Kırkta Biri Vermek İçin, Önce Kırkta Kırkı Vermek Lazım

Habibi Nacar YILMAZ

Her yıl iş yerinin sayımını yapar, ona göre zekâtını vermeye çalışırız. Peki, zekât, malın alış fiyatı üzerinden mi satış fiyatı üzerinden mi hesaplanır? Bu fakir, satış fiyatı üzerinden bilir ve uygulamaya çalışırdık. Fakat çok değerli bir hocamız, hesaplamanın net olması yönüyle, satışın değil de alış fiyatı üzerinden yapılması gerektiğini ifade edince, biraz tereddüt yaşamıştık. Yani alış fiyatı biliniyor, net; ama satış değişkenlik gösterebilir nitelikte. Hele satılan mal, giyecek olunca, satışın tutarını tam kestirmek zor. En iyisi, yine satış fiyatından hesaplamak.

Yine bir değerli kardeşimiz bize, "Habib hocam, kırkta bir en az miktardır. Bize dörtte bir yakışır." demişti. Biraz derin düşününce, dörtte birin ne anlama geldiğini kendimize göre anlayabildik.

Kur'an'da yüze yakın âyette, 'infak' diyor. İslam nedir, diye bir suale "infaktır" dense, yeridir gerçekten. Yani âyetlerdeki ısrarlı infak vurgusu, insanı "İslâm infak demektir." noktasına getiriyor. Özellikle beş vakit namazda kesretle tilavet ettiğimiz "Maun Suresinin" mealine bir daha tekrar bakmanızı ısrarla isterim.

Hadîs rivayetlerinde de infaka çok teşvik var. Yetimi doyurmak, yoksula kot kanat germek; yediğinden yedirmek, giydiğinden giydirmek üzerinde çok duruyor Hz. Peygamber (ASM).Zekât ya da değişik adlarla infak meselesi, bu fakire göre ince bir iman işçiliği ve şuur uyanıklığı ile ilgili biraz. Çok değerli bir arkadaşın başlıkta da verdiğim sözünü tekrar edelim "Kırkta kırkını vermeden, kırkta birini vermek" hayli zor, kolay olmuyor yani.

Kırkta kırkını vermek ne demek? Kırkta kırkını kime vereceğiz ki kırkta birini de rahatça verelim? Daha doğrusu, kırkta birini vermenin şartı, kırkta kırkını vermek olarak veriliyor cümlede. O zaman, cümleyi uzatalım biraz "Kırkta kırkını Rezzak'a vermeyen, kırkta birini merzuka veremez."

İşte, Risale-i Nur kırda kırkı Rezzak'a vermek meselesinde, Kur'an'ın ruhunu, esasını insana kavratıyor, açıklıyor. İşi fıkıh boyutuyla belki çok teferruatlı anlatmıyor; ama bizi bu konuda fıkha, düşünmeye sevk ediyor. Kalbe ve akla ince sancı çektiriyor. Daha doğrusu, Risale-i Nur'u hakkını vererek okuyan biri, insanın kendi malı zannettiği başta vücudu ve vücuduna takılan maddî ve manevî cihazları ve bu cihazlarla elde ettiği emvali, asıl sahibine satmanın hem yollarını öğrenmeye çalışıyor hem de satmanın heyecanını yaşıyor.

İnsanın "Benimdir, kendi gücümle kazandım." dediği, hangi mal ve eşyası gerçekten kendisine ait ki? Başta vücudu ve tapuda, vergi dairesinde üzerinde görünen malların hepsi, aslında insanın yanına iliştirilmiş. Bir süreliğine tasarrufunda bulunduğumuz fakat üzerlerinde "Bunlar fanidir, fakat ebede namzettirirler. Fani surette değil, Baki-i Hakininin yolunda sarf et ki fena bulmasınlar." yazılı mallardır.

İnsanın kendi karar vererek, her daima yaptığı "yemek, içmek ve konuşmak" gibi fiillerden kaçta kaçı insana ait ki bu üç fiili sayesinde kazandığını zannettiği zekâtlık malların hepsi, kendine ait olsun? Evvela bunu çok iyi anlamak, kazandığı malların kendi hünerinin neticesi olmadığını, buradaki hissesinin çok cüz'i olduğunu, öyleyse hakiki mal sahibinin Allah olduğunu kavraması gerekiyor İnsanın. İşte, İnsan bunu kavrarsa, "Cenab-ı Hakk'ın malını ibadına vermek için bir tevziat memuru olduğunu" da hâliyle kendisinin "sahib-i mal olmadığını" da anlar.

Sonuçta da malın kırkta kırkını Allah'a teslim ederek, onun kırkta birini de rahatlıkla yine Allah'ın namına, bir hilafet-i kübra ünvanı ile, yine Allah'ın müstehak kullarına Allah'ın tarif ettiği sınırlar içerisinde dağıtır. Bu dağıtmanın onun fıtrî bir işi olduğunu, bundan dolayı bir fahre, gurura hakkı olmadığını da derk eder, minnet göstermez; aksine mahcubiyet duyar. Çünkü kendisine ait bir malı dağıtmadı. Kendinde de dağıttığı malda ve dağıtılanlarda kayda değer bir hissesi yok. Malları; sayesinde elde ettiği ne Güneş, ne fırıldak gibi gezdirilen Dünya, ne de sayesinde her an iki defa hayatının bağışlandığı bir soluk, kendisine aitti. Kırkta kırk, O'na aitti.

Kırkta kırkın kime ait olduğunu anlayan, bilen biri, onlarla kazandığı malların kırkta birini dağıtmak için nazlanmaz, bahaneler düzmez. Neticede bilir ki verdiği kırkta bir sayesinde geride kalan kırkta otuz dokuz gerçekten onun olacak. Biri verip otuz dokuzu kazanacak. Hiç vermediği zaman ise, hepsini kaybedecek. Biri verip otuz dokuzu kazanan, üzülür mü, kaybettiğini düşünür mü, öyle bir zanna kapılır mı?

Böyle düşünmemesi ve bu zanna kapılmaması, neticede rahat etmesi için her şeyi "Sahib-i hakikisine vermesi, O'na isnat etmesi, O'nun ismiyle alması, vermesi, yani Mülkullah'ın dairesine girmesi" gerekiyor.

Evet dostlar, bu meseleyi yazmaya niyet edince, aklıma ilk 28. Mektup'ta Yedinci Meselede tevazu ve küfran-ı nimet meselesini izah eden örnek aklıma geldi. O örneği, meselemize tatbik edebiliriz. Evet, nimetler senin ipine dizilmiş hem de bolca ve çokça. Fakat sadece dizilmiş. Seninle gösteriliyor bunlar. Yani sen dizmemişsin onlar, dizilmiş. Bu nimetlerin senin üzerinde gösterilmiş olmaları, bunların sahibi olduğun anlamına gelmiyor. Sahibi değilsin yani. Bunlarla övünme, bunlar senin üstünlüğünü değil, belki bu nimetleri dağıtmakla vazifeli, belki sınanmak üzere verildiğini gösteriyor. Sınanmayı geçebiliyor muyuz acaba?

Selam ve dua ile.

Yorum Yap
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
Yorumlar (3)
Yükleniyor ...
Yükleme hatalı.