Geçmişin ışıklarının zamanıdır...

Cemil ERTEM

Bu, tam anlamıyla tarihin zembereğinin boşalması; yakın gelecekten hatta dünden başlıyor, sonsuz geçmişe kadar gidiyor, bütün karanlık perdeler arka arkaya açılıyor; karanlığın oyuncularını açık ederken 21. yüzyıla geçmişin ışıklarını, iyiliklerini de bırakıyor.

Hayır, WikiLeaks değil bütün bunları yapan o yalnızca bütün bu ışıklı sürecin çok ufak bir noktası; ama iyi bir adım. Aslında bu adımın benzerini, biliyorsunuz ki Taraf da attı.

Bunlar çoğalacak; geçmişin ışıklarını ortaya çıkaran yazarlar, romancılar, sinemacılar bundan sonra karanlık geçmişin içinden sizi şaşırtan ışıklar olarak çıkacaklar.

Herkesin beklediğinin tersine gelişmeler de olmaya devam edecek. Örneğin herkes şu komutanlar konusunda yürütmeyi durdurma bekliyordu; ama tersi oldu. Artık Türkiye’de devlet, Meclis’in koyduğu yasalara, bütün Cumhuriyet tarihi boyunca ilk defa, uyma iradesini gösteriyor.

Çünkü Türkiye artık Amerikan yeni sömürgesi değil; Amerika’nın ikinci savaşla birlikte inşa edilen yeni sömürgecilik döneminin son kalıntıları işte WikiLeaks belgelerinde. Burada ortaya çıkan belgelerin, tarihi ne olursa olsun anlattığı dönem, 1944-2008 arısındaki ABD yeni sömürgeciliğidir.

Türkiye bu açıdan da çok şansız bir tarih yaşadı; çünkü 1944’e kadar bu ülke tek parti döneminin karanlığını zaten yaşamıştı; tek parti karanlığı ile birleşen ABD hegemonyası bu topraklara, insanlık tarihinin en sinsi, en kanlı faşizmlerinden birini yaşattı. Türkiye, hiç korkmadan, Almanya ve Avrupa Nazi dönemiyle nasıl yüzleştiyse, bu dönemle de yüzleşecek. Tek parti dönemiyle birleşen ABD destekli devlet faşizminin toprağa gömdüğü değerlerini yeryüzüne çıkaracak.

Mesela Türkiye çok yakında vizyona gidecek olan Hür Adam filmi vesilesiyle Said Nursi’yi (Bediüzzaman) tartışmaya başlayacak. Said Nursi’nin hayatı bize 1960 ihtilaline kadar olan zamanı –adeta- anlatır. 1877 yılında Bitlis’in Nurs köyünde başlayan Said Nursi’nin hayatı, çok ironik bir şekilde, 1960 yılında biter. 23 Mart 1960’da Urfa’da vefat eden Said Nursi’nin naaşı, 12 Temmuz 1960’da Urfa Halil-ur Rahman Dergâhı’ndan alınarak bilinmeyen bir yere götürüldü. (Isparta olduğu söylenir.) Bu arada nasıl bir hınçsa askerî yönetim naaşı ortadan kaldırmakla yetinmez, mezarı da yıkar. Amerikancı ve darbeci askerlerin Said Nursi’ye duydukları öfke ve yok etme hırsı aslında bu ülkenin gayrı resmî tarihine duydukları öfkedir. Çünkü Said Nursi’nin “Eski Said” olarak nitelendirilen dönemi ve bu dönemdeki mücadelesi, Türkiye’de 1908 devrimi ile 1923 arasındaki farkı anlatır. Ama bundan öte, Eski Said dönemi, tek bir ırka dayalı baskıcı bir rejimin, halka ve onun temel inançlarına rağmen, bu topraklara dayatılmasına karşı da mücadeledir.

Said Nursi 1908 devriminde İstanbul’daydı. İkinci Meşruiyet’in yeni imkânlar yarattığına inanıyordu. Kurucusu olduğu İttihad-ı Muhammed Fırkası 1909’daki 31 Mart Vakası’ndan sorumlu tutuldu. Aslında dönemin bir çok İslamcı aydını gibi Said Nursi de, 1908 devriminin gerçekte Anadolu halkına dayandığını, yani aşağıdan gelen bir hareket olduğunu ve bundan dolayı önlerine, önemli ölçüde, siyasi mücadele imkânı açtığını düşüyordu. Aykut Kansu’ya göre, 1908 devrimi bir Anadolu ayaklanmasıydı. 1908, Anadolu’da azınlıkların ve Müslümanların birlikte, daha o zamanlarda ortaya çıkmaya başlayan, baskıcı ve tek bir ırka dayalı toplum kurma iradesine karşı ayaklanmasıdır.

1906 yılının kışı Erzurum... İki Ermeni genç kız boylarınca karı yararak ayaklanmanın başı Hacı Arif Ağa’ya bir ulak götürüyordu... Bu ulak, 1908 devrimine giden yolu açtı. Peki, niye 1908 devriminde Müslümanlarla birlikte ayaklanan “azınlıklar” sonradan memleket düşmanı(!) olup memleketlerinden sürüldüler. 1923’te aslında ne oldu; devrim, 1908 miydi, 1923 mü... CHP niçin ve neyin devamı olarak kuruldu?(Ertem; 2009) Sanıyorum Said Nursi’nin “Eski Said” olarak nitelediği ve 1923 yılına kadar süren döneminde bu önemli “gayrı resmî tarih” sorusunu gündeme getireceğiz ve cevabını arayacağız.

Said Nursi Cumhuriyet’le birlikte “yeni” bir döneme adım atar ve doğduğu topraklara geri döner. Bundan sonra, fiili siyasetten daha çok, yazmak ve yazdıklarını yaymak, anlatmakla örülü bir yaşamı tercih eder. Ama bu yaşam, özünde “Eski Said” döneminden daha tehlikeli bir kapıyı açar ona. Çünkü baskıcı yönetim resmî ideoloji dışında her şeyi düşmanlaştırarak, o yıllarda hızla faşizme giden Avrupa ile birlikte, diktatörlüğün bütün tuğlalarını yerine koyuyordu. Said Nursi için bu dönem, baskı, hapis ve sürgün demektir. Zaten öğretileri 163. Madde ile yasaklanır. Ama bu dönemde, Türkiye’nin solcu aydınları da sınırsız zulüm gördüler ve hiç durmayan uydurma davalarla başlarını kaldıramadılar. Rejim tıpkı “Komünizmle Mücadele Dernekleri” gibi, “Nurculukla Mücadele Komiteleri” kurdu. Askerî vesayet rejimi kimi zaman da doğrudan askerî diktatörlüklerle, ABD hegemonyasını arkasına alarak ülkeyi işbirliği içindeki yerli sermaye güçleriyle yağmalarken, ülkenin solcu ve İslamcı aydınları “hain” ilan edildi ve hapislerde çürütüldü. Hatta rejim bunların mezarlarına bile tahammül edemedi. Nâzım’ın mezarı bir türlü vasiyet ettiği gibi memleketinde ulu bir ağacın gölgesini göremedi. Said Nursi’nin mezarı ise hâlâ ortada yok. Şimdi zamanıdır bu ışıkların gün yüzüne çıkmasının...

Taraf

İlk yorum yazan siz olun
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.