Gurur Meselesine Derin Bir Bakış

Habibi Nacar YILMAZ

Trabzon'da eskiden beri talebe hizmetleri verimli geçer. Pandemi ile birlikte, her yerde olduğu gibi bir gerileme söz konusu elbette. Malûm yapının tahribatını da buna eklemek mümkün. Bu tahribat, değişik şekillerde olsa da her yerde karşımıza çıktı, çıkıyor. Çeşitli referanslarla bunu aştık, aşmaya çalışıyoruz. "Müştebih ağaçları gösteren, meyveleridir." diyor üstad. Meyveye bakmak en doğru olanı. Herkesin kendi âleminde tespit ve teşhisleri vardır. Ama tahribat büyük ve derin maalesef.

Talebe hizmetlerinde vakıf arkadaşlarımızın müstesna ve öncü yeri var. Bunun güzel örneklerini yaşadık ve görüyoruz. Hem bizim vakıflık dönemlerimizde hem sonraki hizmetlerdeki devamımızda müşahadelerimiz bu yönde. Fakat bunun tersi örnekleri de yok değil.

"Allah, tevazu göstereni yükseltir" hadis-i şerifi var malûm. Aslında vakf-ı hayat, bir mazhariyet ve büyük bir nimettir. Bunun devamı ve verimli olması da bana göre, nurlara ayna ve üstadın tarzına varis olmakla mümkün. Bunun ilk şartı da tevazu ile terk-i enaniyet ve gurura medar hususlardan şiddetle kaçınmaktır. "İhlâsı kıracak esbaptan, yılandan akrepten çekindiğiniz gibi çekininiz." cümlesi, buraya bakıyor. Bu husus, biraz göz hassasiyetine benziyor. Gözümüzü korumaktaki hassasiyetimizi, ihlâsı korumada da göstermeliyiz. Bu düstur, herkes için geçerli ama hizmette temayüz etmiş arkadaşların daha bir titiz olmaları gerekiyor. Çünkü onların bazı tutum ve yanlışlıklarının neticesi, bazen vahim olabiliyor.

Bir zaman, çok değerli vakıf bir kardeşimizin tembihini unutmuş, aynı günü yerine getirememiş ve sitemle karşılaşmıştık. Allah'tan olacak ki iki gün sonra, aynı unutkanlık onda da zuhur edince; bu sefer bize olan sitemini hatırlattık. Demek, böyle şeyler olabiliyor, dediğimizde mukabelesi "Ama ben vakıfım." cümlesi, olmuştu. Kalbimden eyvah, dedim. Bu kardeş, kazandığı zannettiği yerde kaybediyor, demektir. Sonra bazı tembihlerimiz oldu, önemli fedakârlıklara imza attı.

Diğer önemli bir vakıf kardeşimizin cemaatle olan bazı sıkıntılarını çözmek için birlikte bulunduğumuz bir zeminde, kendini ve vakıflığını erişilmez ilân edince, şoke olmuştuk. Problem devam ediyor.

Tevazu, her zaman kazandırıyor. Tevazu ile hareket edenler, daha fazla itibar görüyor. Eksik kısımları varsa da tevazusu, onları örtüyor, göstermiyor. Aslında bu asırdaki en büyük fedakârlık, maddîden ziyade, fikirlerinden, yanlış yerde aradığı izzetinden yapılan fedakârlıklardır. İhtilafların, cemaatin tadına kaçıran münakaşaların önüne ancak fikrî fedakârlık ve tevazuyla geçebiliriz. Benliğimiz, havuzda erimeyince, kendi cürmümüz kadar kalırız ama havuzda eriyince, kocaman havuza sahip oluruz. Bu da enaniyeti aşmakla ve eritmekle mümkün.

Sıkıntıların menşeinde bu fakire göre bu konuya "derin bakış" eksikliği yatıyor. Bu eksikliğin arkasında da Risale-i Nur'u hazmedememe ve Said Nursi'yi anlayamama var.

Biz tablacı meselesini tam anlamamışız galiba. "Tablacı insanlara bir fiyat veriyoruz, acaba asıl mal sahibi Allah ne fiyat istiyor?" derken, bizler bu hizmetin ya da üzerimizde gösterdiğimiz meziyetlerin asıl sahipleri değil de sadece istihdam edilen taşıyıcıları, tablacıları olduğumuzun pek farkında değiliz. Mesela, nasıl meyvelerin ilk tablacıları ağaçlardır; fakat ağaçların meyvelerin var olmasında hissesi sıfırdır. Bizim de üzerimdeki meziyetlerin var olmasındaki hissemiz sıfırdır. Sıfır bile değil, sifirdir, diyebiliriz. Hatta o meziyetleri kendimize nispet ederek bazen bulanık ve görünmez hâle bile getirebiliriz.

"Lezzetli üzüm salkımlarının hasiyetleri, kuru çubuğunda aranılmaz. İşte, ben de öyle bir kuru çubuk hükümdeyim." cümlelerini böyle anlıyoruz âcizane. Kuru çubuk olduğumuzu unuttuğunuz nispette, âlemimize gurur ve enaniyeti karıştırmışız, bizde görünenleri kendimize nispet etmeye başlamışız demektir.

Ağaç, hava, su, Güneş bir araya gelip de şu meyveleri yapamaz; öyleyse, bunları yapan tüm bu sebeplerin üstünde olan Kadir-i Zülcelaldir, diye derslerde anlatırız değil mi? Yani, aslında ağaçta bir hüner yok, deriz. Onlar bizi tanımaz, bilmez, duymaz; öyleyse, bu fiilleri bizi bilen, duyan ve bize merhamet eden bir Zât'a vermeliyiz, deriz. Tamam da kardeşim, aynı şey senden çıkan fiiller için de geçerli. Öyleyse, bu fiilleri de kendine veremez, sahip çıkamazsın. Mesela güzel konuşuyor, etkili dersler yapıyor ve insanları etrafımızda toplayabiliyoruz, diyelim. Güzel de konuşmak için, seni milyarlardan ayıran mümeyyiz yüzüne ağız makinesini kim taktı? Senin konuşmanın, yani ağzından çıkan bir kelimenin arkasında, kâinat silsilesi var. Yüz ve ağzını bir kenara bırakalım. Güneş doğmasa, yağmur yağmasa, dünya dönmese, şimşek çakmasa, hava olmazsa, sen ağzını açamazsın ki. Konuşmak böyle de diğerleri farklı mı? Senin başta hayatının devamının bağlı olduğu yemek ve içmek gibi en âdi (her zaman yaptığın fiil) bir fiilinin yüz cüzünden ancak bir cüzü insana, sana ait olabilir. Nedir sana ait olan cüz? Sadece şu kelime ağzımdan çıksın mı çıkmasın mı niyeti. Peki kelâmı gönderen, kelâma hasene sıfatını takan, senin sözünü karşı kulağa taşıyan kim?

Soralım o zaman, biz kimiz kardeşim? Derin düşününce, parmağının sahibinin de parmağı oynatanın da Allah olduğunu, yani her ne olursa olsun tüm fiillerin hakiki failinin O olduğunu anlarız. İşte, hakiki tevhid de budur. Sende görünenin senin olmadığını anlamandır. Bunu anlasan, mazhar (yaşayan, gösteren) olursun, yoksa müzhir (sadece gösteren) olursun.

Evet dostlar, nurlarda birkaç yerde geçen "bana yazdırıldı" manasının birkaç yönü varsa; bir yönü de işte bu yazma şerefindeki hissemizin hiçliğidir. Zaten hiçliğimizi anladığımız nispette var değil miyiz?

Selam ve dua ile.

Yorum Yap
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
Yorumlar (5)
Yükleniyor ...
Yükleme hatalı.