İlim ve Hakikat İlişkisi

Erdem AKÇA

Soru: Hakikat nedir ki bütün insanlık hep onu anıyor, hep onu soruyor? Hem hakikat ve hakkın ne farkı var ki veyahut ne ilişkisi var ki hep âlim ve ârifler tarafından kitaplarında beraber kullanılıyor?

Cevap: Hayat ve canlılık sistemi, bir ihtiyaçlar dünyasıdır. Canlılık ruhun maddenin her zerresine işlemesi, ona yerleşmesi, onda kendi hâkimiyetini kurması, kendini hissetmesidir. Maddenin hissiz oluşu gözle görülen bir realite... Üstad Bediüzzaman bu câmidlik ve hissizliği çok vurgulayıp canlılıkta görünen hislere, onların hissediş şeklinde bir yaşayışları oluşuna, hem onların düşmanlarına ve ihtiyaçlarına dikkati çeker. Göz, görme hissinin merkezidir. Göz, sonsuz şeyleri görmeye muhtaç ve en ufak bir kıldan dahi korunmaya zaruret duyacak kadar hassastır. Kulak ve işitmesi, burun ve koklaması, dil ve tatması düşünülse, hem bunların her birinin sayısız şeylerle muhatap olup o sayısız şeyleri, sayısız özellikleri ile kaydetmesi, incelemesi, farklarını tespit etmesi, beyin ve hafızaya, daha ötede gönül ve ruha aktarması ve işletmesi göz önüne getirilirse canlılık ne kadar mucize bir yapı olduğu ve onu yapanın ancak sayısız şeyi ona ihtiyaç, nimet, sığınak ve korunak kılan Hayy-ı Kayyum olan Allah olduğu görülecektir.

Bitkiler ve hayvanlardaki canlılık derecesinin az olmasına rağmen kompleksliği, kâinattaki genel düzenle uyum içinde yaşaması, insan ve cin gibi canlılıkta zirve yapıların, fark ettiği ve hissettiği şeylerin dahi farkında olabilen, farkındalığının da farkındalığına yükselebilen, geçmiş ve gelecek zamana bir evin odalarından diğer odasına geçmek gibi giden, gelecek zamandan korkuları, dehşetleri, buna mukabil geçmiş zamandan üzüntüleri, kederleri bu hazır zamana getiren; sayısız manevi acıyı ve lezzeti yaşayabilen; hem sayısız maddi nimetleri tadan yapısı nazara alınırsa insan ve cinlerin ihtiyaçları sonsuz ve sınırsız hale gelir. Dünya, bu şuurlu yapının bir hanesi; yeryüzü, onun bir tarlası; bahar, onun bir bahçesi; yaz mevsimi, onun bir sofrası; güneş, onun bir sobası ve lambası; ay, onun bir gece kandili; yıldızlar, onun mumları; bitkiler, onun evinin süsü ve çiçeği; hayvanlar, onun bu mutluluk sarayının hizmetkârları; insanlar, onun ahbabı, akrabası ve büyük ailesidir; kâinat onun memleketi, manevi-maddi âlemler ise, onun mülkü ve hâkimiyet dairesidir.

Her insandaki şuur, ona bütün mekânı kazandırır. Hem her insandaki akıl, ona geçmiş ve gelecek zamanı kazandırır. Hem her insandaki fikir ve tefekkür yani düşünme gücü ona her şeyin dayandığı, sabit, ölmez, yıkılmaz ciheti keşfettirmeye ve buldurmaya başlar. Yani “Hakikat”i… Hakikat, kelime kökü olarak, sabit şekilde var olan, varlığı zamana ve mekâna bağlı olmayan, değişmeyen, sadece açılıp görünme şeklinde zaman ve mekânla temasa geçen öz yapı demektir.

Hakikat, canlılar için ve cansızlar için de geçerlidir. Her nesnenin ve her canlının birer hakikati vardır. O nesne ve canlı, bu maddi dünyada o hakikati sergiler. Cansızlar, sabit, durağan yapılarıyla; canlılar ise, ömürleri boyunca değişen ve değişken halleriyle o hakikatin ilancısı olurlar. Hakk ise, hakikatin zaman ve zeminle, madde ve kuvvetle teması neticesinde ortaya çıkan haldir. Bir zeytin ve incir çekirdeği, zeytin ağacı ve incir ormanını bir hakikat olarak içinde taşır. Fakat o çekirdeklere “Sen gerçek bir zeytin ağacısın ve incir ormanısın” denilmez. Ne zamanki onlar açılırlar, hakikatlerini yaşarlar ve o çekirdekler, meyveli bir zeytin ve incir ağacı olurlar. Dallarıyla, yapraklarıyla, yetiştiği iklimleriyle “Ben gerçekten bir zeytin ve incir ağacıyım” derler. İşte o vakit, hakkı bildiren hal alırlar.

Canlılık mekanizması, hakikatin çekirdek-ağaç-çekirdek-ağaç şeklinde ebedî tahakkukuna vesile olur. Bu tahakkuk, o hakikatin nefes almasıdır; onun içindeki sonsuz potansiyellerin açığa çıkmasıdır. Hakikat bu yönüyle, kişinin ve nesnelerin bekaya açılan pencereleri ve daha ötede beka âlemiyle kopmayan ve koparılamayan bağlarıdır.

Soru: Hakikat neye dayanır? Hakikatler, Allah’a rağmen var olabilir mi? Yoksa Allah’ın takdiriyle mi vardırlar?

Cevap: Hakikat, ilm-i ilahinin çizdiği sabit kalıptır ve asla değişmez. İlim, Allah’ın bilmesidir. Allah’ın bildiğine ise, mâ’lum denilir. Bütün mâlumât, O Alîm-i Mutlak ve Alîm-Külli Şey’e bağlıdırlar; Onun bilmesiyle vardırlar. Allah’ın ilim sıfatıyla çizdiği bu nesnelerin, oluşturduğu âleme “Kader” denilir. O kaderin defterleri, Kur’an’da Ümmü’l-Kitap[1](Ana kitap ve yazı), Levh-i Mahfuz[2] (Korunan Levha), Levh-i Mahv ve İspat[3] (Silme ve Sabitleştirme Levhası), İmâm-ı Mübîn[4](Apaçık kılavuz), Kitâb-ı Mübîn[5] (Apaçık, Hakkı gösteren Yazı) şeklinde isimlendirilirler.

Maddi dünya, “Kitâb-ı Mübîn” dir; kudret kalemiyle yazılan “Kaza Âlemi” dir. Levh-i Mahv ve İspat ise, zamandır. Her şey zaman denilen levhada yazılır, silinir. Kitâb-ı Mübin, Levh-i mahv ve ispatın anlık görünme yeridir. İmâm-ı Mübin potansiyellere Kitab-ı Mübin ise, fiiliyata geçmiş ilim ve hakikate bakar. Levh-i Mahfuz, bu her iki ciheti içerir. Ümmü’l-Kitap ise yaşanmış, yaşanan, yaşanacaklar ve yaşanabilme ihtimali olanlara bakar. Yani dünya ve Âhireti içine alır. Dünya ve Âhiret sonsuz ilmin tecelli ettiği bir damladan ibarettir. Her nesne hakikati itibari ile ya kaza âlemindedir ya da kader âlemindedir. Yani ya şehadet âlemindedir ya gayb âlemindedir. Diğer değişle ya Hayy ve Kadir ismine tabidir veyahut Ehad ve Alîm ismine tabidir. Bu noktadan nesneler ve canlılar ilm-i İlâhî hâricine çıkamazlar.

Soru: Mülk suresi 14. âyet diyor ki: “Yaratan bilmez olur mu? O Latif ve Habir’dir.” Bu âyet gösteriyor ki yaratılmadan da önce ilmen varız.

Cevap: Evet dünyanın öncesi ve sonrası her nesne ve canlı için yokluk âlemi değil, ilim âlemidir. Âyetin kesinkes bildirdiği üzere, bilmeyen yapamaz. Her bahar trilyonlarca canlı, katrilyonlarca hücre hem sanatlı hem düzenli hem dengeli hem ölçülü hem uyumlu hem israfsız, hem gayeli hem faydalı hem çevresiyle organize olarak yeryüzünde, gözümüz önünde yapılıyor; hem milyonlar yılın baharında da yapıldı ve gelecekte de yapılacak. Her yapılmanın arkasındaki “bilme” yi gören, daha ötede “O her şeyi Bilen’i” bulan bir akıl anlar ki, bu maddi âlem O Her Şeyi Bilenin ilmini ne sınırlar, ne yok eder, ne unutturur, ne azaltır, ne parçalar. Bu âlem onun ilmini, manevi güzelliğini ve mükemmelliğini gösteren bir ayna gibidir.

Âyetteki Latîf ismi, hakikate; Habîr ismi, Hakk’a bakar. Keskin aklıyla, nesne ve canlıların özüne nüfuz eden ve derin düşünen biri görecektir ki, o nesnede ve türünde değişmeyen, yok olmayan, zamana ve mekâna bağlı kalmayan bir yön bulunuyor. İşte bu sabit yöne, teknik tabirle “hakikat” denilir. Yani latif olan, Latîf’i bulur; kabuğa takılan kesifler ve katılar, her şeye ilmiyle nüfuz edeni bulamaz ve göremezler.

Her nesne ve canlıya şuurluca bakan, onun aslında hakikatten haber veren, hem özel mesajlar içeren, faydalı ve gayeli yapısını bir mektup gibi okuyup o mektubun kâtibini bilen, hem o kâtibin mektupla ifade ettiği manayı yakalayıp bunun şuuruna varan birisi görecektir ki, her nesne ve canlı gerçeği bildirir, bir hikmeti ifade eder ve insanı gerçeğe çağırır. Evet haktan haber alanlar, Habîr ismine erişirler. Her şeyi manasız görenler ise, yürüyen kabir olurlar.

Soru: Allah için bilmek “zorunlu” olarak görünüyor. O halde bizi bilmeye mecbur demek ki?!

Cevap: İlim, Allah için olmazsa olmaz bir sıfattır. Uluhiyetin ve İlahlığın en temel sıfatlarından birisidir. Mülk suresi 14. âyetin açıkladığı üzere -ki Allah’ın kendi sözüdür-: “Sizi yapan elbette ki sizi biliyor ki, yapıyor. Sizi bilmeyen sizi yapamaz” hükmünce Halık (yaratıcı) yarattığını bilmek zorundadır. Yoksa yapamaz. Fakat buna mecburiyet değil, lüzum denilir. Mantık âlimleri buna “lüzûm-u zâtî” demişler. Allah’ın bilmesi olmazsa olmazdır. Fakat Allah’ın yaratması bilmeye değil daha derinde “tercih etme” ye ve “irade” sıfatına bağlıdır. Evet Onun bildiklerinden yalnızca vücuda gelmesi hayırlı görülenler, vücuda geldi ve geliyor ve gelecek. Onun iradesi olmadan hiçbir hakikat, hakka dönüşemez. Her hakikat onun iradesi ve kudreti, hatta ilmi huzurunda sonsuz bir acz ve çaresizlik içindedir. Yasin suresi bu sırra işaret ederek der ki “İnnemâ emruhu izâ erâde şey’en en yekûle lehu kün feyekün* Fesübhânellezî biyedihi melekûtu külli şey’in ve ileyhi türceûn[6] (O, bir şeyin, bir hakikatin vücuda gelmesini irâde ederse, Onun işi ve idare tarzı ‘Kün’ (Ol, oluş!) demektir. O vakit o nesne, o hakikat emr-i İlâhinin içerdiği kudret, ilim, irade sıfatlarının faaliyette bulunduğu bir âlem, bir ev, bir ayna, bir mazhar olarak devamlı bir oluşuma girer. İşte bu muhteşem ve kusursuz yaratma sisteminin sahibi olan Allah, ne kadar kusursuz ve noksansız icraatta bulunuyor ki her nesnenin, her canlının melekût denilen hakikati, onun kudret ve iradesinin elindedir. Ve siz de Onun kudret âleminden ilim, kader ve iradesinin huzuruna döneceksiniz.) Evet her hakikat bir ampuldür. İçinde irâde denilen İlâhî nuru ve tecelli-i zâtîyi göstermek için yapılır ve bu âleme gönderilir.

Ayrıca mecburiyet, bilmek sıfatına dayanmaz. Çünkü mecburiyet, irade sahibi bir canlının, iradesine aykırı olarak bir işi yapmaya zorunlu bırakılmasıdır. Bu manasıyla mecburiyet cüz’î veya külli iradenin başka bir irade tarafından yok sayılması ve isteği dışında bir fiile zorlanmasıdır. Bir irade başka bir irade tarafından zorlanıyor, bir mecburiyete sokuluyorsa o iradeye, “cüz’i irade” ve o izâfî irade sahibine de, “kul” denilir. Hakiki ve Külli İrade sahibine ise, “Allah” denilir. Ki Kur’an, O’nun en büyük isim ve sıfatlarından biri olarak ve kibriyâsıyla ayrı düşünülemez bulunan ünvanını, “Cebbar” olarak vurgular.

Evet, Cebbar, dilediğine dilediği şeyi, o şey ve o canlı istemese de yaptırabilen veya o canlı istese de onun istediğini vermeyebilen demektir. Bu yönüyle Cebbar ismi, İrade-i İlahiyeyi anlatan, onun mutlak manada hür, kayıtsız, bağımsız oluşunu vurgulayan zâtî bir özellik ve isimdir. Ki derinliğiyle, Samed ismine açılan bir penceredir. Üstad Bediüzzaman İhlas suresinin tefsirini ilk yaptığı Şuaat-ı Mârifetü’n-Nebî isimli eserinde: “Samed ismi, iki hakikat içerir: Rububiyet ve Kayyumiyet… Kayyumiyetteki Tevhid, ceberûtta tevhidi bildirir” der. Ceberût hakkında ise 29. Lema’da “Kutubların Virdi” nde şöyle bir açıklama getirir: “Ceberût ise, azamûtun, daha bâtını ve daha daimisidir. Azamût ise, mübalağalı azâmettir." Azâmet ise, kudret sıfatının irade sıfatıyla beraber tecelli ettiği, irâdenin hâkim unsur olduğu en geniş çaplı icraatlardaki görüntüye verilen isimdir.

Kur’an bu külli iradenin kayıtsız, sınırsız, mutlak bağımsız oluşunu anlatma sebebinde şöyle der: “O gün gelince Allah'ın izni olmadan hiç kimse konuşamaz. Onların kimi bedbaht (şakî), kimi de mutludur (said). Bedbaht olanlar, ateştedirler. Onlar orada başka türlü soluyacak, başka türlü haykıracaklar. Onlar orada gökler ve yer durdukça duracaklar. Ancak Rabb'inin diledikleri başka. Çünkü Rabbin dilediğini yapandır. Mutlu olanlar ise cennettedirler. Orada gökler ve yer durdukça duracaklar, ancak Rabbinin diledikleri başka. (Bu) ardı arası kesilmeyen bir ihsan olacak.[7]

Cevşenü’l-Kebir’de Hz. Peygamber (ASM) 82. Bâb’ı bu “Mutlak Meşiet” (İlâhî dileme sıfatının mutlaklığı) bahsine ayırır:

Yâ men yef’alü mâ yeşâu

Yâ men yahluku mâ yeşâu

Yâ men yehdî men yeşâu

Yâ men yudıllu men yeşâu

Ya men yağfru li men yeşâu

Yâ men yuazzibu men yeşâu

Yâ men yetûbu alâ men yeşâu

Yâ men yusavviru fi’l-erhâmi keyfe yeşâu

Yâ men yezîdu fi’l-halkı mâ yeşâu

Yâ men yahtassu birahmetihi men yeşâu

Sübhâneke yâ lâ ilâhe ille ente’l-emânu el-emânu neccinâ mine’n-nâr

Bâbın tercümesi şöyle:

Ey dilediği her şeyi dilediği gibi yapan Zât-ı Fâil-i Mutlak,

Ey dilediği şekilde her şeyi yaratan Zât-ı Halık-ı Mutlak,

Ey dilediği kişiye hidâyet veren Zât-ı Hâdi-i Mutlak,

Ey dilediği kişiyi hakikatten saptıran Zât-ı Mudıll-ı Mutlak,

Ey dilediği kişi için bağışlayıcı olan Zât-ı Ğâfır-ı Mutlak,

Ey dilediği kişiye azab eden Zât-ı Muazzib-i Mutlak,

Ey dilediği kişinin tövbelerini kabul eden Zât-ı Tevvâb-ı Mutlak,

Ey rahimlerdeki yavruları dilediği şekilde sûretlendiren Zât-ı Musavvir-i Mutlak,

Ey yarattıklarının sayısını dilediği şekilde artıran Zât- Müzeyyid-i Mutlak,

Ey rahmetiyle dilediği kuluna özel muamelede bulunan Zât-ı Rahîm-i Mutlak,

Sen Sübhânsın, kusursuzsun! Senden başka İlah yok. Kullarına güven ve kurtuluş verecek yalnız Sensin. Senden kurtuluş diliyoruz. Bizi Seni sınırlı bilme ateşlerinden kurtar.

[1] Ra’d sûresi, 39.

[2] Burûc sûresi, 22.

[3] Ra’d sûresi, 39.

[4] Yâsîn sûresi, 12.

[5] En’am sûresi, 59.

[6] Yâsîn sûresi, 82-83.

[7] Hud sûresi, 105-108.

Yorum Yap
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
Yorumlar (1)
Yükleniyor ...
Yükleme hatalı.