Çok Ortaklı Kanlı Ziyafet

Habibi Nacar YILMAZ

Nefis için kullanılan çok sıfatlar var. Bunların içinde 18. Söz'de geçen "Ey fahre meftun, şöhrete müptela, medihe düşkün..." ifadeleri çok çarpıcı ve sahici. "Medihe düşkün" ifadesini en kolayca, kendi nefsimizde tecrübe edebiliriz. Mesela evde, iş yerinde, bir cemaat içinde şöyle biri bizi övse diye beklediğimiz olmamış mıdır çoğu zaman? Şahsen hep beklemişizdir bunu. Yani birinin bizi övmesi, hoşumuza gider. Bazen de dikkatli bir avcı gibi bekleriz birinin bizden söz etmesini. Burada önemli olan, meziyetini kendine nispet etmemek; yani elbiseyi öven birinin nazarını, elbisenin sahibine çevirebilmek.

Övülmeyi arzulayıp buna hemen atlamamız, gıybet meselesinde de oluyor maalesef. Gıybet, tek başına yapılamayacağına göre, yanımıza bir kişiyi de alıp çok ortaklı bir sofra kurmaya hem çok açığız hem de dikkat etsek bile, çok zaman açık düşüyoruz. Kendi adıma söylüyorum bunları elbette. Zaten özellikle bu yazıyı kendi nefsime hitaben yazıyorum. Kendimi göz önünde bulundurmak, muhatap olmak, hem kolay hem de müessir oluyor.

Çok ortaklı olan bir gıybet sofrası, niçin kanlı peki? Yaşadığı, diri olduğu halde yanımızda olmadığı için, bize göre ölü olan bir kardeşimize hücum ediyoruz, onu delik deşik bir vaziyete getiriyoruz da ondan. Gıybetimizle, işin sonunda onun şahs-ı manevisinden kanlar akıtıyoruz masamıza. Çok şahitli olan bu kanlı ortaklığın akıttığı kan hemen oracıkta görünmediğinden, vehameti anlaşılmıyor. Hem de bağırıp çağırma olmadan, sessizce gerçekleşiyor bu fiilimiz.

Gıybetini ettiğimiz, onu tanıdığımızdan ya bir akraba veya dostumuz olduğu kesin olan kişinin belki de pişman olup tövbe ettiği, tövbe ettiği için de sevap kazandığı, kazanmaya devam ettiği bir hatası, günahı, bu sefer bize günah kazandırmaya devam ediyor, farkında mıyız? Asıl maslahat, onun hatasını bizzat yüzüne, lisan-ı munasiple söyleyip ıslah olmasına çalışmaktır hâlbuki. Kör bir inat ve basit bir kini tatmin yüzünden, ortalık kan gölüne dönüyor.

İçki içmez, hatta içkiden nefret ederiz. Kokusu bile yüz metreden bizi rahatsız eder. İçkiyi yakıştıramadığımız o değerli ağzımıza, gıybeti yakıştırıyoruz, yakıştırıyorum. Yazık ki yazık.

İçki içmek bir felâket ama neticede daha çok ferdi ilgilendiren bir felâket. Gıybet ise, içtimaî hayatı fesada götüren, uhuvvet ve muhabbetin kezzabı bir felâket.Bu fakirin gıybetini eden birine denk geldiğimde, ona içimden duyduğum mesafe veya samimiyeten uzak bir duruş, bunun bir örneği.

Güya takva ehliyiz ya. İçki ve içkili mekânlardan uzak duruyoruz ama gıybete veya gıybetli sohbetlere mesafemiz neredeyse sıfır. Geçen hafta, dükkânın yakınındaki Ebubekir Camiinde ikindi namazında bir arkadaşın çorabının kokusu ortalığı perişan etmişti. Tesbihatı zor bekledik. Şimdi diyorum ki eğer gıybet edenin ağzı koksaydı, cami ne hale gelirdi. Camide bir dakika durabilir miydik? Bunu epeyce düşünmemiz lazım.

Cenab-ı Allah, kulunun hukukunu kendi hukukundan üstün tutuyor ve gıybetin affını, gıybet edilenin affına bağlıyor. Hücurat Suresinin 12. Âyetinde kat'i bir şekilde yasaklanan gıybet, başka hiçbir yerde olmadığı gibi, ölü etini yemeyle bir tutuluyor. Başka hiçbir şey, böyle bir çirkinlikte anlatılmamış Kur'an'da.

Gıybet gibi alçak bir silaha başvurduğumuz zaman, gıybete medar ettiğimiz en sevimli mazeretimiz "Benim söylediğim doğru, yüzüne de söylerim zaten." Ya arkadaş, zaten onu gıybet eden sözün doğru olması, onu gıybet yapan, doğru sözü başkasına söylemek. Yani sözün doğru olması, o sözü başkasına söylemeni doğru yapmıyor. Onu gıybet yapan, zaten doğru olması. Doğruysa, yüzüne söylesene. Kardeşinin gıyabında söylemenin ne gibi bir maslahatı var ki? Yalan olsa, hem gıybet hem iftira oluyor.

Bazen düşünüyorum da eğer gıybetini ettiğim kardeşim, arkadaşım, akrabam bir gün bana gelip "Kardeş, o sözü keşke başkasına söylemeseydin." derse, ona ne derim? Nasıl bir bahane üretir de ona iletebilirim? Onun duymadığı, duyamadığı bir mekânda, onun razı olmadığı, olamayacağı bir şeyi sanki onu biri duymuyormuşcasına anlattım. Halbuki onu duyan biri vardı. Allah duyuyordu. Sadece maslahat için duyması gereken duymuyordu. Acaba gıybetin altında, "Zaten bu anlattıklarımı duyan biri yok." vehmi olamaz mı? Bence, derecede derece bu vehim var. Güçlü bir imanın sahibinin huzur-u tam kazanmış birinin böyle bir çukura düşebilmesi oldukça zor.

Belki bin bir zorluklarla, fedakârlıklarla, maddî ve manevî gayretlerle yaptığı sevap hanesini, kendi elleriyle nasıl yıkabilir bir insan? Kendi hanesini nasıl ateşe verebilir? Ya da dipdiri bir iman, buna nasıl müsaade eder?

İyiliğe medar hiçbir maslahatı olmayan ve bir korkaklık alâmeti olan gıybetin dinleyenler adedince çoğalmaya açık ve bu çoğalmasının önünün alınması da zor olan bir özelliği var. Buna cesaret etmek, mü'minlikle yan yana gelmez, gelememesi lazım. Bu cesaret, olsa olsa bir cahil cesareti ve eksiksiz bir ahmaklık olur herhalde.

Evet dostlar, üstad bir köpeğin gıybetine bile müsaade etmiyor. Yanında kimsenin aleyhinde konuşmadığı ve konuşturmadığı gibi, en yakın talebesi Tahiri abi de odasına "Burada gıybet edilmez." levhasını astırıyor. En muhtaç olduğumuz bir günde, iflasla karşılaşabiliriz. Bütün amellerimizin geri dönüşü olmayan bir günde, heder olduğunu görmek ne hazindir! Öyleyse "Tut dilini, kurtar ahiretini." ikaz-ı Nebeviyi unutmayalım. Aman dikkat!

Selam ve dua ile.

Yorum Yap
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
Yorumlar (3)
Yükleniyor ...
Yükleme hatalı.