Kur’an'ın Anlaşılmasında Alt Yapı Olarak Taharet ve Tezkiye
Kalbin tahareti ve nefsin tezkiyesi, kudsi olan Kur'anın ilim ve hikmetlerinin anlaşılması, açılması ve hissedilmesi açısından zorunludur. Vâkıa suresinde Rabbü’l-âlemîn bu yönü şöyle açar: “Birer hidayet yıldızı olan âyetlerin kendisi içinde merkezi olan Kur'ana ve yıldızların mevkilerine yemin olsun! Eğer bilirseniz bu yemin çok büyük, maddi tesiri olan bir mesele hakkındadır. Evet muhakkak o, Kur’an-ı Kerimdir. Ki, fıtraten mükerrem ve değerli olup daima hak ve hakikati arayan insanoğullarına rahmet tarafından indirilmiştir. O Kur'an, saklı bir kitaptadır; saklı bir inci gibidir, güzelliği gizli bir huriye benzer.” (Vakıa sûresi, 75-78) Sonraki âyette Rabbü’l-âlemîn şöyle buyurur: “La yemessühü ille'l-mutahharûn” (O Kur'an-ı Kerîm’e mutahhar olmayan, Allah tarafından ihlas verilmekle temizlenmeyen, kirli olan kalpler temas edemez; o güzellik hurisine yaklaşamaz; o saklı güzelliği göremez ve mukaddes manaları anlayamaz ve onlara dokunamaz.) Bu âyet “Cismi abdestle temizlenmeyen, Kur’anın cismine; kalbi manevi gusülle temizlenmeyen Kur'anın manasına temas edemez” der. Ki âlimlerimiz fıkhî boyutunu, âriflerimiz de manevi boyutunu bu şekilde beyan etmişlerdir.
Üstad Bediüzzaman Kur'anın manalarının açılması noktasında bu âyetlerin tefsiri mahiyetinde şöyle der: “Kesinlikle müşahede ettim ki: Kur'anın cemâlini müşahede etme kalbin selamet ve sıhhatine tabidir. Bundan dolayı kalbinde maraz olan bir kişi Kur'anın cemalini göremez. Onun nazarı ancak kendisine çirkinleştirdiği bir suret gösterir. Kur'anın üslubu ile, ki kalıb-ı kelamdır, kalb iki mir’at ve aynadır. Her biri birbirinin içinden akseder.”[1] O Kur’andan o mutahhar kalb kalîbine, kalıb-ı Kuran olan üslubdan hakikat ve hikmet feyizleri akar. Bu noktadan kalbi hırs ve hased ile, yalan ve hıyanetle yaralanmış; harama nazar ve fısk ile kirlenmiş bir münafık ve günahkârın Kur’anı hakikatiyle anlayabilmesi, onun kudsilik taşıyan ilim ve hikmetine erişmesi mümkün değildir. Bu noktaya binaen Üstad Bediüzzaman şöyle der: “Risale-i Nur yoluyla Kur'an-ı Mu’cizü’l-Beyânın daire-i kudsiyesine girenler daima ihlasa huzur, imana kuvvet verecekler.”[2]
Evet Risale-i Nurlar, bir merdiven ve miraçtır.
*Hakikati en külli boyutta ele alan,
*Cüz’î hadiselerin ebedî külli hakikatlerin ucu olarak gerçekleştiğini isbat eden ve bildiren;
*Hakikatin ezeli ve ebedi, mutlak ve kuşatıcı olduğunu ifade eden ve gösteren Kur'anın içine insanları götüren bir vesiledir; gaye değildir.
Kur'anın anlaşılması ve anlaşılmaması noktasında çarpıcı misal olarak Tebbet suresi hakkında Üstad Bediüzzaman ve Mustafa Kemal’in beyanlarını yazacağız. Ta ki Kur'anın kudsiyet âleminin kirli kalplere kapalı olduğu yaşanmış bir numune ile net gözüksün. Üstad Bediüzzaman Risale-i Nurları okuyan hak ve hakikat aşığı bir doktora şöyle bir mektup yazar:
(Nur Risalelerine çok müştak ve onların mütalâasından intibaha düşen (anlayarak okumasından bir uyanışa düşen) bir doktora yazılan mektuptur.)
Merhaba ey kendi hastalığını teşhis edebilen bahtiyar doktor, samimî ve aziz dostum,
Senin hararetli mektubunun gösterdiği intibah-ı ruhî (ruhuna ait uyanış) şâyân-ı tebriktir. Biliniz ki, mevcudat (var edilmiş şeyler) içinde en kıymettar, hayattır. Ve vazifeler içinde en kıymettar, hayata hizmettir. Ve hidemat-ı hayatiye (hayata hizmetler) içinde en kıymettarı, hayat-ı fâniyenin hayat-ı bâkiyeye (geçici hayatın sonsuz ve kalıcı hayata) inkılâp etmesi için sa'y etmektir (çabalamaktır). Şu hayatın bütün kıymeti ve ehemmiyeti ise, hayat-ı bâkiyeye (kalıcı hayata) çekirdek ve mebde (başlangıç) ve menşe (çıkış yeri) olması cihetindendir. Yoksa, hayat-ı ebediyeyi (sonsuz hayatı) zehirleyecek ve bozacak bir tarzda şu hayat-ı fâniyeye (geçici hayata) hasr-ı nazar etmek (odaklanmak), ânî (anlık) bir şimşeği sermedî (sürekli) bir güneşe tercih etmek gibi bir divaneliktir.
Hakikat nazarında herkesten ziyade hasta olan, maddî ve gâfil doktorlardır. Eğer eczahane-i kudsiye-i Kur'âniyeden (Kur’anın kutsal eczanesinden) tiryâk-misâl imanî ilâçları alabilseler, hem kendi hastalıklarını, hem beşeriyetin yaralarını tedavi ederler, inşaallah. Senin şu intibahın (uyanışın) senin yarana bir merhem olduğu gibi, seni dahi doktorların marazına (hastalığına ve yarasına) bir ilâç yapar.
Hem bilirsin, me’yus (karamsar ve ümitsiz bir hastaya manevî bir tesellî, bazan bin ilâçtan daha ziyade nâfidir (faydalıdır. Halbuki, tabiat bataklığında boğulmuş bir tabip, o biçare marîzin (hasta ve yaralının) elîm ye'sine (acılı karamsarlığına) bir zulmet (karanlık) daha katar. İnşaallah bu intibahın (uyanışın) seni öyle biçarelere medar-ı tesellî (teselli vesilesi) eder, nurlu bir tabip yapar. Bilirsin ki, ömür kısadır, lüzumlu işler pek çoktur. Acaba benim gibi sen dahi kafanı teftiş etsen, malûmatın içinde ne kadar lüzumsuz, faydasız, ehemmiyetsiz, odun yığınları gibi câmid şeyleri bulursun. Çünkü ben teftiş ettim, çok lüzumsuz şeyleri buldum. İşte o fennî malûmatı (bilgileri), o felsefî maarifi (tasavvurları) faydalı, nurlu, ruhlu yapmak çaresini aramak lâzımdır. Sen dahi Cenab-ı Haktan bir intibah iste ki, senin fikrini Hakîm-i Zülcelâlin hesabına çevirsin, tâ o odunlara bir ateş verip nurlandırsın. Lüzumsuz maarif-i fenniyen (bilimsel tasavvurların), kıymettar maarif-i İlâhiye (Allah’ı tanımalar) hükmüne geçsin.
Zeki dostum, kalb çok arzu ederdi, ehl-i fenden envâr-ı imaniyeye (iman nurlarına) ve esrar-ı Kur'âniyeye (Kur’anın sırlarına) iştiyak derecesinde ihtiyacını hissetmek cihetinde Hulûsi Bey’e benzeyecek adamlar ileri atılsın. Hem madem Sözler senin vicdanınla konuşabilirler. Herbir Sözü, şahsımdan değil, belki Kur'ân'ın dellâlından sana bir mektuptur ve eczahane-i kudsiye-i Kur'âniye'den (Kur’anın kutsal eczanesinden) birer reçetedir farz et. Gaybûbet içinde hâzırâne (Madden olmasa da manevi bir huzura girişle) bir musâhabe (karşılıklı sohbet dairesini onlarla aç.”[3]
Mektub'a dikkat edilirse, ruhsuz ve nursuz fikirler, odun yığınlarına benzetiliyor. Çok kitap okumak veya kâinat kitabını devamlı okumak, devamlı surette sırtına odunları yüklemek anlamına geliyor. Odun, ısınma ve ışık elde etme için kullanılan ana unsurdur. Bu yönüyle alevin ve ateşin anasıdır. Yani “Ümmü Leheb...” Bu bilgi kırıntılarını ve mâlûmât odunlarını tutuşturmaya çalışan ise, insanın benlik ve şuurudur. Bu manada benlik ve şuur, alevin babasıdır. Yani “Ebu Leheb...” Her insanın bilgileri dış dünyadan kesilip toplanan odun parçalarıdır. Göz, kulak, burun, dil ve dokunma şeklindeki 5 duyu organı bu işte kullanılır. Beden ve bedene ait organlar beyin, ruh ve benliğe hizmet ederler. Beden ve madde, ruha ve benliğe nazaran kadın gibidirler. O da, kocasına hizmet eder. Kadının edilgenliği gibi, kadının getirdiği odunlar da edilgendirler. Alev, ısı ve ışık ise yakıcı, etkin bir baba konumunda bir şahsı zorunlu kılar. İşte Tebbet suresi bu manası ile, vahye tabi olmayan, vahyin getirdiği ve bütün zaman ve mekanları içine alan külli hakikatlere, metin ve hakkani düsturlara ve ışıklara sırtını çeviren her bir insanın hakikati arama yolundaki âcizliğinin ve çabasının sembolüdür. Zifiri karanlık içindeki bir âlemde üşüyen ve ışık elde etmeye çalışan zavallı bir aklın ve âciz bir bedenin nura erme, aydınlanma ve bütün evreni çözme çalışmalarının fiyaskosunun ifadesi ve beyanıdır. Ki Rönesans sonrası 300 yıllık Batı biliminin âcizliği ve Hakikat ışığını Hind Felsefesi’nde aramaya yönelişinde surenin i’cazını görebiliyoruz.
Her bir insan açısından bir kanun gibi kaçınılmaz bir haldir ki, kişi
*Ya kendindeki akla güvenecek ve daha ötesi insanlığın aklına güvenecek veyahut vahye tabi olacak!
Yani kendine ya mana-yı ismî ile bakacak veyahut mana-yı harfî ile bakacak!
Yani ya tevhidi, mana-yı harfi ile görecek veyahut mana-yı ismî ile şirke girecek!
Bu kaçınılmaz bir haldir. Bütün insanlık tarihi bu hakikatin tahakkukundan ibarettir. Hz. İbrahim (AS) ve Nemrud’dan Hz. Musa (AS) ve Firavun’a, Hz. Muhammed (ASM) ve Ebu Leheb’den Mehdi ve Deccale, ta kıyamete kadar bu hakikat külli ve daimi olarak devam edecek! Tevhid-Şirk, İhlas-Nifak hep bu ayırımın ifadesi ve beyanıdır. Elindeki meşale ile zifiri karanlıkta dolaşan ve bu meşalenin ışığı ile uzak ve yakın çevresini ve her şeyi doğru bir şekilde görmeye ve algılamaya çalışan ve zaman içinde ışığı bittiği için yeni meşalelere muhtaç olan bir zavallı insanın hali vahye tabi olmayan aklın acınacak timsalidir. Böyle bir akıl, her zerresi, her noktası, her hareketi, her nesnesi bir ilmin gözle görünür hali olan bu kâinatı nasıl çözebilir ve bilebilir ki?!
Bütün peygamberler ilim ve yaratılış arasındaki bu olmazsa olmaz bağı bildiklerini şöyle gösteriyorlar: Hz. İbrahim (AS) diyor: “Vesia rabbi külle şeyin ilmen efelâ tezekkerûn” (Rabbimin ilmi her bir şeye vâsidir, içine alır ve kaplar. Hiç aklınızı kullanıp bu hakkı göremiyor musunuz?)[4] Hz. Şuayb (AS) der: “Vesia rabbüna külle şeyin ilme. Alallâhi tevekkelnâ” (Rabbimiz her bir şeyi ilmi ile kaplamış, onu hükmü altına almıştır. Biz ona tevekkül ettik, korunma ve ihtiyaçlarımızı ona havale ettik.)[5] Hz. Musa (AS) diyor: “İnnemâ ilâhukümüllezî lâ ilâhe illa hüve vesia külle şey’in ilme.” (Sizin ilahınız ancak bir ilahtır. Ki O, her bir şeyi ilmi ile vasidir, her birş eyi kaplamış ve hükmü altında tutuyor.)[6] Hz. Muhammed (ASM) ise Allah’tan aldığı Kur’an diliyle şöyle der: “Yaratan hiç bilmez olur mu? O yarattıklarının özünü bilen Latif, yarattıklarının dışını ve yaptıklarını bilen Habîr'dir.” (Mülk Sûresi, 14) Hem Kur’an ilim kontrolü altında olan ve “vüs’at-ı ilm” e dayanan Allah’ın idaresini artık özel bir tabir ile açar: “Vesia kürsiyyühü’s-semâvâti ve’l-ard” (Onun Kürsisi gökleri ve yeri kaplamış, vüs’ati içine almıştır.)[7]
Bütün resuller ve nebiler bu ilimle her şeyin yapılışı ve birebir idaresi konusunda müttefiktirler. Fikren müttefik oldukları gibi hissen, imânen ve amelen de müttefiktirler. Çünkü peygamberlerin her biri bu ilmin aydınlık ve günlük güneşlik dünyasında kendilerini mutlak bir emniyet içinde hissedip Allah'ın koruması altında olduklarını görüp yaşıyorlardı. Bu hal onlara sonsuz bir cesaret, pervasızlık, en zalim ve gaddar idarecilere ve bütün halka bile meydan okuma havası veriyordu. Bu emniyet ve cesareti hem bunun perde arkasını heybetli ve celalli resûl Hz. Hud (AS) şöyle ifade edip ders verir: “İnnî üşhidüllâhe veşhedü ennî beriun mimmâ tüşrikûn. Min dûnihi fekîdûnî cemîan sümme lâ tunzirûn. İnnî tevekkeltü alallâhi Rabbi ve Rabbikum. Mâ min dâbbetin illâ âhizun binâsiyetihâ. İnne rabbî alâ sırâtın mustakîm… İnne rabbî ‘alâ külli şey’in hafîz.” [8] (Ben Allah’ı şâhid gösteriyorum, siz de şâhid olun. Ben sizin Allah’a ortak koştuklarınızdan uzağım. Şimdi hemen bana tuzak kurun, sonra bana mühlet vermeyin, öldürmeye çalışın. Bana zarar veremezsiniz, veremeyeceksiniz. Ben, benim Rabbim ve sâhibim, sizin de Rabbiniz ve yöneticiniz olan Allah’a tevekkül ettim. Hiçbir yürüyen ve debelenen canlı yoktur ki onun ipinin ucu, onun alnındaki idare merkezi, onun kontrolü Rabbimin avucunda olmasın. Rabbim aşırılık ve gerilikten uzak bir şekilde dengeli bir yönetim ve icraat sergiler... Hak bu ki, Rabbim her şeyi birebir korur, onun her şeyini yazar, kaydeder, saklar.) Cemalli ve şefkatli resûl olan Hz. Şuayb (AS) celallenerek der ki: "Yâ kavmi’melü alâ mekânetiküm innî âmil. Sevfe ta’lemûne men ye’tihi azâbun yuhzîhi ve men hüve kâzib. Vertakıbû innî meakum mürtekıbûn”[9] (Ey kavmim! Siz yerinizde yaptıklarınıza devam edin, ben de edeceğim. Alçaltıcı ve rezil edici azabın kime geleceğini, kimin yalancı olduğunu hakka’l-yakîn bileceksiniz. Gözleyin, ben de sizinle gözlüyorum.) Bütün peygamberlerin kurtuluşu, kavimlerinin helak oluşu, bu cesaretin hakka dayandığının belgesidir. Hz. Hud'a (AS) tabi olanlardan bir kısmı Yemen civarına, Hadramût’a gidip yerleşirler. Orada asırlarca yaşarlar. Emeviler devrinde onlardan kalan bir kitabe bulunur. Kitabe'yi John Forster İngilizceye çevirip Historical Geography of Arabic isimli eserinde yayınlar. Kitabede yazanların bir kısmı şöyle:
“Asırlarca, bu kalenin avlularında huzur içinde yaşadık.
Deniz, o yüksek dalgasıyla üzerimizden geçti. Nehirlerimiz şelâleler gibi akıp gitti.
Yüksek hurmalar arasına bekçileri ektiler taze hurmaları, vadideki derenin dolambaçlı ve kuru akıntılarının yanına,
Ve kement ve kargılarla çıktık ava, denizin derinliklerinden balıkları çekip çıkardık.
İğnelerle nakış nakış işlenmiş ipekler içinde gururla yürürdük; saf ipeklerin ve yeşil çizgili kaftanların içinde.
Hükümdarlarımız bizi idâre etti; âdilikten berî bir şekilde ve yalancılara karşı da acımasız.
Hükümdarlarımız, Hûd’un dininden doğru kanunu bize tatbik ettiler; ve biz de inandık mucizelere, ölümden sonra dirilişe ve Allah’ın nefesiyle ölülerin diriltilmesine.
Düşmanlarımız topraklarımızı işgal etmek için üzerlerimize saldırdıklarında, beraberce karşı koyduk, düz ve kara mızraklarımızla.
Çocuklarımızın ve eşlerimizin gayretli ve hararetli müdâfileri, uzun boyunlu, gri, parlak-doru ve duman renklerindeki küheylanların üzerinde,
Üzerimize var gücüyle saldıran ve kazanırsa bizi ezecek olan düşmanları, arkalarını dönüp kaçırana kadar ince ve uzun mızraklarımızla yaralayarak.”[10]
[1] Mesnevi-i Nûriye, Katre Risalesi, Hâtime.
[2] Lem’alar, 21. Lema, 4. Düstur.
[3] Barla Lahikası, 68. Mektub. (Söz Basım)
[4] En’am sûresi, 80.
[5] A'raf sûresi, 89.
[6] Taha sûresi, 98.
[7] Bakara sûresi, 255.
[8] Hud sûresi, 54-57.
[9] Hud sûresi, 93.
[10] John Forster’in tercüme ettiği bu kitabe, Muaviye döneminde keşfedilmiş ve Nüveyri, Mesâlikü’l-Ebsâr isimli eserinde bu kitâbeyi olduğu gibi ele almıştır. (Kur’an-ı Kerim’de Kavimler, Toplumlar, Âd, Semûd ve Medyen; İnkılab Yayınları, Seyyid Süleyman en-Nedvî, sayfa 52 ve 145.)