Emekli müftü Fehmi Türkmen: Türkçeyi Risale-i Nur okuyarak öğrendim

Medreselerde yetişmiş, Risale-i Nur ile hemhal olan emekli müftülerden Fehmi Türkmen Hocaefendi ile yapılan bir söyleyişi vefat yıldönümü vesilesiyle yayınlıyoruz

Röportaj: Salih Okur-Cevaplar

8 Aralık 2020 tarihinde dar-ı bekaya uğurladığımız emekli müftülerimizden Fehmi Türkmen Hocaefendi'yi hane-i saadetlerinde ziyaret ederek hatıralarını almıştık, denizden bir damla kabilinden de olsa... Hocaefendi'nin tevazu ve mahviyeti, hilm ile şefkati bizi çok etkiledi. Cenab-ı Hak kendilerinden ilelebed hoşnud ve razı olsun. Ruhu şâd olsun.

FEHMİ TÜRKMEN KİMDİR?

1947 yılında, Muş'un Hasköy ilçesine bağlı Koçköy'de doğdu. Birçok medresede Arapça, fıkıh, kelam, tefsir, hadis, akaid gibi konularda ders aldı.

İlk, orta ve lise eğitimini açık öğretimden bitirdi. Çeşitli yerlerde İmam- Hatiplik görevi yaptıktan sonra, Erzurum Yüksek İslam Enstitüsünü kazandı ve bu okuldan mezun oldu. Yabancı dil olarak, Arapça ve Farsça bilmektedir.

Manisa ili Soma ilçe vaizliği, Almanya'da din görevliliği, Afyon-Çay, Mersin-Mut, Adana-Pozantı ilçelerinde İlçe Müftülüğü, Şanlıurfa İlahiyat Fakültesi'nde Arapça öğretim görevliliği yaptı. 2012 yılında Manisa'nın Ahmetli ilçesinden Müftü olarak emekliye ayrılmıştır. 8 Aralık 2020 tarihinde Hakkın rahmetine kavuştu.

BİR DERS HOCASI ARIYORDUM

Hocam, isterseniz tahsil hayatınıza nasıl başladığınıza değinerek bir giriş yapalım..

Benim ilk hocam merhume annemdir. Bana Kur'an okumayı öğreten odur. O sıralar köyümüzde imam yoktu. Daha sonraları köyümüze bir imam geldi. Kur'an-ı Kerim'i onun yanında hatim ettim. İsmi Molla Hasni idi. Kendisi de Ohin talebelerindendir. Kur'an-ı Kerim ve Şafii fıkhına dair İbnul Kasım Şerhi Gayet'ül- İhtisar'ın bir kısmını, Kürtçe Mevlid, Nubahar (Molla Ahmed-i Hani hazretlerinin Arapça-Kürtçe sözlüğüdür, çok güzel bir kitaptır) ve İzzi'nin baş kısmını onda okudum.

Daha sonra hocam olan Molla Masum aynı zamanda ana bir üvey ağabeyimdir. Kendisi askerden geldikten sonra onun yanında İzzi'yi, Avamil, Zuruf, Terkib, Sadullah-ı Sagir, Şerh-i Mugni, Sadeddin, Hel, Sadullah Gevre, Netaic ve Suyuti'nin baş taraflarını okudum.

Bu ne kadar sürdü?

Altı-yedi sene kadar sürdü. O zaman daha küçüktüm zaten. Ondan sonra Seyda Masum'un yanından ayrıldım. Batman'ın Kozluk ilçesine bağlı Ulaşlı köyü var. Orada bulunan Veysel Karani hazretlerinin türbesini ziyaret ettim. Bir ders hocası arıyordum. Allah rahmet eylesin, köyün ağası Nahif ağa bana "sen bir hoca arıyormuşsun" dedi. "Evet" dedim. "Ya bizim köyde iyi bir âlim var, Molla Muhyiddin Havili'nin arkadaşı. Biz de talebe arıyoruz. Sen gel bizim köyde oku" dedi. "Olur" dedim. Hocamız Molla Muhyiddin Nâri, Şeyh Ahmed Haznevi'nin sâliklerindendi. On beş gün kadar onun yanında Suyuti'den okudum.

Tekrar hoca aramaya başladım. Doğrusu o günlerde şeyhlere karşı biraz soğuktum. Bir ziyarete giderken, baktım ki birisi ziyaretin çeşmesinin yanında durmuş, herkes sıraya girmiş, onun elini öpüyor. Bu durum çok tuhafıma gitti ve biraz da rahatsız oldum. Ben ziyaretimi yaptım, orada epey kaldım, baktım sıra devam ediyor. Merak ettim, ben de sıraya girdim. Hiç bilmediğim, görmediğim, tanımadığım bir insan. Elini öperken "Molla Fehmi sen hoş geldin" dedi. Ben çok şaşırdım. İsmimi ben söylemeden söyledi. Bu bir keramet idi. "Babanı ve Molla Masum'u tanıyorum" dedi ve "nerede kalacaksın?" diye sordu. "Otele gideceğim" dedim. "Öğrenci olup da otele mi gideceksin? Yok, bana misafirsin" dedi. Ben kendisini orada ikamet ediyor sandım, meğer o da misafirmiş. Tabii orada müridleri var. Bir eve gittik. Orada evin damında kaldık.

O zatın ismi neydi?

İsmi Şeyh Maruf. Kendisine "Seyda, sizin yanınızda kalıp okumak istiyorum" dedim. "Bak, ben Suyuti okumadım. Sen eğer dersi kendi kendine kavrayabileceksen gel, benim yanımda beş-altı talebe var, ama ben Suyuti okumadım" dedi. Meğer o da Bismil'e bağlı Mezra adlı bir köyde imammış meğer, sonra öğrendim.

Böylece Şeyh Maruf'un yanına gitmiş oldum. Çok değerli, keramet sahibi bir zattı. Aslen Gercüş, Becirman seyyidlerindendi. Belli bir süre Suyuti'nin bir kısmını onda okudum. Dersimiz çok feyizliydi. Hatta bana dedi ki; "bak sen ileride göreceksin, Suyuti'nin en kolay yeri sana burası olacak." Hâlbuki zor bir yerdi. Bana "sen ne kadar anlarsan o kadardır, senin anlamanla bu iş olur" demişti.

Sonra Arapkend'e gittim. Seyda Muhammed Arapkendi'den teberrüken bir ders aldım. Orada Seyda Molla Muhammed adlı başka bir hocada okumaya başladım. Bir kaç gün okuduktan sonra kendi kendime dedim ki; "Yok, ben Seyda'dan okumazsam burada kalmayacağım."

TABİİ BEN ZEKÂT TOPLAMIYORDUM

Yani Muhammed Arapkendi'de mi?

Tabii tabii Muhammed Arapkendi'de. Allah rahmet eylesin, bana teberrüken bir ders vermişti. Kendisi çok değerli bir âlimdi.

Sonra Geresihan'a gittim. Orada Molla Havi vardı. Kendisi orada imam ve müderristi. Biraz da orada okuduk.

Sonra, ne yapacağımı düşünmeye başladım. Seydam Şeyh Maruf'u çok seviyordum ama onun yanında kendi kendime Suyuti'yi zor bitirirdim. Şeyh Maruf da benim kendisinin yanından ayrılmamı istemiyordu. "Şeyh Abdülhakim'in yanına gideyim, onunla istişare edeyim" dedim. O zaman kendisi Gadir köyündeydi. Oraya gittim, durumu anlattım. "Şeyh Maruf'u tanıyorum. Sen öğrencisin. Bir şey olmaz. Benim Molla Yahya isminde bir hocamız var, sen onun yanına git" dedi ve teberrüken de bir ders verdi.

Molla Yahya merhum o zaman Kozluk'un bir köyü olan Melkişa'da bulunuyordu. Orada bir iki ay kadar kaldım. Hakikaten Molla Yahya çok değerli bir âlimdi, çok mütevazi idi, Allah rahmet eylesin.

Tabii ben zekât filan toplamıyordum. Babamın verdiği para da bitmişti. Elbisem de ayakkabım da yırtılmıştı. Babam da -Allah rahmet eylesin- o sırada benim nerede okuduğumu bilmiyordu. O köyde de bir zat vardı, çok zengindi fakat çok cimriydi. Bana "illa sana elbisem alayım" diyordu ama ben kabul etmiyordum. Sonra babama bir mektup yazdım "ben falan yerdeyim, bana para gönder" dedim. Babam köyde ziraatla uğraşıyordu.

(Molla Yahya)
O zaman biz Molla Yahya'nın yanında okurken ara sıra Şeyh Abdülhakim'in yanına -o zaman Gadir köyündeydi- giderdik. (Not: Merhum Molla Yahya Pakiş Efendi de hatıralarında; "Gavs Hazretleri yaz aylarında kaldığı 'Gadir' köyünde hemen her Perşembe teveccüh yapardı. O an ders verdiğim 'Melkişa' köyüne 10 km. uzaklıkta bulunan 'Gadir' köyündeki bu teveccühe yetişmek için Perşembe günleri sabah namazından sonra derslerimizi hızlı bir şekilde bitirir ve talebem olan kardeşlerimle teveccühe yetişirdik" demektedir. (Salih Okur)

Teveccüh yaparlardı, ona katılırdık. Seyda Abdülbaki de bizimle beraberdi. O Sadini okurdu, ben Suyuti okurdum. O benden yaşça büyüktü ama ben küçük yaşta okumaya başladığımdan ve Seyda Molla Masum bana çok emek verdiğinden kitapta ilerideydim. Seyda Abdülbaki ile çok ders müzakeresi yapardık. Kendisi çok mütevazı, çok mükemmel bir insan.

(Şeyh Abdülhakim)
Bir gün yine şeyh Abdülhakim hazretlerini ziyarete gitmiştik. Köyün alt tarafında bir yerde ders müzakeresi yapıyorduk. O sırada su tankerlerinden biri köye girdi. İçerisinden bir adam indi, "Ahh keşke babam olsaydı" dedim. Seyda Abdülbaki "belki baban da olabilir" dedi.
Akşama doğru beraber köye gittik.

Seyda Yahya'nın atını ben ahıra çektim. Beraber köye girerken bir adam karşımıza çıktı Seyda ona "nerelisin" diye sordu. O da "arkandan gelen beni tanır" dedi. Baktım ki babam, koştum elini öptüm. Bu vesileyle maddi darlığım izale oldu.

İki ay kadar Molla Yahya'nın yanında kaldım. Ondan sonra Ohin'e gittim. "Kimde okumak istersin" dediler. "Şeyh Saffetullah'ta" dedim. Şeyh Saffetullah, Şeyh Mazhar'ın oğlu idi.

İŞARATÜ'L İ'CAZ'IN BİR KISMINI OKUDUK

Bu sırada kaç yaşlarındaydınız?

17-18 yaşlarındaydım. Suyuti'nin sonlarından Molla Cami'nin son kısımlarına kadar Şeyh Saffetullah'ta okudum. Allah rahmet eylesin, o zaman gençti ve çok güzel bir âlimdi. O esnada teberrüken Şeyh Mazhar'dan, Şeyh Halid'den ve Şeyh Asım'dan ders aldık.

(Molla Masum)
Daha sonra tekrar ağabeyim şeyh Masum'un yanına gittim. Molla Cami'yi onda bitirdim. Sonra medrese usulüne göre İsagûci, Hüsâmkati, Muhyiddin, Kavl-i Ahmed, Fenari gibi kitapları orada okuduk. Yine Va'd ilmine dair Risale-i Vad'i, İstiare'yi onda okuduk. Âdâba dair "Ulug" adlı kitabı onda okuduk. Mantık'a dair Şerh-i Şemsi'yi onda okuduk. Muhtasar, Cem'ül Cevami ve Şerh'ül Akaid'i yine seydamızdan okuduk. Seyda Masum büyük bir âlimdi, feraiz ilmini de çok iyi bilirdi. Feraiz'i de onda okuduk. Feraiz ilmine dair merhum Şeyh Alaaddin Efendi'nin Feraiz kitabı var, onu okuduk.

Yine Celaleyn Tefsirini ve İşaratü'l İ'caz'ın bir kısmını Seyda Molla Masum'da okuduk. İşaratü'l İcaz'ın Fatiha kısmını okuduktan sonra Elif Lam Mim kısmına geldiğinde Seyda "valla gerisini ben okutamam" dedi, okutmadı. Böylece 1967 senesinde Şark'ta okunan sıra kitaplarını bu şekilde bitirmiş olduk.

BEN HİÇBİR TEFSİRDE ÖYLE BİR İZAH OKUMAMIŞTIM

Seyda Molla Masum'un Üstad Bediüzzaman'ı ziyareti var, onu da anlatır mısınız?

Seyda, Muş'un Andak köyünde imamdı. Biz o sırada kendisinden okuyorduk. 1959 yılıydı, Seyda, Üstadı ziyarete gitti. Anlattığına göre Üstadın huzurunda 15 dakika kalmış ama çok heyecanlanmış, ürpermiş. Diyordu ki "Heyecanımdan dolayı tutuldum, hiç konuşamıyordum. Ama aklımdan geçen sorulara Üstad cevap veriyordu."

SEYDAMDA SÖZLER'İN OSMANLICASI VARDI 'ACABA BU NASIL BİR KİTAPTIR' DİYE OKUMAYA BAŞLADIM

Siz daha önce risaleleri okumuş muydunuz?

Hayır, dediğim gibi İşarat'ül İ'caz'ın baş kısmını Seydamız okutmuştu o kadar. Seydamız, Şeyh Halid-i Ohini'nin halifesiydi. Üstadı da çok severdi, ama risaleleri okumamıştı. Biz de risaleleri mantık okurken tanıdık.

Tanımamız da şu şekilde oldu; biz o zaman şöyle düşünürdük; 'bunlar Türkçe kitaplardır, bizim okumamıza gerek yoktur, bizler zaten âli ilimleri tahsil ediyoruz.' Zaten Türkçe de bilmiyorduk.

Bir gün canım çok sıkılmıştı. Eve geldim. Seydam da 'Sözler'in Osmanlıcası vardı. Onu görünce "acaba bu nasıl bir kitaptır" diye okumaya başladım.

O köyün insanları da Risale-i Nur'a çok muarızdılar. Kitabı okuduğumu görseler Seydama zarar verirler, kendisini şikâyet ederler diyerek kitabı alarak Değirmenderesi denilen yere gittim. Köyden aşağı yukarı on dakika uzaklıktaydı. Orada kitabı açtım, 25. Söz (Mu'cizat-ı
Kur'aniyye Risalesi) çıktı. Oradaki وَمِمَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنْفِقُونَ tefsirini okudum. Ben hiçbir tefsirde öyle bir izah okumamıştım. Çok ilmi bir izahtır o. Hayran kaldım "ya biz nerelerdeymişiz" dedim.
Böylece risaleleri okumaya başladım.

O zaman Türkçemiz yoktu, yeni yazı da bilmiyorduk. İnsan okuyamadığı, anlayamadığı bir kitaptan feyiz alabilir mi? Biz Risale-i Nur'dan feyiz alırdık. Çünkü ruh anlıyor. Ruhun dili yok ki?

Böylece ruhumuz risaleleri aramaya başladı. Seydam Molla Masum'la Tatvan'a gelmiştik. Tatvan Ulu Camiinin yanında bir kitapçı vardı. Allah rahmet eylesin, kendisi aynı zamanda caminin müezzini idi. Ona "sen de risaleler var mıdır?" diye sordum. Ben öyle deyince adam bana öyle bir kızdı ki. "Ne soruyorsun, bende yok" diye bağırdı.

Ben bana böyle kızmasına çok üzüldüm. O zaman ben risalelerin yasak olduğunu bilmiyordum. Adam benim sormamdan ürkmüş meğer. O üzüntü ile gittim, bir kahvehaneye oturdum. Orada o zamanlar çıkan "Yeni İstiklal" diye bir gazeteyi gördüm. Türkçeyi tam bilemiyordum, ama bu gazetenin dindar bir gazete olduğunu biliyordum.

Orada Allah rahmet eylesin, 40 yaş civarında iki kişi geldiler. O zaman milletin ekserisinin başında şapka vardı. Benim başımda ise bere vardı. Beni öyle görünce sevindiler, yanıma gelip oturdular. Halimi onlara anlattım ve risalelere ulaşmak istediğimi söyledim. Dediler ki; "sen o kitapçıya bakma. Ahlât'ta Terzi Ahmet var -Allah rahmet eylesin, o da vefat etti- sen ona git, o sana o kitapları bulur." Ahlat'a gittim, Terzi Ahmed ağabeyi buldum. Tatvan'daki o iki ağabeyin selamlarını söyledim, durumumu anlattım. "Bende yeni yazıyla Tarihçe-i Hayat var" dedi. Ben de yeni yazıyı bilmiyordum. Ve bu Tarihçe-i Hayat'ı satın aldım. Ama okumasını bilmiyordum. Bir satırı bazen elli defa tekrarladığım olurdu. Kelime kelime, sonra satır, satır. Böylece yavaş yavaş Türkçeyi öğrenmeye başladım.

O Terzi Ahmed ağabey aynı zamanda bizim hocamızdı. Biz eserlerde geçen Arapça, Farsça ve Kürtçe kelimeleri anlıyorduk, Türkçe kelimelerde zorlanıyorduk. Bunları yazardık, o da bize söylerdi.

Ben medresedeki diğer arkadaşlara da okumalarını tavsiye etmeye başladım. Onlar ise "hele şu medrese derslerini bitirelim, sonra okuruz" diyorlardı. Dedim; "yahu okuyun, feyiz alırsınız, hem de derslerinizde daha başarı olursunuz." Arkadaşlar ise bir türlü okumaya
yanaşmıyorlardı.

Bir gün beni Seyda Molla Masum'a şikâyet etmişler; "bu risale okuyor, bizi de okumaya zorluyor" diye. Bir gün baktım, derste Seyda bana okuduğumuz kitaptan zor sorular soruyor, ben de cevap veremiyorum. "Seyda ben bunları anlamıyorum" dedim. "Ha, Risale-i Nur'u okuyunca anlıyordun ya" dedi. Dedim; "Seyda ben bunları bilmiyorum ama okuduğumuz dersi anlıyorum."

Allah selamet versin, Seyda bizim çok sıkıntımızı çekti. O şekilde biz Risale-i Nur'u öğrendik.

Sonra büyük Sözler geldi. Almak istiyoruz, ama fiyatı 60 liraydı. Bizim de o kadar paramız yoktu. Terzi Ahmet, Sözler'in geldiğini bize haber verdi. O Ahlâtta, biz köydeyiz. Risale-i Nur'un insana verdiği feyze bak, ben onun için bu hatıramı anlatıyorum.

"İMAM-I ŞAFİÎ "HÂLİS TALEBE-İ ULÛMUN RIZKINA, BEN KEFALET EDEBİLİRİM"

Benim 30 liram vardı, amcamın oğlu Nizameddin'in parası da o kadardı. "Gel, biz bu kitabı ortaklaşa alalım" dedim. "Olur" dedi. Kitabın parasını buldum ama yol param yok. Mesafe de 15 kilometreden fazlaydı. Ben üç saatte yaya olarak Ahlât'a geldim. Kitabı satın aldım. Orada Molla Yaşar vardı -Allah rahmet eylesin- imamdı. Ben yaya olarak geri dönecektim. O dedi ki; "sen ne yapıyorsun, arabalar burada duruyor." Dedim "yolda bir arabaya rast gelirim, beni alır." Param yok diyemiyorum. "Yok, olmaz" dedi. Yoldan geçen bir meyve-sebze arabasına beni bindirdi, böylece köye gelebildim.

Van'da Rahmi Erdem vardı. O zaman Van'da vakıftı. Rahmi ağabey bizim medreseye ziyarete gelirdi. Hem de bize risalelerden getirirdi.

1965'de bir kanun çıkardılar. İlkokul mezunu olmayan imam olamayacaktı. Bunun üzerine birçok arkadaş medreseyi terk etti. "Perişan oluruz" dediler, tahsili bıraktılar. Rahmi ağabey bir gün medreseye geldiğinde ben durumu ona açtım "ağabey ne dersin, medreseyi
bırakayım mı" dedim. O "İmam-ı Şafiî "hâlis talebe-i ulûmun rızkına, ben kefalet edebilirim" demiş. Siz dersinizi okuyun bitirin" dedi. Allah razı olsun, belki o gün onun o telkini olmasaydı ben medrese ilmini yarıda bırakabilirdim.

Ben kendisini Van'da ziyaret ederdim. O okuduğunda anlıyordum. Kendi kendime okuduğumda anlayamıyorum. Bir gün kendisine dedim ki; "Ağabey, ben senin yanına geleceğim. Sen bana Risaleleri okut." Dedi ki; "Risale-i Nur'un hocası kendisidir, Üstad böyle söylüyor. Sen okumaya devam et." Gerçekten de dediği gibi oldu, okumaya devam ettim ve
eserler bana açılmaya başladı.

(Devam edecek)

Yorum Yap
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
Yorumlar (3)
Yükleniyor ...
Yükleme hatalı.

Röportaj Haberleri