Kaderin Gözünde İnsan ve İradesi-4
Kader sayısız iradelerin, duaların ve arzuların cevabı mahiyetinde ve İlahi İrade’nin ebedî hikmetlerine göre takdir eder. Bu manada takdirlerin çoğu insan nefsinin ve hevasının hoşuna gitmeyecek şekilde tahakkuk eder. Fakat kader, İlâhî ilim cetveliyle çizildiği ve hikmet pergeliyle kaza edildiği için neticesi daima hayır ve hak ile sonuçlanır. Yaratılış âleminde hür irade sahibi insan merkezde olduğu için kaderin takdirleri ve kazanın infazları insanın ebedî hayatı açısından daima iyilikle neticelenir. Fakat dünyevi hayat için hoş ve nahoş şekilde tecelli edebilir. Fakat neticede kaderden gelen her şey nahoş da olsa, hakikatte hoştur; en azından sonuçları itibariyle hayırdır. Bu manada insan açısından gerçek manada şikâyet edilecek bir takdir-i İlâhî yoktur. Günahlar ve kötülükler ise, bize bizim irademizin ve kendimizin varlığını gösteren ve hissettiren en keskin yoldur. Çünkü şerri, Allah istemiyor ve râzı değildir. Fakat birisi, şerri tercih ediyor ve irade ediyor. Bu durum gösterir ki, o şerri şer olarak veya iyilik zannederek işlemek isteyen hür bir irade var. Bu irade, Allah’ın Külli İradesi değildir. Bu durum gösterir ki, kulun varlığının en bariz göstergesi, günahları, suçları ve kötülükleridir.
İnsanın iradesinin varlığını hissetmesi, psikoloji ve ruhî tatmin noktasında çok önemli bir husustur. İnsan için bir mutluluk sebebidir. Çünkü varlık, mutlu eder; şikâyetin kaynağı ise, yokluktur. Günaha da kullansak, bir irademiz bulunuyor. İradenin varlığı ve sabitliği çok önemli bir mesele… Bugün şerre kullanılan bir irade yarın hayra kullanıldığında sahibi için tam bir mutluluk menbaı olur. O vakit, insan iradesi Külli İrade’den alacağı feyiz ve nur ile geçmiş ve geleceği içine alacak şekilde küllileşmeye, madde ve zamanın dar kalıplarından sıyrılmaya başlar.
Allah, insan iradesinin varlığından razıdır. Onun hayra kullanılmasını ise, seviyor ve istiyor. Bu manada peygamberler içinde en üstün sınıfını, iradenin kemikleşmiş hali olan “azim” boyutunu elde edenler olarak isimlendirir.[1] Allah, bir irade geçici bir süre şerre kullanılsa da âkıbete bakar. Hayatının geri kalanı hayrı tercih ederek geçmişse o iradeyi koruyup güçlendirir; onu sabitleştirip Cennet’e alır. Cehennem hapishanesinin en kötü yerindeki kişiler, iradesi en zayıf, kararsız, tarafını iman ve küfürden bir tarafa olacak şekilde kullanamamış münafık tiplerdir.[2] Kur’anın bu ifadelerinden anlıyoruz ki Allah, kullardan irade ve tercih görmek istiyor. Bu açıdan Allah katında tarafı belirgin olan bir kâfir, tarafını belirleyememiş bir münafıktan daha üstündür. Dilde Müslüman gözükse de…
Bir insan açısından ideal seviye irade cihazını akıl ve ilim eşliğinde kullanabilmektir. İlim ve iradenin birleşmiş haline, “hikmet” denilir.[3] Bu noktada Kur’an “Kimse hikmet verilmişse ona sonsuz ve sınırsız hayırlar verilmiştir” der.[4] Evet bugün küfrü irade eden, yarın o irade ile imanı ve hayrı da irade edebilir ve eder. Milyonlarca örnekte görüldüğü gibi…
İnsan Faaliyetleri ile İrade İlişkisi
Ontolojik olarak, her nesne ve her bir faaliyet kudret-ilim-irade üçlüsü olmadan meydana gelemez. İlim, bir nesneyi ona has özelliklerle benzer nesnelerden temyiz ve teşhis eder. İrade ise, ilmin takdirlerinin tahakkuku için uygun zaman ve mekânı tercih ve tahsis eder. Kudret ise, ilmin takdir ettiği, iradenin ise tercih ettiği ihtimali halk ve icad eder. Bu durum İlahi fiiller için geçerli olduğu gibi insan fiilleri için de aynen geçerlidir.
Evet insan iradesi ile, amel eder. İradeyi en iyi gösteren ibadet oruç olduğu için “Oruç, yalnız benim içindir/doğrudan doğruya benim için yapılan bir ibâdettir. Onun ecrini de doğrudan doğruya ben veririm” der[5] Mürîd-i Zü’l-Celal… İrademiz bize gösterir ki, “Sayısız hayırları şu an yapan ve geçmişte yapmış sayısız kişiler var.” Sonra irade sahibi kişi içinden der: “Keşke imkânım olsaydı, bütün o yapılmış hayırların bir mislini bizzat ben yapsaydım.” Onun bu yöneliş ve meylini Allah bir niyet ve irade olarak kabul edip aynen yapılmış gibi yazar. Bu külli niyet ve arzularla, insan iradesi Külli İrade’den feyiz ve nur alarak külliyet kazanmaya başlar. Yaratılış sistematiğini düşünüp süzdüğümüzde diyebiliriz ki Allah insandan hayır tercihlerini, hayra yönelik meyilleri ve hedefleri görmek istiyor. Bu manada hakikat ve tasavvuf erbabınca tevhidde en ileri seviye: Tevhid-i Maksudiyet olarak kabul ve ilan edilir. Yani Allah’ın kulları yaratmadaki maksadlarını bilip Onun maksudu olan manaları, kendi hür iradesi ile bilerek ve severek istemek, onları hedeflemek ve bu maksud-u İlahî olan manaların tahakkuku için ömrünü adamak… Hayatta Kader tarafından gelen her şey, olumlu-olumsuz hep bu manaların gerçekleşmesi içindir. Mesela bir mahkum olan senin orada bulunman, o mahkumlarla arkadaşlığın, Risale-i Nur gibi Kur’anî tefsirlerle tanışman da dâhil… Her şey Kader’dendir; bir ilim ve hikmete dayanır; hayırlıdır ve güzeldir.
Allah bir şeyi yaratacağı zaman, binlerce sebebi bir araya getirir ve yaratır. Bu, sünnetullah tarzı yaratmadır. Mucize tarzı yaratmada ise, sebepler kullanılmaz veya bazen kullanılsa da hiç bir etkinliği görülmez. Sünnetullah ile yaratmada, bir şeyin oluşabilmesi, binlerce sebebin tamamının varlığına dayanırken, oluşamaması tek bir sebebin eksikliğiyle oluyor. Mesela bir bahçe olsa, onu iyi bir bahçıvan budasa, ilaççı ilacını verse, çapacı çapalasa, gübreci gübrelese, fakat bekçi gece vakti gelen suyun arkını kasden açmasa veya unutsa veyahut ihmal etse bahçe meyve veremez ve kurur. Başkalarının emekleri de zayi olur. Bekçi suyun arkını açsa, fakat ilaçlamayı unutsak, meyveler kurtlanır; biz yine ürün alamayız. Bütün bunlar olsa, bahçeyi kırağı vursa veya bahçeye yıldırım düşse yine mahsul alınamaz. Demek ki varlık için, bütün şartlar gerekiyor; yokluk için, tek bir şartın eksikliği yeterlidir. Bu ince meseleden dolayı Allah, Kur’anda kâfirleri ve günahkârları şiddetli ikaz ediyor.[6] Çünkü yanlış tercih ve düşünceleriyle meydana gelecek büyük ve sonsuz hayırların önünü tıkıyorlar.
Bu tespitler ışığında diyebiliriz ki, insanlığın başına gelen musibet ve âfetlerin ana sebebi yaratılış sistematiği içinde kendilerine düşen vazifeler konusundaki ya ihmalleridir, ya vazifelerini terk etmeleridir veya yaratılış vazifelerini inkâr etmeleridir. Bu noktada insanın varlık ve fıtrat gayesinin farkında olan müminlere ve bu vazifelere göre hayat yaşayan Müslümanlara ağır bir sorumluluk düşmektedir. Hz. Peygamber (ASM) bu hususu şöyle ifade eder: “Bana hayat bahşeden Allah'a and olsun ki, siz ya iyiliği emreder kötülükten alıkoyarsınız ya da Allah kendi katından sizin üzerinize bir azap gönderir. O zaman dua edersiniz fakat duanız kabul edilmez.”[7] Bu hadis-i şerif, insanlığın hayatının risalet hizmeti yapılınca Allah katında değerli hale geldiğini, insan fıtratının ve iradesinin varlık gayesini bildirir. İnsanlık tamamıyla bu gayeyi reddettiği ve bu gayeye muhalif hareket ettiğinde kıyamet kopacaktır. Bir hadis bu meseleyi şöyle veciz ifade eder: “Kıyamet, Allah Allah diyen bir kimsenin üzerine kopmayacaktır.”[8]
Elhasıl kâinatın varlık ve beka sebebi, risalettir. Risalet ise, kâinat ve insan fıtratında İlâhî sanatın eseri olarak görünen İlâhî cemal ve kemal parıltılarını, iman ve amel ile, hakkı-sabrı ve merhameti bir birine tavsiye içinde halka yansıtmaktır. Bu manasıyla risalet vazifesi halka Hakk’ı tebliğ ve tavsiyeden ibarettir. Bu noktada hak ve hakikatin gösterdiği üzere diyebiliriz ki:
Doğruluk üzerine kurulu ve Allah tarafından üstüne yemin edilen bütün hayatıyla ve özellikle vahiy sonrası dönemki ömrüyle risalet müessesesinin bütün vazifelerini
* En mükemmel şekilde icra eden,
* İnsan iradesinin ve fıtratının gayelerini risaletiyle bihakkın yerine getiren,
* Risalet hakikatini bütün sırları ve nurlarıyla yaşayan,
* Vefat ettiğinde geride 124.000 kemal sahibi sahabe bırakan ve
* Kurduğu İlâhî devlet ve içindeki ahlak âbidesi halkı, kendisinin taşıdığı imanın ve yaşadığı islamın yalnızca bir tecellisi olan Hz. Muhammed (ASM) risalet hakikatinin bihakkın sembolü ve temsilcisi olmuştur.
Onun risaleti kâinatın ruhu, hayatı, hissi, şuuru ve aklı konumundadır. Hakikat-i Muhammediye ve risalet-i Muhammediye (ASM) kâinat ve insanlık için bu minvalde olduğunu, Onun risaleti insanlık ve cinler tarafından tamamen terk edildiği an kıyametin kopacağını ifade eden şu kudsi hadis bu muazzam hakikatin ifadesi ve habericisidir: “Levlâke levlâke lema halaktu’l-eflak” (Sen olmasaydın, sen olmasaydın ey Muhammed ve risaleti, bu felekleri yaratmazdım.)[9] Ki bu hadis, “Sen içlerinde olduğun sürece Rabbin onlara azap edici değildir”[10] âyetinin bir tefsiri ve şerhidir.
[1] Ahzab suresi, 35.
[2] Nisa suresi, 145.
[3] Said Nursi, Mesnevi-i Nuriye isimli kitabında hikmeti, ilim-ihtiyar-kasd-şuur ve irade köklerinden yükselen ve beslenen bir hakikat olarak ifade eder. Kâinatın tamamında ve her bir zerresinde okur. Bakınız Katre Risalesi, 55 Lisan.
[4] Bakara suresi, 269.
[5] Buhari, Savm, 2.
[6] Hatta Tevbe suresinde, Hz. Peygamber’in (ASM) yaşantısını örnek almayıp yaşanan Kur’andan ibaret olan sünnet-i seniyyeyi ihmal eden Sahabeleri de şiddetli ikaz ediyor. Hz. Peygamber’e (ASM): “Onlar, Senin onlara karşı yoğun şefkat ve merhametine rağmen Senin gibi bir hayatı yaşamaya yanaşmazlarsa ‘ Allah bana yeter. O yüce arş ve saltanatın sahibidir ’ de ve onlara sırtını çevir” der. ( 128-129. Âyetler)
[7] Ebû Dâvûd, Melâhim, 16; Tirmizî, Fiten, 9; İbn Hanbel, V, 388.
[8] Müslim, İman 234, (148); Tirmizi, Fiten 35, (2208).
[9] Aliyyü-Kârî El-Esrârul-Merfûa ve diğer bir eseri olan Şerhüş-Şifâ; Şevkânî, el-Fevâidül-Mecmûa; Hâfız el-Aclunî, Keşfül-Hafâ; Muhammed Said Zalûl, Tahkîk; İmam-ı Nevevî, El-Ezkâr.
[10] Enfal suresi, 33.