Geçenlerde, alanında takdirle yâd edilen, Üsküdar Üniversitesinin Kurucu Rektörü Nevzat Tarhan Bey'in kısa bir açıklamasını üzülerek dinlemiştim. Muhafazakâr bir aile, hem hafız hem de imam hatip lisesine giden on beş yaşlarında "Ben ateist olmak istiyorum" diyen kızlarını alıp hocamıza müracaat etmişler. Hâliyle perişan haldeler. Epeyce emek vererek büyüttükleri hem de hafız mektebinden başarıyla çıkan biricik evlatları, belki de ebedî bir hayatın kaybını netice verecek, dehşetli bir tercihe yönelmiş.
Hani, Zübeyr Âbi, Afyon Mahkemesi Mudafaanemesinde "Bir genç dinsiz olmuş haberinin üzüntüsü karşısında kalbin zerreleri adedince paramparça olması gerektiğini" haykırıyor ya. Hocamızı dinleyince, bu acı tespit aklıma geldi. Bir ebeveyn için, bundan daha acı verici bir haber olabilir mi? Hepimizin evladı var. Bunları zinhar birilerini kınamak için değil; tarif ve acaba bu karanlıktan bir çıkış noktasını gösterebilir miyiz düşüncesiyle anlatıyor ve yazıya dökmeye çalışıyorum.
Kızımız "Bu vücut benim değil mi, istediğim gibi kullanırım. Kimse bana karışamaz." noktasında ısrar ediyormuş. Ah benim güzel kızım! Benimdir diye böbürlenip istediğim gibi kullanırım, dediğin vücudunda beliren ve güzelliğini hiçe indirecek bir küçük sivilcenin bile ne çıkmasına engel olabiliyor ne de kaybolmasını temin edebiliyorsun. Durmadan işleyen ve hayatımızın devamını sağlayan ne göz kapaklarından ne de kalbinden haberin var. Ne yüzünün gittikçe kırışmasına ne de dizlerinin kuvvetten düşmesine engel olup müdahale edebiliyorsun.
Ne akan ömrünü bir dakika durdurabilip bu otuz yaşını çok sevdim, birkaç sene ara vermek istiyorum, diyebiliyor ne de benim dediğin ve güzel görünmeni sağlayan dişlerinin dökülmesini erteleyebiliyorsun. Nihayet, ne bir soluk nefes alman için çalışan, büyüklüğünü bilemediğimiz için sonsuz dediğimiz kâinatın işleyişinden haberdarsın ne de ömrünü tüketen günleri sayan Güneşin doğuş ve batışını durdurabiliyorsun.
Benimdir dediğin vücudundan sudur eden ve günlük işlerinden olan yemek, içmek, konuşmak gibi âdiyat sayılan fiillerimizde hissemiz ne kadar ki "Bu vücut benimdir, istediğim gibi kullanırım." diyebilelim. Bu antika, esassız, çürük ve mesnetsiz fikirlerin ne kadar anlamsız olduğunu kızımız gibi birilerine anlatabilmeyi çok isterdim.
Fakat "Emir ve yasaklar var, öyle istediğin gibi kullanamazsın" tarzında, altı, yukarıda anlattığımız izahlarla doldurulmadan verilen komutlar onu, vücudunu istediği tarzda kullanabileceği inanç tarzlarına yönlendirmiş. Okulda bir hocasına "Dinde zorlama var mı?" diye sormuş. "Müslüman olursan var, olmazsan kimse seni zorlayamaz" cevabını da alınca, o zaman beni zorlamayacak bir şeyi, sonuçta dinsizliği seçeceğim, noktasına ve ısrarına gelmiş. Yani anlayacağınız sineğin ısırması gibi basit bir sıkıntıdan kaçayım derken, yılanın ağzına düşüvermiş.
Bir insana tam bir emniyet kazandıran ve tevekkülü ile her musibete karşı onu yeisten ve sıkıntıdan kurtaran bir imanı kaybetmesi ile o insan nasıl bir rahatlık ve hürriyet hedefliyor anlamak zor. İbadetin manasındaki rahatlığa rağmen, zahiri bir ağırlığı; hududullahın da neticesi ferahlı fakat nefse ağır gelen sınırları, taklitteki bir iman sahibini hem ürkek yapıyor hem de ona anlamsız bir tereddüt verebiliyor. İşte bu kızımız, daima nefse vesvese veren insi ve cinni şeytanların; kötü arkadaşların, belki de birkısım parıltılı görüntülerin tesirinde kalarak kendi âlemindeki çıkmazlarını, çözemediği ikilemelerini sonsuz bir rahmet ve mağfiretin serin ikliminde değil de imansızlığın sahipsizliğinde çözmeye; güya bu şekilde kendi malı sandığı, vehmettiği vücudunda istediği gibi hükmedeceğine inanmaya başlamış.
Haksızlık etmeyelim, bunda ebeveyn olarak bizlerin de hatası, yanlış yaklaşımları, yapayım derken yıktıklarımız, senelerin bitmeyen ve dinmeyen yarasına dönen nobranlıklarımız yok mudur? Vardır. Bunun çok hikayesini dinlemişimdir, bizzat müşahede etmişizdir.
Kur'an'ın sıkletini çekebilecek bir teslimiyet kabiliyetini yüklemediğimiz bir genç, hafız da olsa, kendi âleminde beliren tereddüt ve çıkmazlara cevap veremiyor maalesef. Kaç Kur'an kursu hocası ile olan sohbetlerimizde "Hocam bu derslere önce bizim ihtiyacımız var." mukabelesiyle karşılaştığım olmuştur. Yani ezberlediğin Kuran'ın sayfalarıdır, Mushaftır. Bu Mushafın içindeki hakikatler değil. Onun için üstad hafıziyette yüksek bir mana olduğunu, fakat onunla birlikte hakikatlerine de çalışılması gerektiğini bildiriyor. Daha da önemlisi, Kur'an'ı her gün bir iki cüz ezberlemek hızındaki hafızlığı, Kur'an'a hürmet için terk ediyor. Özellikle bu asır kelam hafızlığının yanında mana tekrarına da bakılması gerektiğini bize böyle hadisatla ders veriyor.
Özellikle çocuklara "Şunu yapma yanarsın, buna yaklaşma donarsın." şeklinde korkutucu ve soğuk telkinler, yaratılışın da dinin de kodlarını tahrip ediyor. Cenap Şahabettin "Tiryaki Sözlerinde" "İnsan sevdiğinden korkar, fakat korktuğunu sevemez." der.
Allah katında günahkâr da olsa bir mü'minin Kâbe'den daha değerli olduğu bilinirken, bu değerdeki bir insanın birtakım vehimlere mağlup olması, belki de kendisini Kur'an'da 114 yerde Rahman ve Rahim olarak tanıtan Rabbini bu tip telkinlerle yanlış tanımasından da kaynaklanıyordur. Üstad 20. Mektub'un başında: "Cin ve insin en parlak saadeti ve en tatlı nimeti o marifetullah içindeki muhabbetullahtır." buyuruyor. Yani marifet, muhabbetten önce geliyor. Önce bilecek, tanıyacak. Sahibiyim sandığı vücudunun hakikatte kimin olduğunu, kimin hediyesi olduğunu öğrenecek. Öğrendikçe tanıyacak. Bu tanımak, onu sevgiye yaklaştıracak. Her şeyin başı marifet arkadaş.
Bazen misal veririm ya. Size birisi bir çift ayakkabı verse ne kadar teşekkür edersiniz değil mi? Ya gözlük veya elbise hediye etse? Daha çok sever ve minnettar olursunuz. İşte, Allah size ayak vermiş, göz vermiş. Elbise değil ama elbiseyi giyeceğin vücudu ve bu vücudun asıl elbisesi cildi vermiş. Özür dilerim, elbiseyi de vermiş. Giydiğin elbisenin yünü, ipliği yine onun bize ihsan ettiği koyun ve deveden gelmiyor mu? Yani muhatap olduğun şeylerden, O'nun nimeti, ihsanı olmayan bir şeyi söyler misiniz?
Bunları sorarız, marifetullahı anlatırız. Bunlardan gaflette, yani habersiz olmayan bir insanın Allah'ı tanımaması: "Bu mülk benimdir, bu vücutta istediğim gibi tasarruf ederim." demesi, mümkün değildir. Tasarruf et bakalım, arkadaş. Bu nasıl bir tasarruf olacak? Tesettürü mü bırakacaksın. Tamam da tesettürsüzlük bir hürriyet midir? Yoksa senin zannettiğin mülkünde başka birilerinin esaretine mi girmektir? Başka? İbadeti mi terk edeceksin? Bu tercihin, bir başıbozukluk ilanı değil midir? Yani bir insan: "Ben artık hürüm, hava almak, yemek yiyip su içmek baskısı altında kalmaktan bıktım, artık ne hava alıp yemek yiyeceğim ne de içeceğim. Oh, kurtuldum bunların tasallutundan." diyebilir mi? Ruhun ve aklın rahatını ve gıdasını temin eden ibadeti bırakmak, işte buna benzer. Tam aynısıdır, başkası değildir.Yani hürriyet falan değildir.
Hür olacağım demek, başkasını bırak da kendine mi zarar vermektir? Gayrimeşru dairedeki malûm günahlar, aile ve fertleri yakan yıkan zehirli lezzetler, hangi hürriyeti insana temin eder? Dünya ve ahiretine zarar vermekten başka.
Evet dostlar, ilk ve ikinci yaratılışın amacı, insanları cehenneme doldurmak, onlara ceza vermek, eziyet etmek değildir. Ya nedir? Önce insanı yokluk karanlıklarından çıkarıp bilinir kılmak, sonra insan suretine getirerek ödüllendirmek, marifeti ve muhabbetiyle rızıklandırmak, sonra da iman edip güzel işleri yapanları ödüllendirmektir. İnkâr ve isyan ise, bunlar Allah'ın yaratması olsa da sahiplerinin tercihidir. Ben istediğimi yaparım diyenler, önce hiçbir hak ve üstünlükleri olmadığı halde kavuştukları ve içinde seyahatlerine bir kuruş vermedikleri dünyayı terk etmek durumundalar. Öyle değil mi ya?
Selam ve dua ile.