Sual: Neden Kuran ve hadisler, ihlası ve özelikle muhlas oluşu bir gaye ve hedef olarak gösteriyorlar? Hem başka bir hedef-i Kuran olan “takvâ” nın, ihlasla bir münasebeti var mı?
Cevap: İhlas, enfüsî tevhiddir. İhlas, içteki güzelliklerin Allah'a ait olduğunun hissedilmesi ve yaşanılmasıdır. Hadis-i Şerif “Riya, şirk-i hafidir”[1] diyerek bu hakikati bildiriyor. Onlarca âyet “Göklerde ve yerde olan her şey, Allah'ındır”[2] diyerek bu noktaya parmak basıyor. Hem “Size gelen her güzellik Allah’tandır. Size gelen her kötülük kendi nefsinizden dolayıdır”[3] âyeti de insanda insana ait olanı gösteriyor. Nur ve nurani olan Allah'tandır; zulüm ve zulmet, kuldandır.
Evet ihlas, nefs ve ene’nin karanlıklarından kurtulmak, kendini kurtarmak demektir. Hem özel manasıyla ilimle hakikati elde eden, ta ruhuna hakikati yazdıran; amel ile o hakikati hayat aynasında sergileyen ve canlandıran bir âlimin kabuklaşma, nefsine yenilme alameti olan “İlmi, kendine hizmetkâr etme; ilmi menfaatine kurban etme” gafletinden kendini kurtarma çabası ve gayretidir. Bu çabada bulunmaya, “ihlas” denilir.
- Maddi menfaatlere hakikati tabi kılmaktan kendini kurtarmaya çalışana, “halis”;
- Manevi menfaatler olan şöhret, riya, ucub gibi hastalık ve afetlerden kendini kurtarmaya çalışana ise, “muhlis” denilir.
- Bu çaba neticesinde âciz kalıp Allah'ın kendisine kurtuluş, saflık, manevi ve maddi arınmışlık verdiği kişiye ise, “muhlas” denilir. Böyle bir âlim hem kudsiyet hem nuraniyet taşıyan bir ruh haline erişir; kendisinde haşyet ve huşu’ hâsıl olur. Haşyet-i İlâhî, onu en ufak bir günahı görüp hissettirecek bir ufka ve şuura yükseltip her türlü yanlıştan onu men’ eder.
İhlas, maddi-manevi bir menfaat için değil, yalnızca ve yalnızca Allah için iş yapmaktır. Kur’anda bu hali ifade için “livechillah”[4] tabiri kullanır. Üstad Bediüzzaman, Kızıl Îcaz kitabında bu tabirin bir mecaz olduğunu belirterek der ki: “Vech, güneş gibi nurani ve nur olanlarda, o şeyin kendisini bildirir. Nuranilerde, yüz o şeyin kendisidir. Bu manada livechillah demek Zât-ı İlâhî için ve Onun Zâtının bir tecellisi olan rızasına mazhar olmak için iş yapmak demektir.”
Evet, Güneşe yüzünü çeviren bir aynada o an nasıl ki güneş, ısısı, ışığı, kendi görüntüsü ve yedi rengiyle hazır olur, görünür ve ondan da başkalarına yansır. Aynen öyle de, Allah rızası için iş yapan kişi de aynen öyle bir cilve alır. Ki buna “rıza, teveccüh-ü İlâhî, takdir-i İlâhî, cilve-i Ehadiyet” denilir. Bu cilveyi, güneş gibi güzel bu manevi yüzü halka yansıtmak ise “kabul, hilafet, istiğna-i Samediyet” olarak adlandırılır.
Maddi-manevi hiçbir beklentiye girmemek, verilince de almamak, sırf Allah'ın kabul etmesi, yalnızca Onun sevgisini elde etmek için çabalamak ve yaşamak, dinin ruhu ve hayatıdır. Dinin özü olan kudsiyet, burada kendini gösterir. Bunu bildiren şu çarpıcı âyetler ne güzel meseleyi ifade eder: “Biz resullere düşen vazife sadece tebliğdir.”[5] “Biz sizden bir ücret istemiyoruz. Eğer bu tebliğ ve risaletin bir ücreti varsa –belki de yoktur- o ücreti vermek, Âlemlerin Rabbine ait bir iştir.”[6] “Sen sevdiğine hidayet veremezsin. Velakin Allah dilediğine hidayet vericidir.”[7]
Dine en büyük zararı, din insanlara muhtaçmış gibi bir tavra giren, insanlara âdeta yalvaran, ihlası zayıf, benliği ve nefsi kavi riyakâr tebliğcilerdir. Oysa Samed olan Allah'ın dini de o Samediyetin izharıyla, tam bir izzet ve istiğna tavrı, hali ve ifadesiyle kendini gösterebilir. Bu izzet ve istiğna, dinin kudsiyetini kalblere yazar ve yerleştirir. Birçok âyet bu noktayı vurgular: “Eğer iman edip sâlih amel ederseniz, sizin lehinize; eğer küfrederseniz, hakikati gömerseniz kendi aleyhinize...”[8] Hem “Eğer hayatınızı hakka adayıp cihat ederseniz kendi lehinize; etmezseniz, kendi aleyhinize… Allah Ganiyy ve Hamîd’dir.”[9] Hem de “Nankörlük ederseniz kendi aleyhinize; şükreder, ârif olursanız kendi lehinize... Allah'ın size ve sizin hiçbir şeyinize ihtiyacı yoktur; fakat sizin Ona ve Onun yarattıklarına sonsuz ihtiyacınız var.”[10]
İhlas, Allah'ın emrini, sırf emri olduğu için yerine getirme; nehyini (yasağını), sırf nehyi olduğu için yapmaktan kaçınma ve bunu gönüllüce yapmadır. Herhangi bir düşünce ve niyet, o fiilin içine giremez. İhlas, kulun iradesinin görüntüsü olan niyetinin Allah'a satılmasını; kulun iradesinin İlâhî irâdede erimesini; kulun hakikati olan ruhunun, İlâhî nur ve şuur tecellisine alıcı ve verici hale gelmesini sağlayan sırdır. Hâlislik arttıkça kulun manevi cephesi bir yıldız, bir dolunay, bir güneş gibi hakikat ve hakkı bildirecek, gösterecek, hissettirecek hal kazanır.
İhlas, bu manada bir “Fenâ fillah” tır. Kul için, kemal seviyedir. Kulun sebepleri aşıp doğrudan doğruya her şeyi Allah'tan bilip görmesi ve Allah için her şeyi işleyecek hale gelmesidir. Bu haliyle ihlas, bir özleşme, bir safileşme, bir kabukluktan kurtulma çabası ve cehdidir. Mahiyeti itibariyle mekân ve zamanla, madde ve tabiatla işi olmayan kalp ve ruhun, zaman üstü boyuta çıkıp hakikate vasıl olması, sonsuzlukla ve saf maneviyatla nefes almasıdır. Üstad Bediüzzaman’ın dediği gibi “Maneviyat yollarında ihlassız yürünemez.”[11] İhlas bu kurtarıcı cephesiyle, takva ile aynı manayı ifade eder. İşarâtü’l-İ’cazda belirtildiği üzere takvanın 5 mertebesi bulunuyor:
- Şirkten takva...
- Büyük günahlardan takva...
- Kalbini mâsivadan hıfz etmekle takva...
- Küçük günahlardan çekinmekle takva...
- Öfkelenmemeye çalışmakla takva...
Bu 5 mertebesi ile takva da, Allah'ın irâdesinde fani olma, Onun razı olmadığı şeyleri ve işleri hayatından söküp atma, Onun takdir ve teveccühü için iç dünyasını berrak, temiz ve şeffaf hale getirmedir. Bu arınma ve ayrışma, halis ve öz bir iç dünyayı kazandırır.[12] Üstad Bediüzzaman’ın tesbit ettiği üzere imanın kuvvet ve şiddeti, takvanın hassaslığı, güçlülüğü ve salahatte belli olur. Takva, nefis ve ene’ye rağmen yapılan fedakârlık merkezli bir fiil olduğu için içine riya, şöhret, kendini beğenmişlik giremez. Fakat salih amellerde bu mümkündür. İbadetler içinde, takva manasına en yakını oruçtur. Kur’anın belirttiği ve vurguladığı üzere riyakârlar ekseriyetle namazda riya yaparlar. Fakat oruçta yapamazlar. Çünkü oruç acı verici, yorucu, nefsi yontucu, zorlayıcı ve bir fiile dayanmayan bir ibadettir. Namazda riyakârlık, münafıkların en baş özelliklerinden biridir. Normal şartlarda namaza üşenerek kalkan münâfıklar, toplum içinde olunca o üşendikleri namazı en mükemmel şekilde ifa etmeye çalışırlar. Tâ ki herkes onları görsün, “Ne kadar mükemmel namaz kılıyor” desinler. Oysa sahabeler, halk içinde normal bir hızla veya hızlıca namaz kılar; fakat yalnızken 2 rekâtı bazen saatlerce kılarlardı... Eş’as bin Kays (RA) gibi.[13]
Takva, özünde bir korunma, bir sakınma, yanlış ve zararlı iş ve fiillerden çekinmedir. Takva, ruhu ve vicdanı korumadır. Üstad Bediüzzaman’ın tespit ettiği üzere vicdan, 4 unsurdan meydana gelir. Bu 4 unsur, ruha ait binlerce yönden sadece 4'ünü ifade ederler: İrade, Zihin, His, Latife-i Rabbaniye... Bu 4 yönün her birinin varlığından bir gaye vardır. İradenin, ibadet-i Rahmânî; zihnin, marifetullah; hissin, muhabbetullah; lâtifenin ise şuhuddur. Ki, bir ihsan-ı Sübhânî... Bu 4 vasfın terbiyesi, hem kemaline erişmesi; nasıl çalıştırılacakları ve korunacakları şeriatin vazifesi ve işidir. Bu şer’î vazifeye, takva denilir. Ubudiyet-i mutlaka ve ibâdet-i kâmile marifet, muhabbet, şuhud ve ibadet hakikatlerini içerirler. (Lemaat) Üstad Bediüzzaman Kur’anın hedeflediği en üst boyutla takvayı böyle tarif eder.
Allah'a yöneltilen bir vicdan, Ona adanan bir ruh, Ona odaklanan bir hayat, kulun şuurlu, hissetmeye açık, binlerce potansiyel özelliğinin açılmasına vesile olur. Çünkü o vakit Allah'ın güneş gibi ışıl ışıl zâtının tecellisi kulun kalbi, vicdanı, fıtratı, ruhu, sırrı gibi lâtifelerinde yansır. Allah'ın sevgisi, şefkati, ilgisi, merhameti, hikmeti ve kıymet verişi o kulu kuşatır. Bu sıcak ve tatlı hal, kulun dünyasına manevi bir baharın gelmesine, kulun iç dünyasında saadet çiçeklerinin açmasına, tatlı ve güzel bir hayatın başlamasına vesile olur.
Soru: Duanın ve Âhirete imanın kulun iç baharına katkısı nasıl olmaktadır?
Cevap: Kulun en büyük duası, en köklü ihtiyacı, beka ve ebediyettir. Varlık ve hayat, hissetme ve bilme, anlama ve sahip olma, duyma ve görme, her ne özellik varsa o özelliği azap olmaktan kurtaran, hüzün ve korku aleti olmaktan çekip alan ilaç, beka ve ebediyettir. Beka ve ebediyet, varlığı varlık eden, hayatı hayat kılan sırdır.
Fâni bir varlık ve fâni bir canlılık insan gibi zamana, zaman âlemine, zaman-üstü boyutlara açık şuurlu bir yapı için en acı verici manzaradır. Günden güne etrafındakiler ölen, kaybolan; sevdiği ve ısındığı, alıştığı ve yapıştığı her şey birer birer elinden çıkıp acılarını miras bırakan; kendi varlığı günden güne yıpranan ve ölüm aslanının pençesine doğru her gün bir adım daha yaklaşan; ölüm sonrası da kendisi için bilinmez ve zifirî karanlık olan bir insanın mutluluğu, huzuru, mümkün değildir. Her akıl ve şuur, kalp ve vicdan sahibi ölümü ve sonrasını sorgulayarak, anlamaya ve çözmeye çalışacaktır. Hayretler içinde kendine soracaktır: “Ölüm bir son ve yok oluşsa, nasıl oluyor da ben olmayacağım ve yaşamayacağım bir zamanın farkında olup da onu sorgulayabiliyorum? Ben sonsuz bir zamanı ve geleceği aklımla görebiliyor ve bütün benliğimle bu sonsuzluğu isteyebiliyorum?” Bu sorgu, bu arayış, bu gizli dualar vahiylerin gelişine, bu sonsuz kıymette hakikatin ve hayatî sırrın çözülmesine, manevi ve çeşitli gayb âlemlerinin açılışına vesile ve sebep olmuştur.
Evet bütün peygamberlerin ortak mesajı Tevhid (Allah’ın varlığı ve birliğine iman) ile Âhirettir (Allah’ın bâki ve ebediliğine iman). Bu sayısız sanat eserlerinden oluşan güzel, süslü, uyumlu, dengeli, düzenli âlem Onun sanatkârının varlığını, birliğini, sıfatlarını, güzellik ve mükemmelliğini bildiren ve gösteren bir aynadır. Sanat eserlerinin yıpranıp ölmeleri, parçalanıp kaybolmalarına rağmen devamlı bir surette yeni sanat eserlerinin yapılması, yenilerinin de en az eskileri kadar harika, mucize, hassas ve güzel olmaları gösteriyor ki, Sanatkârları zamana bağlı ve bağımlı değildir. Bilakis zaman ve mekân, O sanatkârın güzellik ve mükemmelliğini sergilediği birer izafi aynadırlar.
Dünyanın faniliği, her canlının ve şuurlunun onda sonlu bir hayatı yaşayıp sanatkârının sonsuz ve ölümsüz sıfatlarını görmesi, aklı başında olanların Sanatkârlarına odaklı bir hayat yaşamaları alenen gösterir ki, bu dünya hedef bir âlem değildir. Çünkü gelen gidiyor. Fakat her ruh, kalıcı âlemi istiyor. Kalıcı âlemin burası olmadığı gözle görülen bir hakikat… Ruhun aradığı ve istediği kalıcı âlem, Allah'ın ebediyet vasfına dayanan bekasının ilanı olan âlemdir. Ki, Esma-yı Hüsna’dan Âhir isminin bir tecellisi olan Âhirettir. Evet, Esma-i Hüsna’dan ve Zâtî isimlerden olan Kadîm ismi nasıl ki Evvel (En ilk) ismine bakar ve aynı manaya gelir. Yine Esma-i Zâtiyeden olan Bâki ismi de, Âhir ismine bakar, aynı manaya gelir.
Kur'an-ı Hakîm, Âhiret ve ebediyete erme ve bunun arkasında beka vasfının oluşunu şu şekilde açar: “O taptığınız şeylerden hangisi sen ölüp çürüdükten sonra seni diriltip ebedî bir hayatı sana verebilir. Verebilen kim ise, onu kendine mabud ve ilah kabul et.”[14] Bu âyet, Ulûhiyetin ve İlahlığın en büyük sıfat ve dayanağının, İlâhı ilah yapan vasfın beka ve ebediyet olduğunu özellikle vurguluyor. Rahman suresi “Onun Zâtı ve eşyanın Onun Zâtına bakan yönleri hariç her şuurlu canlı fânidir”[15] diyerek onun beka-yı zâtisini bildirir.
Hem Âyete’l-Kürsî’de geçen Kayyum ismi, hem Onun kıyam-ı zâtisini, hem başkaları için ikame sıfatını bildirir. İbn-i Sina’nın tespit ettiği üzere Kayyum ismi, Kaim ve Mukîm isimlerinden cem’inden oluşur. Kaim, kendisi bizzat var olan, başka birine varlığı dayanmayan, varlığı için birine muhtaç olmayan demek… Mukîm ise, başkalarına varlık bahşedip onları varlıkta tutan demektir. Hem Furkan suresi 58. âyet “Ve tevekkel ale’l-hayyillezî lâyemût” (Ölümsüz diri olmakla tanınan Allah'a tevekkül et!) diyerek Onun hayatının da sonsuzluğunu, İlâhî bir vasıf oluşunu bildiriyor.
Yâsîn suresi 77-79. Âyetler ise akla gelecek bir soru ve cevabı şöyle anlatır: “İnsanı bir damla sudan yarattık ve Bize apaçık hasım kesildi. Meydan okuyarak dedi ki: ‘Bu çürümüş, toz haline gelmiş kemikleri kim diriltebilir?!’ Ona de ki: ‘İlk defa o kemikleri kim yapmış ise, o hayatı bu cansız maddeye kim vermiş ise, o canlıyı ilk kez ilk elementten kim inşa etmiş ise, ikinci defa onu O yapacak, tekrar O hayat verecektir. O, bütün maddi yaratma, şekil vermeleri bilir.’ ” Bu ikinci ihya ve yaratmanın nasıl olacağını ise, Rum suresi 50. âyetteki bahar temsili ile şöyle açar: “Öyleyse akıl gözünü çevir ve bak Allah'ın rahmet eserlerine... Nasıl yeryüzünü ölümünün ardından bir su ile diriltiyor, ihya ediyor. Hak bu ki O, ölüler için de aynı şekilde hayat verici olacaktır. Tohumların içindeki ruh gibi, her canlının ruhu için bir çekirdek gibi olan zerreleri kullanarak, kudret-i İlâhî suyu o ruha tekrar hayat verecektir. O, her bir şeyi yapmaya kudreti yeten, her nesneye özel bir kudretle yönelendir.”
Beka ve ebediyet, insanın bütün duygu, cihaz, organ, özelliklerinin sonsuz bir hayatla dirilişi, sonsuz âlemlerde kuşlar gibi kanat çırpmayı kazanışıdır. Beka ve ebediyet insan ruhunun saadet saraylarına girişi, mutsuzluk zindanlarından kurtuluşudur.
[1]Ahmed b. Hanbel, el- Müsned, c. 4, s. 124.
[2] Mesela Mâide sûresi, 40.
[3] Nisa sûresi, 79.
[4] Mesela Rûm sûresi, 38-39.
[5] Nûr sûresi, 54.
[6] Hûd sûresi, 29.
[7] Kasas sûresi, 56.
[8] Rûm sûresi, 44.
[9] Ankebût sûresi, 6.
[10] Lokman sûresi, 12.
[11] Mektûbat, 29. Mektup, 9. Kısım, 6. Telvih, 2. Nokta.
[12] Mutaffifîn, İnfitar ve Şems sûreleri berâber okunduğunda görülür ki, takva, insanı “Ebrâr” seviyesine yükselten bir sırdır. Kişiyi “Naîm Cenneti” ne yükselten bir merdivendir.
[13] Ebu’l-Hasan Mâverdi, İlm-i Edebü’d-Din ve’d-Dünya.
[14] Furkan sûresi, 3.
[15] Rahman sûresi, 26.