Gezi Notları-(9) Molla Zübeyir Hocaefendi

İsmail AKSOY

Muş’un mânevî dinamiklerinden olup halen ilim/irfan ve tedrîsle iştigal eden ve “Seyda-yı Mele Zübeyir” diye anılan önemli ilmî şahsiyetlerden birisidir.

Kendisini daha çocukluk yıllarından tanımış olmanın rahatlığı içerisinde,  çok uzun yıllar sonra karşılaşmamızda hâla dinç ve zindeliğiyle, sevecen ve sempatik tavırlarıyla olumlu elektrik yayması, rahat bir hasbihal ortamının doğmasına yardımcı olmuştu.

 

Molla Zübeyir Hocaefendi kimdir?

1945 yılında aynı bölgede dünyaya geldi. Çok köklü medreselerden birisi olan Bitlis’in Mutki ilçesine bağlı Ohin medresesinde mutad ilimleri tamamlayarak, Şeyh Alâuddîn’in oğlu Şeyh Âsım’dan icâzet aldı.

Askerlik çağı geldiğinde, kıtaya giderken tahsilini bitirmesine sadece bir kitap kalmıştı. Öylece askere gider.

Ağrı İlinde askerlik vazifesine başladığında kendisine tahsilinin ne olduğu sorulur. On yıl Arapça ve Kur’ân ilimleri okuduğunu söyler, ama bu okudukları dikkate alınmadığı için temizlik işlerinde görevlendirilir.

Bu durum oldukça ağırına gider. Suların zaman zaman kesilmesi neticesinde, doldurulması gereken kovalara gücü yetmediği için su dolduramadığından azar işitir.

Konyalı bir Astsubay’ın konuyu öğrenmesiyle durum değişmiş, bu görevden alınarak başka bir yere verilmesi sağlanmıştır. Ama molla Zübeyir’in aklından bir an bile çıkmayan bu durum, Onu kamçılayarak çok kısa bir zaman zarfında ilkokul diploması almasını sağlamış… Nöbetlerde ve boş zamanlarında çalıştığı derslerini bir girişte vererek diploma almış…

 

 

Daha sonraki yıllarda orta ve liseyi de dışarıdan bitirerek diplomasını alır.

En son Erzurum İlahiyat Fakültesi’ni yine dışarıdan girmek suretiyle derslerini başarı ile verip diploma almaya hak kazanır.

Diyanet İşleri Başkanlığında değişik görevlerde bulunur. Halen eski usul medrese ilimlerini okutmayı sürdürürken, ilminin zekâtını verme gayreti içerisinde etrafına Kur’ân  nurları saçmaya devam etmektedir.

 

*Muhterem Hocam, Üstad Bediüzzaman Hazretleri, Barla Lahikasında; “Risâle-i Nur medreseden çıkmış, ilim içinde hakikate yol açmış, hakikî sahipleri ve taraftarları medreseden çıkan hocalar olduğuna binâen…” deyip bir nevi medrese hocalarını nurlara sahip çıkmaya teşvik ediyor. Medrese ehlinin Nurlara sahip çıkmaları hususunda düşüncelerinizi alabilir miyiz?

Risale-i Nur Kur’ânın malıdır ve bu asırda O’nun bir mu’cize-i mâneviyesidir. Üstad Bediüzzaman;  hayatı, mefkûresi ve mücadelesiyle ve Risale-i Nur gibi ilmî ve imânî bir külliyat ile İslâm’a büyük hizmetlerde bulunmuştur. Elbetteki medrese çevrelerine düşen de bu hazineye sahip çıkıp Onun yayılmasına, okunmasına ve okutulmasına yardımcı olmak, hatta rehberlik yapmaktır. Hem kendileri istifade etmeli, hem de çevrelerini bundan müstefid kılmalıdırlar. Kanaatim odur ki, bir taraftan tasavvuf, bir taraftan Risale-i Nurlar vasıtasıyla milletin ve özellikle gençliğin imanlarının kurtulmasına çalışmak bir borç, bir mes’ûliyettir.

 

 

*Muhterem Cumhurbaşkanımızın “Norşin” açılımı, milletimiz için bir umut kapısı aralamış mıdır sizce?

Bu barış ve huzur açılımı, milletimizin umutlarının yeniden yeşermesine, geleceğe dair beklentilerinin artmasına elbetteki vesile olmuştur. Aklı başında kim vardır ki, barış ve huzurdan yana olmasın, bunları istemesin?

 

*Sizin tahsil devrenizde okutulan derslerden biraz bahseder misiniz? Tedrîs tarzı ve usûlü nasıldı?

Ben Mutki ilçesine bağlı Ohin medresesinde Şeyh Muhammed Âsım Efendi’den icazetimi aldım. Bire bir eğitim verilmekte idi. Dersini yapıp hazır hale getiren talebe Müderrisin rahlesine oturur, dersini verirdi. Şayet hazmetmiş ve anlamış ise, o dersi geçerdi. Yoksa bir daha müzakere etmek durumunda kalırdı. Başarılı olabilmek için bazı şartlara ve âdâba riâyet edilirdi. Söz gelimi abdestli bulunmak, mânevî huzur hissetmek, hocasına hürmet ve merbutiyet, Onun sadece bilgisinden değil, aynı zamanda feyiz ve nuraniyetinden de istifade edebilmek gibi amaç ve gayeler gözetilirdi. Periyodik bir sistem çerçevesinde her türlü ilim dalından haberdar olurdu. Okutulan dersler arasında Tefsir, Hadis, Kelam, Akaid, Sarf, Nahiv, Belağat, Mantık, Münazara, Bedi’, Beyan ve Tasavvuf gibi dersler okutulurdu.

 

*Tasavvuf da mı verilirdi?

Tabi, ilimlerin kalbi mesabesinde bir ders  idi. Kalbî hastalıların tedavisi, kötü huyların ıslahı, latifelerin tezkiye ve arınması, ucb, riya, kibir, fahr gibi mânevî hastalıkların izalesi  noktasında önemli bir fonksiyon icra ederdi. Bir de uygulamada da tasavvuf tatbik edilir ve yaşanırdı.

 

 

HOCALARIMIZ,  HALLERİYLE NÜMÛNE OLURLARDI

 

*O gün isimleri müderris olan, bugün ise profesör, öğretim üyesi diyebileceğimiz Zevât-ı Kirâmın halleri, yaşantıları, davranışlar nasıldı?

Sünnet-i seniyyeye uygun davranırlardı. Halleriyle, davranışlarıyla, sözleriyle bulundukları ve temsil ettikleri ilmî sıfatla, Nebîlere vâris olma vasfını hep muhafaza ederlerdi.

Meselâ; benim hocam Şeyh Âsım’ın tek kelime gıybet ettiğini, başkasının arkasından dedikodu yaptığını hiç duymadım ve şâhit olmadım. Onlardaki bu hasletler, biz talebelere de sirâyet eder ve tesiri altına alırdı.

Takvâları, ibadet ve ezkâr konusundaki hassasiyetleri, hep örnek alınacak davranışlardı. Her talebe kabiliyeti nisbetinde bu vaziyetten istifade ederdi.

 

*Ve âyette ifade buyurulan “ilimde derinleşmiş” insanlardı. Yani bu ilimlerin tamamında ihtisas sahibi olmuş kimseler olarak biliniyorlardı?

Evet, saymış olduğumuz ilim dallarının tamamında yıllarca ders okutmuş, ihtisas ve derinlik peyda etmiş kimselerdi.

 

O’NUN İLMİ KESBÎ DEĞİL, VEHBÎDİR

 

*Küçük yaşlarda o bölgede medrese ilimlerini kısa devreler halinde de olsa tedrîs ve tahsil eden Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri ismi, o çevrelerde nasıl bir çağrışım yapıyor, ne şekilde algılanıyor, sizlere neler tahattur ettiriyor?

Hocalarımızdan duyduğumuza,  hayatından ve eserlerinden anladığımıza göre Bediüzzaman; çok zeki, cevval, korkusuz, cesur ve azimli bir talebeymiş. Köprü üzerinde ayaklarını sarkıtıp bir oturuşta kırk sayfa ezberledikten sonra kalkar, eline aldığı kitabı hıfzettikten sonra bırakırmış. Sanki bir efsane şahsiyet gibi namı, şöhreti o bölgeye yayılmış ender bir şahsiyettir.

Bir celsede yüzüne bakıp bir kitabı ezberlemek, herkesin kârı değildir. Bu da gösteriyor ki, O’nun ilmi kesbî değil, vehbîdir. İnsan gücü ve zekâsıyla bu kadar bir ilme sahip olmak mümkün değil… Okumakla elde edilecek bir şey değildir.

 

ÇÖZÜM BELLİDİR

 

*O günün şartlarında etrafa nur ve feyiz saçan yıldız misâli insanlar yetişmiş… Bugün mâruz kaldığımız terör ve ayrılıkçı fikirler o gün de var mıydı? Şayet yok idiyse bunun sizce  sebebi ne olabilir?

İslâm uhuvvetinin zedelenmesi, inanç ve akidede meydana gelen za’f, birlik ve kardeşlik rabıtalarının bilinmemesi, nazarların Kur’ân’dan dünyevî muhabbete çevrilmesi, cehalet, fakr u zaruretin etkisi gibi faktörler bunda rol oynamıştır.

O gün İslâm’ın birliği ve kardeşlik ruhu korunuyordu. Âlimlerin halk üzerinde saygınlığı büyüktü. Ne Arabın Aceme, ne Acemin Araba üstünlüğü yoktur. Üstünlük ırklara göre değil, takvaya göredir. Buna inanan insan, Müslüman ayrılıkçı ve ayırımcı fikirlere sapar mı? Milleti renk, dil ve ırklarına göre bölmeye çalışır mı?

Irkçılığın her çeşidini bir tarafa atmak, İslâm kardeşliğine sarılmak lazımdır. Dünyanın her kıtasındaki Müslümanlar kardeştir. Irkının üstünlüğünü ileri sürerek bu kardeşliği zedelememesi gerekir. Allah (C.C) mü’minleri kardeş ilan etmiştir. Cenâb-ı Hakk’ın ta’limatlarına muhalefetten dolayı bugünkü duruma düştük, yeniden O’na dönersek ancak kurtuluşa ve necata erişebiliriz. Bu, bizim üzerimizdeki bir ceza, bir beladır. Bunun kalkması için, yeniden ittihad-ı İslâma dönmek gerekir.

 

BU, İLÂHÎ BİR PROJEDİR

 

*Bediüzzaman’ın da ifade ettiği gibi, milletin ihya ve dirilişi, dinin ve evamirinin yaşatılmasına ve hayata geçirilmesine bağlıdır. Huzurun temelinde dini değerleri yok sayarak nurdan ve ruhtan mahrum bırakılan bir milletin ayakta kalması asla mümkün değildir, öyle mi?

Evet, aynen öyle… Siz çok güzel özetlediniz. Çözüm ve çare işte orada… Başka yerlerde aramanın ne çözüme ve ne de açılma bir faydası olmaz. Bu Yaratıcının projesidir. Bu projenin haricinde sürdürülen arayışlar beyhudedir, boşuna zaman harcamaktır. Ve sonuçsuz kalmaya da mahkumdur.

 

 

O, ASRIN MÜCEDDİDİ

 

*Devlet, medreseler, kurumlar, sivil toplum çevreleri, kanaat önderleri; bunlar topyekûn Üstad Nursî’nin gösterdiği çözümü tam anlayamadılar mı? Veya bazılarının işine mi gelmedi?

Şayet bu konudaki ciddiyeti anlamış olsalardı, Bediüzzaman’ı da anlarlardı. Onun ortaya sürdüğü çözümleri ve fikirlerini anlamış olsalardı, dünya süt liman olurdu. Bediüzzaman gibi, bu hususta öncülük yapacak kaç kişi var, O apayrı bir şahsiyet… Asrın müceddidi…

 

*Kırkın üzerinde dünya dillerine tercümesi yapılan, dünyanın her bölgesi ve kıt’asında fikirleri sempozyumlara ve ilmî toplantılara konu olan Bediüzzaman ve altı bin sayfayı aşkın Risale-i Nur Külliyatı gibi bir hazineyi gençliğe ve insanlığa ulaştırmanın yolu sizce nedir?

Zaten siz de ifade ettiniz, o yollardan birisi her yıl yapılan sempozyumlar, ilmî toplantılar. Bir de çok yaygın olan dersaneler yoluyla gençliğin imanına ve kurtuluşuna hizmet etmek. Bunun da yolu; bütün çevrelerin bu değerlere sahip çıkmasıdır, yayılmasına yardımcı olmasıdır.

Bugün, az sayıda da olsa medreselerin bu kitapları, diğer ilimlerle birlikte talebelere ders olarak okutmalarıdır. İman ilmi, ilimlerin en faziletlisi, en üstünüdür.

 

*Hocam, bu değerli fikirlerinizi bizimle paylaştığınız için teşekkürlerimizi, muvaffakiyet temennilerimizle birlikte hürmet ve muhabbetlerimizi arz ediyoruz.

Ben de sizlere teşekkür ediyor, bu kudsî hizmetinizde Cenâb- Hak’tan başarılar diliyorum. Hoş geldiniz safalar getirdiniz. Allah, yâr ve yardımcınız olsun.

Yorum Yap
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
Yorumlar (4)
Yükleniyor ...
Yükleme hatalı.