yukarıda yer verdiğimiz "Bir memleket senin vehminin gösterdiği şekilde olamaz." cümlesindeki "bir memleket" ile, dünyaya işaret ediliyor. Peki, ehl-i dünya ve dalâlet, dünyayı nasıl vehmediyorlar? Dünya, geçici bir misafirhane ve ticaret yeri ve bir kitab-ı İlâhî iken; dünyayı sanki ebedî bir memleket, kendileri de orada ebedi kalacak gibi vehmediyorlar.

Başka nasıl vehmediyorlar?

Güneşten, havadan, bitkilere ve hayvanlara kadar her şey, bize İlâhî bir rahmet iken, bunların hepsini hikmetsiz ve dünyayı da rahmetten uzak bir belde olduğunu vehmediyorlar.

Başka?

Cansızlar canlıların imdadına, bitkiler hayvanların yardımına, hayvanlar da insanların hizmetine koştukları açık bir şekilde görüldüğü halde, bu şumullü yardımlaşmayı, bir mücadele olarak vehmediyorlar.

Daha önemlisi de "Her sanatlı eser bir sanatkârı icab ettiğini" bir harfin kâtipsiz, bir iğnenin ustasız olamayacağını her akıl kabul ettiği ve bu umumî bir kanun olduğu hâlde, bu kâinatın sahipsiz ve tesadüf eseri olduğunu vehmediyorlar. Bütün bunların sonucunda "Tam bir nankörlük içinde kendilerini başıboş zannetmek" vehmine kapılıyorlar. Nan, ekmek demek. Nankör, ekmeği, nimeti ve nimetlerle kuşatıldığını görememek; "tam bir nankörlük" ise, dünya hayatını gerçek manasının aksiyle değerlendirmek, tam bir aldanmak ile fâniyatla oyalanmak oluyor.

"Dünyayı hikmetsiz, kendilerini vazifesiz ve hiçliğe giden bir yolcu" olarak vehmeden insanların, çok elim bir hayat geçirmeleri beklenirken, oyun ve eğlencelerle kendilerini oyaladıkları, zahiren de neşe içinde olduklarını da görüyoruz.

Neden peki böyle oluyor?

Üstad buna Lem'alarda "....gaflet hissi iptal ediyor ve bu zamanda öyle bir iptal-i his etmiş ki bu elim elemin acısını ehl-i medeniyet hissetmiyorlar." cümlesiyle cevap veriyor. Şualar'da ise "Bu fırtınalı zamanın hissi iptal eden ve beşerin nazarını afaka dağıta cereyanlar iptal-i his nevinden bir sersemlik vermiş ki ehli dalâlet manevî azabını muvakkatten tam hissedemiyor."

Demek, muvakkaten hissedemiyor. Yoksa hiçbir eğlence veya felsefî madrabazlık, kimse için geçici bir teskinlik vermekten ileri gitmez. Bu da onların esassız olduklarının delilidir.

Evet dostlar, bunlar, gülüp eğlenen bir öğrencinin ders çalışmadan, imtihanda olup sınıfta kalmasından gaflet etmesine, onları hatıra getirmemesine benziyor. Öğrencinin imtihanda olduğunu ve ders çalışması gerektiğini unutması ya da bunları umursamaması, gülüp eğlenmesi, onu bunlardan kurtarmıyor. Gerçeklere göz kapamak ve ölümle başlayan hesap ve azap safhalarını unutmak, gafil insanlara geçici bir zevk verebilir belki. Ama bu zevk, içildiğinde zehrini belli etmeyen zehirli bala benzer. Bizim gibi hidayet ehlinin gafletimiz ise, hidayetin verdiği hakiki lezzeti tam takdir edemeyişimiz oluyor herhalde.

Selam ve dua ile.

Yorum Yap
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
Yorumlar (1)
Yükleniyor ...
Yükleme hatalı.