Bunca vaaz dinlemişliğimiz vardır. Hemen hiçbirinde 'kâinat Kur'anından' bahis açan ve "Allah'ın kelâm sıfatından gelen bir Kur'an olduğu gibi, Kudret sıfatından gelen, mucizelerle dolu bir de kâinat kitabı vardır." diyen bir vaaza denk gelmedim. Dine ağırlık veren kanallar izlemeye çalışırız az da olsa. Onlarda da denk gelmedim. Olsa da hafızamıza çakılacak kadar olmamış demek ki.
Bu çok mühim mevzu, geçen asrın başından beri, Üstad tarafından çeşitli şekillerde ortaya konulmuş; külliyata da mevzulara göre sindirilmiştir. Zındıka komiteleri de sistematik şekilde, özellikle son yüzyılda bu asrın bilim asrı olduğunu, din ve bilimin ayrı şeyler olduğunu bir zehir gibi enjekte etmeye devam etmişler. Artan bir hızla da devam etmektedirler. Bir önceki yazımızda da nakletmiştik. Adamlar 'din bilim çatışması' veya değişik isimlerde siteler açıp aslı astarı olmayan, havada ve hayali birtakım fantezilerini, bilimsellik adı altında, bilimi de epeyce çarpıtarak neşretmekteler maalesef. Bunlara takılan insanlar, özellikle gençlerimiz de oluyor.
Bilimin, kâinatın bir sanat galerisi olduğunu ortaya çıkardığını, 'sanat, sanatkârsız olmaz' kanununu hatırlattığımızda ise, aldığımız klasik cevap 'Bilim her şeyi ortaya çıkaracak.' oluyor. Halbuki girişte de ifade ettiğimiz gibi, bilim kâinat kitabını, yani Kudret sıfatının sanatını okuyor ve bazen de hemen göremediğimiz kanunları keşfediyor. Bu kâinatı bu keşfedilen kanunlar tanzim etmiyor. Allah, icraatını, yaratmasını kanunlarla yapıyor. Yani kanunlar bir silsile, fiiller onlara takılmış. Sanatlı ve muntazam işleyişin adıdır kanunlar, yapanı, edeni, tanzimcisi değiller. Bizim sanata, sanatlı işleyişe taktığımız itibarî isimlerdir. Mevcut, ayrı, şuurlu birer varlık değillerdir. Sağ, sol, analık, babalık gibi isimlerdir.
Adam "Kur'an'daki çelişkiler" diye kendine yırtmış, 'kalbi daima idlâl ile telkin için, fikri daima küfrü tasavvur etmekle meşgul' olduğundan hemen okuduğu tüm âyetlerde kendine göre bir kusur, (haşa) tenakuz bulmuş. Aynı âyetleri biz âcizâne okuduğumuzda, yüksek bir beyan, kutsî bir mesaj, ve hayata katılacak can suyu buluyoruz. Peki, bu neden böyle oluyor. Bakın, bunun sebebini, hatta müteradif olarak aynı idrak ve şuur kapalılığının kâinat kitabını okumada da yaşandığını üstad,Bakara Suresinin "fasıkların Allah'a ahitlerini bozduğunu, akrabalarıyla bağları kestiklerini, yeryüzünde fesat çıkardıklarını" haber veren 27. Âyetinin tefsirinde veciz bir şekilde anlatıyor.
"Sanki Kur'an-ı Kerim diyor ki Kur'an-ı ekber denilen kâinatın nizamında, Kudret-i Ezeliyenin icadını göremeyen veya görmek istemeyen o fasıkların, Kur'an-ı Kerim'in de nazm ve i'cazında tereddütleri ve kör gözleriyle i'cazını (mucize olduğunu)göremeyip inkâr etmeleri bait ve garip değildir. Zira onlar, kâinattaki nizam ve intizamı tesadüfe ve tahavvülât-ı garibeyi ve inkılabât-acibeyi abesiyete ve tesadüfe havele ettiklerinden, bozulmuş olan ruhlarının gözünden o nizam tesettür edip görünmediği gibi, pis fıtratlarıyla da Kur'an'ın mu'ciz olan nazmını karışık, mukaddemelerini akîm, semerelerini acı gördüler."
Eminim, fotoğrafı bu kadar net veren bir metin olamaz. İki kitabın kâinat ve Kuran'ın birbirinden farklı olmadığını, kâinata şaşı bakan, kâinat kitabının fasıl ve sayfalarını okuyamayan, ondaki mucizeleri görmeyen bir akıl, Kur'an'ı da okuyamıyor; Ondaki mucizeyi müşahede edemiyor.Kur'an'ın ve kâinat kitabının serapa mucizevî yönlerini okumada sağır ve kör kesiliyor. Kâinat, satır, sayfa, bölüm,ilân ve beyannameleriyle birer mucize. Peki bu, bilimin, akıl ve sağduyunun üzerinde ittifak ettiği bir konu olduğu halde, niçin bazıları bunu görmüyor? Kur'an gibi İlahî bir beyanı; büyük bir buhtanla, aslında kendilerinin de yakından tanıdığı, hiçbir hile ve hilaf-ı hakikat beyanına denk gelmedikleri ümmi bir Zâta; kâinat kitabını da tesadüfe,kendi kendiliğe havale ediyorlar? Kur'an, bir beşer kelamı, kâinat bir tesadüf neticesi olabilir mi? Aklı başında, dengesini kaybetmemiş biri, "Hep isabeti" tesadüfün işi; bir derste, "geçmiş ve gelecek" bütün asırları hissedâr eden bir hitabı da "beşerin düzmesi"(haşa) olarak nasıl görür?
Bunun sırrını 10.Söz'ün giriş kısmında; sonuçta akıl gözünü kör eden, insanın cevherini yırtan küfrün tahribatının neticelerini de İşarât-ul İcaz'da yakaladım. Bunların sağlamasını da tartıştığımız birçok dinsiz, özellikle son dinsizle yaptım. Onun için, başlığı da "Bir Dinsizin Bana Öğrettikleri" diye attım.
Üstat 20. Söz'de "Din bir imtihandır." buyuruyor. Onun için de Kur'an'da her şeyi açıkça zikredilse, herkes tasdik edecek, imtihan sırrı bozulacak.Yani gökyüzünde vazıhan( açıkça) 'Lâilâhe illallah' yazmak gibi bir bedahete (açıklığa) girecek. Bunun da imtihan sırrını bozacağını ilave ediyor. Bu âciz, yine Risale-i Nur'dan aldığım tevhid dersinin de tâlimiyle üstadıma bir itiraz demeyelim de bir ilavede bulunmak istiyorum. Üstadım,Risale-i Nur'da, sanat dilinin alfabesini bize öğretmedin mi? Gökyüzünde Lâ ilâhe illallah sanat lisanı ile yazılı değil mi zaten? Fakat bir parça frengi (dinsiz felsefe dersleri) okuyan, bu sanat lisanını yani onu tevhide götürecek, sanatla yazılmış 'La ilahe illallah' yazısını okuyamıyor. Yoksa yeryüzündeki kumların sayısından daha fazla yıldızların intizamının şu güzel vaziyetinin lisanı, bize 'Allahu ekber' diye bağırıp 'Lâ ilahe illallah'ı okutmaz olur mu?
Nasıl sağır, kör, dilsiz, akılsız bir insan bir sanat müzesine girse, bir fil ve koyunun girmesinden farksızdır. Öyle de bu tevhit lisanını bilmeyen, sanatı sanatkârına nispet edemeyen bir insanın da kâinat sanat galerisine girmesi, bir fil veya koyunun girişinden farksızdır. Dinsizlik, insanı kör, sağır ve ebkem(dilsiz) ediyor demek ki. Demiyor mu âyet "Gözleri var görmezler, kulakları var duymazlar." diye zaten.
Bir zaman "Şeytanın kalbinde marifet, (Allah'ı bilme) var mıdır?" sorusuna çok denk gelirdim.Daha denk gelmiyorum. Gerçekten uzun süre meleklerle eş değerde itaat ehli şeytan, nasıl olur da Allah'ı hatıra getiremeyecek derecede azıtır? Bunun örneklerine insan âleminde de epeyce denk geldiğimiz için, izahı da o kadar kolaylaştı. İşte karşılaştığımız dinsizler, bana bunu da öğrettiler.
Düşününüz ki elli yaşına kadar, ibadet ve taetteydim, diyor. Sonrasında, "fikri daima küfrü tasavvur etmekle meşgul olduğundan", kalbinde marifet için boş bir yer kalmıyor.Adamı hangi tarzda ikna ederseniz edin, hangi musibetle sınanırsa sınansın, "Hayat bu dünyadır, nur da ateş de buradadır." diyor. Bunu derken de en büyük sermayesi ve tesellisi de güya iyiliklerde bulunması imiş. Ya arkadaş, sen de iyiliğin de iyilik ettiğin de toprakta bitecek. İyiliklerin bir karşılığı yok ki.Sana göre neticesiz şeyler. Neticesiz şeyler insanı teselli edebilir mi? Toprakta biten en büyük iyilik hiç ile eşitleniyor. Böyle bir hayat, anlamsız olduğu gibi, en büyük fazilet ile en büyük cinayet, nispetler, farklılıklar, iyilik ve kötülükler aynı oluyor. Bu da büyük bir zulme kapı açıyor. Nasıl bir akılsa, güya geçici keyfini terk etmiyor da aklını azap içinde bırakıyor.
Halbuki bâki olan Allah'ın yolunda her saniyenden her gülümsemenden tut, bir bardak su ikramına, bir kalbi onarmandan tut, bir şehri doyurmaya vesile olmana kadar her şeyin en az bire on, bazen bin, bazen ebedî sümbüller verecek. O zaman senin iyiliğinin de diğer faziletlerinin de bir değeri ve yüksek bir karşılığı olmuş; hepsi de bir anlam kazanmış olacak. Haliyle sen de bir anlam kazanmış; "Âdi bir esir ve başıbozuğa bedel,bir padişahın has, serbest bir yaver-i askeri" durumuna yükselmiş olacaksın. Allah'ı kabul etmeyen bir insan, alakadar olduğu, hayatının devamını sağlayan her mevcudun bir nevi muhtacı ve bir nevi esiridir.
Başa dönersek, kâinat kuranı ile kelam Kur'an'ı arasında mucizelik yönüyle bir fark yok. Birini karışık gören, diğerinde olan mucizeliği de görmüyor.Aslında, birinin bir harfini yapamayan, diğerinin de bir harfini yapamıyor. Neden? Çünkü ikisi de mucize.Sanatkâr mucizekâr olunca, her işi de mucize oluyor.
Kur'an'ın Arapça nazil olması cihetiyle, neden bir benzeri, Arapça yazılmasın, diyene en kısa cevap bu herhalde. Kumaş aynı, fakat terzi farklı. Harfler aynı ama yazar farklı. Kelimeler aynı fakat şair farklı. Biri odundan basit bir masa, sandalye yapabilirken; Allah odundan çiçek, yaprak, meyveler çıkarıyor. Element harflerinden yazılan bir elmanın taklidiyse mümkün değil. Ancak plastikten taklidi yapılabiliyor. Dil Arapça, Allah Arapçadan bir Kur'an çıkarıyor. Ama sen basit bir şiir yazamayabiliyorsun.
İnsanların bir Güneş yapmaları ve duha (kuşluk) vaktini getirmeleri mümkün olmadığı gibi,duhanın üzerine yemin edildiği "Veşşemsi duhaha" ayetinin benzerini getirmeleri de mümkün değil. İlaveten, Güneş üzerindeki mucizeyi göremeyen, sistemden sistemin kurucusuna ulaşamayan bir akıl da Güneşi anlatan âyete ve âyet üzerindeki mucizeye ve âyetin derinine ulaşamıyor. Cenab-ı Allah, Tin Suresinin "Artık bu delillerden sonra seni dinin asılsız olduğu sonucuna götüren şey nedir?" mealindeki 7. Âyeti ile insana bir soru soruyor. Nedir seni din asılsızdır, deme noktasına getiren.
Yani Kıyame Suresinde buyrulduğu gibi "Yoksa, insan böyle başıboş ve gayesiz yaratıldığını kendi başına sorumsuz bırakılacağını mı sanmaktadır?" sualini de soruyor. Anlayanlar ve düşünen için, baştan sona bir İlâhî hidayet rehberi olan Kur'an'ı okuyarak dinsizliğe kayan ve Allah'ın 'an'lar adedince sunduğu fırsatları eliyle iten, böylece dinsizlik karanlığına gömülerek akıl ve kalbini birer yılan çıyan yuvasına çeviren, ıslahı da gayr-ı kabil olmuş insanın, başkasına zarar vermemesi ve bu tiplerden uzak durulmasına işaret adına Cenab-ı Allah onları tarif için, "Onları uyarsan da bir uyarmasan da" tanımını ve onların kalp ve kulaklarını mühürlediği hükmünü bize bildiriyor.
Bunu ben bir benzetme ile izah ediyorum. Bir belediye etrafa zarar veren, kötü koku salan, gürültü ve anlamsız çalgılarla milletin huzurunu bozan bir iş yerini önce ikaz eder, değil mi? Kaç defa ikaz eder? On defa olsun mesela. Sonra bu ikazları işe yaramazsa ne yapar? Başkasına zarar verdiği için kapatır. İşte bunu da böyle anlamak lazım. Bunca ikaza aldırmayan ve etrafa pis kokular yayarak ifsat edenlerden uzak durulmasını Rabbimiz bu mühür hükmüyle bize anlatıyor.
Evet dostlar, biraz uzadı ama makam kısa kesmeyi kaldırmıyor. Hidayet kapıları 'an'lar adedince açık. Güneş, penceresi kapalı eve bir fayda vermediği gibi, kalp ve akıl penceresini iyice kapatana da dağıtılan hidayet güneşi bir fayda vermiyor. Demek her an dikkatli olmak durumundayız.
Selam ve dua ile.