Soru: Neden bu kadar ahlaksızlık ve edepsizlik var? Hadi dinsizler böyle olabilirler, diyelim. Neden dindarım diyenlerde de aynı durum bulunuyor?
Cevap: Çünkü ahlak ve edep, dinin “ihsan” boyutudur. Ki, sağlam kuvvetli bir imanın, köklü ve dikkatli bir İslamiyetin sonrasında nefis ve ene’yle yapılan savaş neticesinde ahlak ve edep kalıcı hale gelir. Bu tezkiye-i nefis ve tebrie-i enâniyet uygulaması bu asır Müslümanlarında öldü, daha doğrusu kasden öldürüldü. Ayrıca Batı dünyasının materyalist Roma medeniyet ve kültürüne dayanan haz, lezzet, refah, dünyevilik eksenli hayat tarzı da kültürel bir yayılma ile İslam toplumlarına girdiği ve yerleştirildiği için bu acı hal kaçınılmaz oldu. Çünkü her insanda bulunan nefs ve ene, Müslüman ve mü’minlerde de bulunuyor. Bu yüzden Âhir Zaman adını almaya layık zor bir devirle son asırların Müslümanları muhataplar… Ki “Bütün peygamberler, ümmetlerini yalancı ve kör Deccâl’in tehlikesine karşı uyarmışlardır”[1] hadisi bu zorlu hali izah ediyor. Deccal’in sağ gözü kördür, yani maneviyatı ve Ahireti göremez. Âhir Zaman’ın siyaset dünyası, tek dünyayı gören ve gösteren maddeci felsefesi ve anlayışı ile İslam dünyasının asırlardır biriken tembelliğinin cezası olarak gelen sosyal, medenî, askerî yenilgi birleşince her bir Müslümanın iç ve dış düşmanları yüz kat artmış denilebilir.
Bu olumsuz şartlarla beraber nasıl ki fırtınalı tepelerde ulu çınarlar yetişir; hem en büyük seller dahi dağları söküp atamaz; hem en yüksek basınçlar elmas olacak kömürü parçalayamaz, bilakis onun elmaslaşmasını hızlandırır. Aynen öyle de ruhlar âlemi denilen ordulardan en kaliteli ve yüksek potansiyelli ruhların bölüğü Âhir Zaman’a taksim edilerek dünyaya geliyorlar. Hadis-i şerifin bildirdiği üzere: “Ruhlar, bölük bölük ordulardır. Her bir ruh, bir askerdir.”[2] Bu hadisin sırrıyla her bir ruh, yaratılışı itibariyle savaşçıdır. Takva onun silahı, amelleri onun erzak çantasıdır. Hayat, onun yoludur. Saadet, onun hedefidir. Şehadet, onun bineğidir. Geldiği asır onun ekildiği ve büyüyeceği tarladır. Her tohum, sırr-ı hikmet ve sırr-ı adem-i abesiyet üzere temellenen sırr-ı kader gereği ancak büyüyebileceği tarlaya ekilir.
Evet, ruhun savaşçı yapısı onu meleklerden üstün kılar. Melekler, rüya ve keşiflerde, “polis” olarak görünürler. Ruhlar ise, “asker” olarak… Nasıl ki polis, ülke açısından iç güvenlikten sorumludur; dışla işi olmaz. Fakat askerin asıl işi, dış güvenliktir. Aynen öyle de kâinat memleketinde de melekler, iç nizamdan sorumludurlar. İnsan gibi özgür iradeli, iyilik ve kötülüğe açık ruh sahipleri ise, kâinat mülkünün sınırlarını muhafazadan, genişletmekten ve ona meyve verdirip çoğaltmaktan sorumludurlar. Hem nasıl ki dış düşmanlarla askerler savaşır; hem ihtiyaç durumunda yeni topraklar fetheder. Aynen öyle de karanlıklar âlemi olan yokluk ve hiçlik, ateşler ve zemherirler diyarını sabrının ve şükrünün, hamdinin ve fikrinin enginliği ile hisseden, acıları ve kederiyle hazmeden her bir ruh bu âlemleri fetheder. Sonsuz fetihlerle nur-u İlâhîyi bu âlemlerde yayar. Bu âlemlerin iblis ve şeytanlarına, ifrit ve cinlerine hak ve hakikati götürür ve gösterir.
Hem başka bir açıdan da insanın kalp, ruh ve sır boyutları birer çekirdek gibi arşivlerdir. Nasıl ki bir çekirdek, kendi ağacının bir hafızasıdır ve üreme hücresidir. Aynen öyle de insan bu kâinat denilen muazzam ağacın şuurlu bir hafızası, deposu ve üreme hücresidir. Nasıl ki her ağaç bir çekirdekten gelir ve çok çekirdekleri netice verir. Aynen öyle de kâinat, nûr-u Muhammedî (ASM) çekirdeğinden gelir ve o nûr, insan ve cinlerin kalp, ruh ve sırrının içinde yerleşir. İnsan ve cinler, sırr-ı ehadiyet hakikat gereği bu kâinat ağacının şuurlu bir meyvesi olurlar ve içlerinde potansiyel bir kâinatı taşırlar. Yapacakları iç savaş ile nefs, şahsiyet ve enâniyet perdelerini ve kabuklarını kırıp kalp, ruh ve sır çekirdeklerinin açılmasına erişenler küllî, nurlu ve kudsi bir hayat-ı maneviyeye ve manevi bir kâinat ağacı hüviyetine ererler. Cisimleri küçük, derinliği sonsuz bir ayna halini alırlar. Onların küçük halinde kâinatın bütün âlemlerinin güzellikleri minyatür olarak temessül eder. Hz. Peygamber (ASM) hakkındaki “Ve inneke lealâ hulukin azîm”[3] (Hak bu ki, sen azametli bir ahlak üzerindesin) âyeti ondaki ilim ve ahlakın kâinat çapınca olduğunu bildirdiği gibi sünnet-i seniyyeye ittiba eden her bir mümin de o nûr-u Muhammedî’yi (SAV) içinde yansıttığı nisbette o ahlak-ı kudsiyeden ve âdâb-ı nurâniyeden hissedar olur, âyetin külli hakikatine ve sırrına mazhar olur.
Hem bu âyet ilim hakikati ve onun hazmı hakkında olan Kalem sûresinde geçmekle dikkat çekicidir. İlim-ahlak-âdâb ilişkisine işaret eder. Hem bu âyetin öncesinde Rabbü’l-âlemîn şöyle buyurur: “Mâ ente bini’meti Rabbike bimecnûn. Ve inne leke leecran ğayra memnun”[4] (Sen, Rabbinin nimeti sayesinde nura ermekle mecnun, cinlenmiş olmadın, karanlıklarda kalmadın. Fakat onlar karanlık fikir ve kap karanlık his sahibi birer cinli yapı oldular. Sen bu nurlu halinle sonsuz ücretleri hak ettin ve alacaksın.) Sonraki âyetler ise, bu cinlenmiş kara ruhlu, karanlık fikirli, karanlık hissiyatlı yapının en büyük özelliğini “meftun”[5] (takıntılı, obsesif) olarak sunar. Sonra da 11 mertebe ile bu hasta halin ileri seviyelerini gözlere gösterir. Silsilenin en sonunda Hind İrfanı’nda Ganeş denilen “Fil kafalı bir İfrit” e insanın nasıl dönüşüp mesholduğunu, insanlıktan çıktığını “Onun hortumunun üzerine rezaletini ilan için damga basacağız”[6] diyerek bitirir.
İnsan hayırlı bir ruh olup, bir Ruhu’l-Kudüs; nurlu bir ruh olup bir Ruhu’l-Emîn hakikatlerine ayna olmazsa; habis ruhlu bir İblis ve necis ruhlu birer şeytan olur. Hak ve hakikate ayna ve levha olacağına, tam tersine kalın bir perde ve aşılmaz bir duvar haline gelir.