Esma, hüsnadır

Metin KARABAŞOĞLU

Risale-i Nur'un bütününü kuşatmak için üzerinde ciddi bir teemmül gerektiren risalelerinden biri, “Yirmidokuzuncu Söz”dür. “Hayat vücudun nuru, şuur hayatın ziyasıdır” diye başlayan bu harikulâde risale, bütün vücud mertebelerinin, insanların ve meleklerin, maddenin ve ruhun, dünyanın ve ahiretin, cennetin ve cehennemin varoluş hikmetini birbiriyle irtibatlı bir surette açıklarken, en sonunda konuyu “remizli bir nükte”ye getirir. Bu muhteşem risaleye hüsn-ü hâtime olan sözkonusu bahis, bu kâinatın varoluş hikmeti ile halihazır mahiyeti arasındaki birebir ilişkiyi ortaya koyar: Cenab-ı Hak, mutlak hakikatlerinin yaratılmışlığı itibarıyla mutlakı bizzat kuşatamaz haldeki zişuur mahlukatı tarafından bilinmesi için, şu kâinatta hayrı şerle, güzeli çirkinle, faydayı zararla, kemâli noksanla karıştırarak, 'mutlak hakikatleri'ni şu âlemde 'hakâik-i nisbiye' sûretinde onlara göstermektedir. Zişuurlar, bilhassa insan, böylece kâinatı gözlemleyip dereceler, sınıflandırmalar içinde akıl yürüterek şu kâinatta görünen eserleri ve fiilleri üzerinden âlemler Rabbini tanımaktadır. Tıpkı, doğrudan güneşe bakamayan, bakmaya kalksa kamaşan ve hatta körleşen gözlerimizin, yeryüzündeki yansımaları üzerinden güneş ışığını ısısı ve yedi rengiyle tanımasına benzer bir durumdur bu...




Gelin görün ki, işte bu durum, insanı bir 'imtihan'la yüzyüze getirir. Kimileri bu derecelendirmeler, bu nisbetler üzerinden Cenab-ı Hakkı esma ve sıfatıyla tanırken; kimileri bu geçişi başaramayıp gölgede kalır ve kendisini karanlıkta bırakır. Böylece, müstaid bir akıl için imkân olan, bir başkası için riske dönüşür. Hayat, bu imtihan sırrı içinde salınır durur.




Öyle ki, şu kâinatı rabsiz ve ilahsız bir surette açıklama iddiasındaki sözümona 'Aydınlanma' felsefesi, işte bu sebepten, herşeyi böler, parçalar. Fizik-metafizik ayrımına gidip, görünenin ötesindeki herşeyi Kaf Dağının ardındaki 'masal ülkesi'ne dönüştürür; görünen âlemi ise fizik, kimya, biyoloji derken ayrı ayrı bilimlerin eline verir. Ve ancak bu felsefeden beslenen modernlerin elinde dünya bir bütün olarak ekolojik felâketin eşiğine geldiğindedir ki, parçanın bütünle ilişkisini farkeder!




Bu modern anlayış, aynı şekilde, insanı da parçalara ayırır; ama bu parçalardan bütüne bir yol bulmaksızın… Öyle ki, nice zaman insan beyninin sağ ve sol yarımküresini dahi iki ayrı bütün olarak algılamış; bu yüzden sözümona bazı rahatsızlıkları tedavi kasdıyla bu iki yarımküre arasındaki bağları keserek yol açtığı tahribatı ise nice zaman ve nice kayıplardan sonra anlamıştır.




Tıpkı buna benzer şekilde, iyiyi, doğruyu ve güzeli ayrı ayrı daireler gibi düşünmüştür modern zihinler. İyi ahlâkın, doğru bilim ve felsefenin, güzel ise sanat ve estetiğin konusudur demiş; güya harikulâde bir ayrımla, meseleyi halletmiştir. Yüz küsur yıldan beri, dünyanın kaç ülkesinde kimbilir kaç milyar okul çocuğuna belletilmiş bir 'gerçek'tir bu!




O yüzden de, sözümona doğrunun peşinde, ama iyilikten mahrum bilim adamları ve düşünürler zuhur edebilmiş; bilimin kâinata dair öğrettiklerinden meselâ atom bombası gibi bir 'kötü'lük üretilebilmiştir. Aynı şekilde, ahlâken savunulamaz nice şey, sözümona sanat ve estetik adına hayatlara sokulmuş; 'estetize' edildiği takdirde günahın bile 'iyi'leştirildiği, meselâ fuhşiyatın 'erotizm' adı altında sanat kılıfına sokularak meşrulaştırıldığı bir anlayış geliştirilmiştir. Bedenini teşhir eden sözümona 'sanatçı'lara, beden teşhircisi film yönetmenlerine, ressamlara, fotoğraf sanatçılarına bakalım; hepsi yaptıklarını 'sanat' adına nasıl da 'iyi'leştiriyorr!




Halbuki, kadim bilgeliğin bize öğrettiği bir gerçek vardır: Birşeyin doğru olduğunun bir ölçüsü, aynı zamanda 'iyi' ve 'güzel' olmasıdır. Birşeyin güzel olmasının ölçüsü, aynı zamanda 'doğru' ve 'iyi' olmasıdır. Birşeyin 'iyi' olmasının ölçüsü ise, 'doğru' ve 'güzel' olması… Bu bakımdan, Bediüzzaman'ın iman için 'bir hüsn-ü mücerred ve münezzehtir' tarifini getirmesi, boşuna değildir.




Diğer bir deyişle, kadim hikmet nazarıyla bakarsak, ahlâk, bilim ve sanat, birbirinden kopuk alanlar değildir; bilakis üçü de aynı özden beslenmektedir. Üçü de hakikatten beslenmekte; aynı hakikati üç farklı veçhede tezahür ettirmektedir.




Ne zaman 'esma-i hüsna' ifadesi aklıma gelse, tek tek Allah'ın güzel isimlerinden önce, Kur'ânî tarifin kendisindeki bu üçlüyü buluşturan sır gelir aklıma. Bir tarafta 'esmâ' akla, ilme ve marifete dikkat çekerken; öte tarafta 'hüsnâ' kalbe ve duygulara nazar etmektedir. Aklın marifetiyle bu isimlerin kavranabilmesi için, kalbin ve duyguların da ilâhî 'güzelliğin' nazargâhı olabilmesi gerekmektedir. Diğer bir deyişle, kalblerin 'hüsnâ'yı görebildiği ölçüde, akıllar 'esmâ'yı kavrayabilmektedir.




Bizatihî Kur'ân'ın bize sunduğu 'el-esmâü'l-hüsnâ' tabiri, karşımıza bir hayat dersi çıkarıyor: Esmâ, hüsnâdır. O halde, aklı esmâyı kavramakla yükümlü insan, kalbini 'hüsnâ'ya açmalı; imanî kavrayışına bir 'estetik kalite' kazandırmalıdır.




editor@karakalem.net


Yorum Yap
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
Yorumlar (1)
Yükleniyor ...
Yükleme hatalı.