İlim, Nefs ve Ene-3 (Nefs mertebeleri izahı)

Erdem AKÇA

Sual: Hadiste geçtiği bir kediyi öldürmek, gazaba ve azaba yol açıyor. Köpeği ihya etmek ise, erdiriyor. Nefs-i emareye sembol oluşu açısından ölüm mü hayırlıdır, yaşaması mı?

El-Cevap: Kur’an’ın hikmet dünyasına göre duruma göre değişir. Bazen ölümü hayırlıdır. Yani nefsin hiçbir arzusunu -meşru veya gayr-ı meşru- yerine getirmemek, ne istiyorsa tam tersini yapmak, dünyayı ona bir cehennem ve azap yapmak bazen daha hayırlıdır. Evet nefs-i emmare köpeği kudurmuşsa, yanına hiçbir kimseyi yaklaştırmıyorsa, devamlı surette etrafını dişleyip içindeki kuduz mikroplarını, karanlık fikir ve his tohumlarını çevresine yayıyorsa, ölmesi yaşamasından daha hayırlıdır. Hz. Musa (AS) böyle berbat bir ruh hali içine düşmüş İsrailoğulları halkına seslenir: “Fetûbu ila bâriikum fektulû enfüseküm zâliküm hayrun leküm ınde bâriiküm”[1] (Siz buzağıyı ilah edinmekle kendinize zulmettiniz. Hemen tövbe edin. Nefislerinizi öldürün. Bu yapacağınız öldürme Bâriiniz olan Allah'ın yanında, beka ve sonsuzluk âleminde sizin için daha hayırlıdır.) İsrailoğulları bu zararlı halleri, tehlikeli nefs-i emmareleri ile başka insanlara zarar vermesinler diye Bâri-i Zü’l-Celal onları 40 yıl Tih sahrasında 2 çeşit zıt yiyecekle acı bir riyâzete tabi tuttu, onların nefislerini çölün sıcağında açlık ve susuzlukla katletti.

Eğer nefisler böyle kuduzlaşmamış, dünyanın çamuru ile kirlenmemiş, bulanık suyunu içip hastalanmamış ise o vakit onun yaşatılması, Kur’an’da hikmetle sıralanan 7 kademeyi adım adım yaşaması kişi açısından daha hayırlıdır. Bu yönün olabileceğini ve nasıl olacağını anlatan bir rüyayı Burak bir isminde bir arkadaşımız ve sohbet kardeşimiz görmüştü. Şöyle ki: “Görüyor ki rüyasında bir köpek ona saldırıyor. O da köpekle boğuşmaya başlıyor. Eline aldığı bir şeyle de köpeğin kafasına vurmaya başlıyor. O vurdukça köpek bir insan suretine bürünüyor.” Rüyanın bildirdiği üzere Burak kardeşimiz de öfkeli, dışa dönük bir karakterli! Hem rüyanın bildirdiği üzere onun nefsinin öfkesiyle mücadelesi onun kafasına, “kendini kınama ve tenkid etme” ile balyoz gibi vurması onun nefsini aklı başında bir insan haline getiriyor. Köpek ve özellikle öfkeli bir köpek laftan anlamaz iken, insan laftan anlar, söz ile kendine çekidüzen verir. Kur’anın bildirdiği 7 mertebe aynı bu rüyanın bildirdiği üzere bir tezkiye ve terbiye yolu ve yolculuğudur. Hayvani fıtrattaki nefs-i emmarenin, insaniyet ve ünsiyet kesbetmesidir.

Nefs, emmare halinde iken öfkesiyle herkesi ısıran, saldırgan bir köpek; korkusuyla herkesten kaçan, ürkek bir kedi konumundadır. Köpek gibiyse, kafasına tenkit tokmağını vurmakla; kedi gibiyse iştahlandığı şeyleri verip korkusundan ötürü onu eleştirmekle o insanlaştırılabilir. Bu aşama, levvame aşamasıdır. Saldırgan bir öfke eğer ifratsa, her şeyden kaçırtan bir korku da tefrittir. Vasat ise, hayırlı olandır; ne mahrum eder, ne zulmettirir.

Levm denilen “manevi tokmak” la kendini eleştirme aşaması ile akıl ve şuur sahibi, sağlıklı bir his sahibi hale gelen nefs, insanca bir terbiye ve tezkiye dairesine girer. Yani ilham alır... İlham, kişiye hakikati bildiren İlâhî bir mesaj ve sinyaldir ki kalb telefonuyla duyulur, vicdan aynasıyla okunur. Böyle bir nefis hak ve batıl, hakikat ve dalalet, hayır ve şer tam nedir bilmediği, içyapısında bunlar ayrışmadığı, hem dünya bir imtihan dünyası olduğu için iki çeşit ilhamla muhatap olur:

a) İblis ilhamı.

b) Cibril ilhamı... Kuran bu iki ilhamın neticesinde olanlarla içyapılarını açıyor. “Feelhameha fücûreha ve takvâha[2] (Nefsi düzenleyen Allah, İblis ve Cibril’in dilleriyle günahı ve takvayı ilham eder.) İblis’in ilhamı, kişiyi “fücur” a sevk eder; Cibril’in ilhamı ise “takva” ya... Fücûr, Allah'ın yasakladığı şeyleri yapmak, hayat enerjisini güneşin fecir vakti zararlı ışınları gibi etrafa yaymak demektir. Emmare bir nefis, hakikatleri ifrat-tefrit hallerinden ibaret olan haramları arzular. Haramı işlemek, fücurdur. Takva ise, haramları, Allah'ın yasakladığı şeyleri yapmama; onları yaparak vicdanını, ruhunu zedeleme ve kirletmeden kendini çekip almadır. Buradaki sıralama gösteriyor ki, kişinin kalb kulağı açılmaya başladığında ilk karşısına çıkacak ilham, bir imtihan olarak İblis’ten gelecek. Bu ilhamın günaha sevk ediciliğini görerek kaynağını bilen kişi, Cibril ilhamını almaya ve takva damgasını üstünde okumaya hak kazanacaktır.

Sonraki âyet takvaya sevk eden ilhama, o kudsi sese tabi olmanın neticesine hemen geçer: “Kad eflaha men zekkâha” (Kendini, nefsini arındırmaya çalışan ve çabalayan kişi kurtuluşa, külli ve kudsi bir nefse erişmeye çok yakındır.) Kuranda sıklıkla müttakilere cennet vaad edilişi[3] gösterir ki, bu takvayı kendine karakter, değişmez bir özellik yapanlar, kesinlikle kazanırlar. Sonraki âyet de İblis ilhamını dinleyen, kişinin akıbetini bildirir: Haybet ve hüsran...

Cibril’in kudsi ilhamı ile kendini haramlardan, ifrat-tefritten çeken bir nefse Rabbü’l-âlemîn, “Furkan” denilen bir göz hediye eder. Allah'ın şöyle bir vaadi var: “İn tettekullâhe yec’alleküm furkânen…[4] (Ey imanda ilerleyen gerçek iman sahipleri! Eğer siz Allah'tan sakınırsanız, takvalı olursanız Allah sizin için bir furkan yapacak, sizin içinize rahmet ve fazl hazinesinden indirecek! Sizden kötülüklerinizi örtecek, sizin kusurlarınızı bağışlayacak! Allah, azametli fazl sahibidir.)

Furkan, hak ve batıl, hakikat ve dalalet, hayır ve şer bütün zıtları ayrıştıran, kişiye İlâhî ve kudsi olanları, şeytânî ve nefsânî olanları fark ettirecek İlâhî bir nur, bir göz ve rehberdir. Âl-i İmran suresi bu furkanın, İlâhî bir rahmet olarak manevi âlemlerden geldiğini, Tevrat ve İncil, Kuran ve Zebur gibi kudsi bir ikram olarak eski dönem insanlarına da verildiğini ve ihsan edildiğini bildirir.[5]

Takvanın açtığı kudsiyet âlemi, hem nefsi terbiye etmeye, onu ifrat-tefritten uzak tutmaya yol açar, hem ona kudsi işlerin, yapıcı; şeytânî işlerin ise, neticede yıkıcı olduğunu gösterir. Bu sistem dâhilinde olan bir nefs, hakikate tabi bir hayata girmiş ve yaşamaya başlamış olur. Hakikatlerle örgülenen bir hayatın aydınlık ve kudsî ikliminde, ifrat ve tefritten azade olarak, sırat-ı müstakim üzere bir gidişatla “hakk” ı görmeye başlar. Bu görüş onda “itminan” hissi doğurur. Bu his, ona “emniyet” verir. Bu seviye, nefs-i mutmainne seviyesi olup nefsin iman etme aşamasıdır. Hakikatin kudsiyeti, öfkeli köpeksi yapıyı sakinleştirdiği gibi hakikatin nuru da korkular cehenneminde azab çeken kedimsi karaktere bir sükûnet ve bir teselli olur. Öfke, selamete; korku, emniyete yerlerini bırakırlar.

Kur’anın hikmetle vurguladığı üzere, itminan ancak görmekledir. Hz. Peygamber’in (ASM) bildirdiği üzere: “Hz. Musa, Tur dağında Allah'tan vahiy yazılı levhalar alır. Fakat kavminin buzağıya tapmaya başladığını Allah ihbar edince öfkeyle levhaları alır ve halkın yanına iner. Halkın buzağı heykeline taptıklarını gördüğü an öfkesi katmerleşir ve levhaları yere atıp kırar.” Bu noktada Hz. Peygamber (ASM) şu veciz ve derin sözü söyler “Leyse’l-haberu ke’l-ayan[6] (Bir şeyi işiterek haber almak, onu görmek gibi değildir.) Hz. Musa (AS) gibi dışa dönük bir karakter için görmek, işitmekten çok çok önemlidir, daha tesirlidir. Zaten O (AS) “Hak bu ki Sen, Harun ve beni sonsuz bir özel görüşle gören Basîr'sin” diye Allah’a seslenir.[7] Fakat içe dönük, kedimsi bir yapı en ufak bir ses duysa onun korkması için yeter artar bile... Bu yönü anlatma sadedinde Kur’an içe dönük yapılı münafıkları şöyle anlatıyor: “En ufak bir şiddetli sesi kendi aleyhlerinde zannederler.[8]

İlham, nefse hakikati bildirir. İlhamın takva üzere kurduğu bir hayatı yaşamaya başlama, haramları terk etme ise ferdî ve sosyal hayatta hayır-şer, hak-batıl üzere olan bütün muamelelerin akıbetlerini kişiye göstermeye başlar. Bu furkan nuru, dinin daima hakka, hayra, dengeye, istikamete, takvaya, ihlasa, sevgiye davet ettiğini; daima yapıcı, yararlı, temiz, hoş, güzel iş ve uygulamaları insana tavsiye ettiğini gözüyle görür. Dinden uzaklaşanların, uzaklaşmaları nisbetinde bencilleştiklerini, dengesizleştiklerini, özlerinin ve yüzlerinin karanlıklaştığını, Allah'ın haram kıldıklarını işlediklerini, hırçınlaşıp saldırgan bir halle veya melankolik çökmüş bir görüntüyle pusulasını kaybetmiş bir gemi haline düştüklerini; gittikçe artan bir şekilde zararlı, kirli, iğrenç ve yıkıcı iş ve fiiller içinde yuvarlandıklarını gözüyle görür. Bu görme ve müşahede “Kulillâhu yehdî li’l-hakk[9] (De ki: “Allah, hakka hidayet edicidir, hak üzere bir hayat vericidir. Ona ortak koştuğunuz hangi sistem, hangi put, Allah'a tabi olmadan, sizi hakka tabi bir hayata eriştirebilir?”) âyetinin değişmez, külli, ezelî-ebedî bir hakikati ifade ettiğinin nefs açısından görülmesidir. Bu seviyede nefsin kulağına şu âyet fısıldanır: “Siz şükretseniz ve imanınızda günden güne ilerleseniz Allah size niye azap etsin? Allah şükre, karşılık veren Şâkir; kalplerde gizli olan imanı bilen Alîm'dir.[10]

Üstad Bediüzzaman, hikmet-i kudsiye olan Kur’an'ın öğrettiği ve gösterdiği sağlam delillerle nefsin itminanını sağlayacak, hem bu itminanı gökler ve yer, geçmiş ve gelecek kadar genişliğiyle o nefse kazandıracak tevhid delillerini yazdığı 16. Söz’ün başında şöyle der: “İtminan-ı nefsime medar (vesile ve yörünge) olacak, zulmeti (manevi karanlığı dağıtacak, şu âyetin nurundan 4 şuaı (ışını) göstermekle kör nefsime bir basiret vermek için yazılmıştır.” Bu sözün verdiği ışık, itminan ve tevhid bakışıyla namazı açıklar ve bitirir. Sonra mucize-keramet; kanun-sünnetullah her şeyin Allah'a yönelince mümkün olduğunu anlatır. Sonra 17. Söz’e geçip nefse kendisinin ve dünyanın fâniliğini anlatıp bu mümin nefsi kendi hakikatini bulma ve bilme, Allah'a tahkiki bir imanla kul olma yolculuğuna çıkartır ve der ki:

Bil ey Hod-gâm (kendi keyfine düşkün)! Bu dünyada saadet terk-i dünyada

Hudâbin isen (Allah’a âşıksan, Ona odaklıysan ve gözün Onda ise), O kâfidir, bıraksan da bütün eşya lehinde.

Ger hodbin (kendine âşık, kendine odaklı ve gözü kendinde) isen helâkettir (tükeniştir), ne yaparsan bütün eşya aleyhinde.

Demek terki gerektir her iki halde bu dünyada.

Terki demek: Hudâ (Allah) mülkü, Onun izni, Onun namıyla bakmakta.

Ticaret istiyorsan ger (eğer), şu fâni ömrünü bâkiye tebdilde (değiştirmede .

Eğer nefsine talipsen, çürüktür, hem temelsiz de.

Eğer âfâkı (dış dünyayı) istersen, fenâ (fânilik damgası üstünde.

Demek değmez ki alınsa, çürük maldır hep bu çarşıda.

Öyleyse geç, iyi mallar dizilmiş arkasında.[11]

Hem der: “Eyvah aldandık. Şu hayat-ı dünyeviyeyi (dünya hayatını) sabit zannettik! O zan sebebiyle bütün bütün zâyi ettik. Evet, şu güzerân-ı hayat (hayat yolculuğu) bir uykudur; bir rüya gibi geçti. Şu temelsiz ömür dahi bir rüzgâr gibi uçar, gider.

Kendine güvenen ve ebedî zanneden mağrur insan zevâle mahkûmdur, sür'atle gidiyor. Hane-i insan (insanın evi) olan dünya ise, zulümat-ı ademe sukut eder (yokluk karanlıklarına düşer.) Emeller (umutlar) bekasız, elemler (acılar) ruhta bâki kalır.

Madem hakikat böyledir. Gel, ey hayata çok müştak ve ömre çok talip ve dünyaya çok âşık ve hadsiz emellerle ve elemlerle müptelâ bedbaht nefsim! Uyan, aklını başına al! Nasıl ki yıldızböceği kendi ışıkçığına itimat eder, gecenin hadsiz zulümatında (karanlıklarında) kalır. Balarısı kendine güvenmediği için gündüzün güneşini bulur; bütün dostları olan çiçekleri, güneşin ziyasıyla (ışığıyla) yaldızlanmış müşahede eder. Öyle de, kendine, vücuduna ve enaniyetine ( benliğine ) dayansan, yıldızböceği gibi olursun. Eğer sen fâni vücudunu, o vücudu sana veren Hâlıkın (Yaradanın) yolunda feda etsen, balarısı gibi olursun, hadsiz bir nur-u vücut (varlık nuru) bulursun.[12]

Sonra bu yolculuk Onu iki putla karşılaştırır: Dışa dönükler, bu sebepler dünyasının kaynağı olan “Tabiat” ı; kedimsiler ise, “Ene” yi karşılarında bulurlar. 18. Söz bu iki putun mahiyetini, vazifesini, onların nasıl şeffaflaşıp Allah ve Rahman isimlerine birer ayna haline geleceklerini Resûl-u Ekrem’in (ASM) metoduyla gösterir ve öğretir. 19. Söz ise, her sözü hikmet ve hak, ilim ve hakikat, kudsiyet ve nur olan Resul-i Ekrem’in (ASM) rehberlik, mürşitlik, üstadlığı ile kişiyi muhatap haline getirir. Sünnet-i Seniyye’nin hakka ve hakikate ne kadar uygun olduğunu, hem sünnetin Allah'ın rızası için yaşanılan bir hayat, beşerî bir gayret olduğunu bildirir ve gösterir. Bu seviye ile artık nefs, Allah'ı tevhidle tanıyan, hüsün ve cemalini, haşmet ve celalini görmekle Onu seven bir kul olur. Onun rızasını kazanmaya çalışır. Allah'ı tanıyan ve seven onun verdiği sonsuz nimetlerden razı olan bu nefse, “Nefs-i Râdiyye” denilir. Bu nefis Allah rızası için isteyerek namaz kılar, oruç tutar, infak eder, umre yapar, teheccüd kılar, zikir yapar vs...

Ne zaman ki ona cihad hakikati açılır ve başkalarının nefs-i emmarelerini o bencillik cehenneminden kurtarma çabası fikri inkişaf eder. O vakit “Nefs-i Mardiyye” makamına çıkar. Çünkü Meryem suresinin 55. âyetinin bildirdiği üzere “Maddi-manevi yakınlarına namazı ve zekâtı emreden; onların “ene” sini (benliğini) namazla eriten, “nefs” lerini zekâtla temizlemeye çalışan kişi Allah'ın razı olduğu bir seviyeye gelir.” Bu seviyeye, “İslâmiyet”[13] denilir. Yani nefs-i mardiyye, müslüman olmuş nefistir. Nasıl ki kişi nefsin ifrat-tefritini aşıp vasata ermekle iç dünyasında kudsiyet ve selameti elde eder. Aynen öyle de namaz ve zekâtla da başkalarının nefislerini tadil eden, dengeye getiren kişi başkalarının da selamet ve kudsiyetlerine vesile olur. Ki İslam, buna denilir. İslam, nefis ile Allah'ı ve yarattıklarını barıştırmaktır.

Nefsin son mertebesi ise, hikmet ve kudsiyet içeren haklı hükümleri Kur’andan ders alarak Allah'ın cemal ve kemâlini kâinattaki tecellileri içinde görüyormuş gibi Allah'a kulluk etmek olan “Nefs-i Zekiyye” veya “Nefs-i Sâfiyye” dir. Bu seviye, nefsin sırf Allah için iş yapması, onda fâni olması, ihlası yaşaması, bir muhsin olmasıdır. “İnnallâhe meallezînettekav vellezîne hum muhsinûn[14] âyeti nefsin bu İlâhî maiyyet ve beraberliği takva ile kazanmaya başladığını, ihsan seviyesinde ameller ile de bunu kemâle erdirdiğini bildiriyor. “İnnallâhe yuhibbu’l-muhsinîn[15] âyetleri ise Allah'ın, sevgisini, nefse bütün zerreleriyle hissettirişini bildirir. Bu yüce seviye nefsin, “Mahbubiyet makamı” olan Muhammediyet arşının gölgesine girmesinin kapısıdır. Bu yücelik yolu, nefsi ve onun iştahlarını, onun kötü yapılı fakat düzeltilebilir yönlerini kırmak ve öldürmekle değil, Kur’anın örgüsü içinde gözüktüğü gibi onu bütün yönleriyle tezkiye ve terbiye etmekle olabilecek bir hayır ve selamet, nur ve saadet yoludur. Üstad Bediüzzaman Mesnevi-i Nuriye isimli eserinde der ki:

Ey kardeş bil ki! Nefs çok acib (sıradışı) bir şeydir ki; sayısız âletlerin ve nihayetsiz mizanların (terazi ve tartıların) bir mahzenidir. Eğer bu nefis tezekki ederse (arınırsa), bütün bu âletler, mizanlar, Esma-i Hüsnâ’nın nihayetsiz hazinelerinin cilvelerini derketmeye (anlamaya) vasıta olacak bir şey olur. Yoksa eğer nefis, isyan ve tuğyan (taşkınlık) ederse; o kıymettar âli âletlerin ve o çok nazik ve gâlî mizanların (kıymetli terazilerin) mahzeni olmasına bedel, yılanlar, akrepler ve haşerâtın bir mağarası hükmüne geçer.

Binâenaleyh, nefsin birinci şekildeki vaziyeti kesbetmesi (elde etmesi) için, evlâ ve ekmeli, -Allâhu a’lem- onun fenası değil, bekasıdır.

Evet, sahabelerin sülûk ettikleri (yol aldıkları) tarzda, nefsin tezkiye ile diri ve bâki kalması; Evliyânın ekserîsinin sülûk ettikleri olan, bütün bütün ölümü ile neticelenmesinden daha çok sırr-ı hikmete muvafık geliyor. Evet nefsin cürsûmesinde (embriyosunda) şedid bir açlık, azîm bir ihtiyaç, acib bir zevk vardır. Eğer bu seciyelerinin (karakterlerinin) mecraları hikmet-i hilkatına uygun olan bir tarzda tahavvül ederlerse (hal değiştirir, dönüşürlerse), o zaman mesela ondaki mezmum (yerilmiş) hırs, doymak bilmeyen bir iştiyaka inkılab eder… ve onun meş’um (uğursuz) gururu, bütün envâ-ı şirkten necatına (şirk türlerinden kurtulmasına) vesile olur… ve ondaki kendine nefsine ve zatına karşı şedid (şiddetli ve güçlü) muhabbet, Rabbine karşı zâtî ve fıtrî bir muhabbete tahavvül eder. Ve hâkezâ, tâ bütün seyyiâtı hasenâtlara inkılab edinceye (kötülükleri iyiliklere dönüşünceye) kadar gider.[16]

Devam edecek

[1] Bakara sûresi, 54.

[2] Şems sûresi, 8.

[3] Mesela Muhammed suresi, 15; Nebe suresi, 31 gibi…

[4] Enfal sûresi, 29.

[5] Furkana mazhariyette en ileri hal “Fâruk” olmadır. Hz. Ömer gibi... O (RA) der ki: “Biz haram olur endişesiyle, şüphelidir korkusuyla 70 helali terk ettik.” Takva arttıkça kudsiyet de, ilham da artar. Hz. Peygamber (ASM) der: “Allah, hakkı Ömer’in dili ve kalbi üzere kıldı.” (Sahih-i İbn-i Hibban )

[6] Sahih-i İbn-i Hibban, Cilt II; İbnü’l-Esir, Üsdü’l-Gâbe.

[7] Taha sûresi, 35.

[8] Münâfikun sûresi, 4.

[9] Yunus sûresi, 35.

[10] Nisa sûresi, 147.

[11] Sözler, 17 Söz, 2. Makam.

[12] Sözler, 17. Söz, 2. Makam, Fârisî Münâcât.

[13] “Sâni-i Mevcudat ve Sahib-i Kâinat ve Rabbü'l-Âlemîn olan Hâkim-i Ezel ve Ebedin marziyât-ı Rabbâniyesi olan İslâmiyetin—başta namaz olarak—esasatı..” (Sözler, 31. Söz, 4. Esas, 2. Meyve)

[14] Nahl sûresi, 128.

[15] Âl-i İmran sûresi, 134; Mâide sûresi, 13.

[16] Mesnevi-i Nûriye, Badıllı Tercümesi, 529-530.

Yorum Yap
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
Yorumlar (3)
Yükleniyor ...
Yükleme hatalı.