Hayat Kudret

Elif GÜNEŞTEKİN

Bismillah

"Gece zamanı duvarları camdan olan ve elektrik yanan bir odaya girdiğin vakit, âlem-i misale bir pencere hükmünde olan camlarda pek çok menzilleri, odaları göreceksin." Mesnevî-i Nuriye

Bu temsil, misalî hakikatleri görmenin yollarından birini gösterir. Cam, görünür ile görünmeyen arasında bir geçit olurken, ışık da şuur ve marifeti temsil eder. Göz, camda yalnızca yansıma görmez; eşyanın ardındaki mânâya bir kapı aralar. Böylece tek bir yansıma bile, çoklu tecellîlerin ve mânâ katmanlarına tılsım olur.

Gece; karanlığıyla birlikte, görünen âlemi örter. Artık zahiri dünya örtülerek ve batıni dünyadaki ışık camlara vurdukça, onlar âlem-i misal pencerelerine dönüşür. Her cam, bir başka odayı, bir başka menzili gösterir. Bu, her şeyin ardında daha derin manalara geçişi sağlar.

Tefekkürsüz bir zihin, karanlık bir odada cama bakmak gibidir: Hiçbir şey görünmez. Ama marifet nuru yandığında, camlar sıradanlıktan çıkar, âlemlere pencere olur. Hayatın hakikati, bu ışıkla belirir.

“Vücud-u hâricîden bir nokta, vücud-u misalîden bir dağı içine alabilir.” (Mesnevi-i Nuriye 146.sh - Risale-i Nur)

Maddî olmayan ama sureti, şekli, hatta boyut ve görüntü itibariyle var olan bir misal âlem dir. Mesela rüyalar bu âlemdendir. Maddî değil ama görülür ve hissedilir. Bir dağın hacmi, boyutu, ağırlığından farklı onun "temsilî bir sureti" kastedilir. Yani hakiki değil, misalî boyutta bir görüntüsü.

Bu ifade, misal âleminin genişliği ve keyfiyetinden bahsediyor. Maddî cihette mümkün olmayan şeyler, misal âleminde mümkündür. Bu âlemde:

Maddî büyüklük önemli değildir.

Bir hakikat çok küçük bir temsilde toplanabilir.

Bir rüya içinde; Koca bir dağ, hatta bir şehir ve o anların birkaç saniyede kurulumunun olması gibi…

Çünkü o rüya, vücud-u misalîdendir. Zihindeki bir nokta, o dağı içine almıştır.

Küçücük bir aynanın karşısına uzak mesafelerden koca bir dağı tutarsan, o dağın görüntüsü aynada tamam olur.

Ama bu madde değil, misalî bir temsildir. Dağ aynanın içinde gerçekten var değildir; ama görünmektedir. Bu da, vücud-u misalînin bir misalidir.

Teknolojik ölçüde düşünürsek; Bir cep telefonunun ekranı küçük lakin bir film oynatılabilir, bir dünya gösterilebilir ve gezdirilebilir.

İşte o ekranın pikselleri birer nokta gibidir. Ama dağ gibi görüntüler, orada toplanabilir. İşte bu, vücud-u misalînin fen deki bir tecellisidir.

Vera C. Rubin Gözlemevi. 3.200 megapiksel çözünürlüğe sahip bir dev teleskop ile bir anda gökyüzünü tarayabiliyor, milyarlarca yıldızı ve galaksiyi kaydedebiliyor. Bu büyük dijital kamera nın amacı fezayı keşfetmek.

Böylesi bir cihaz sadece gökyüzü için mi tasarlandı? Yoksa insanın içinde, fıtratında zaten böylesi bir "gökyüzü tarayıcısı" var mıydı?

Elbette zihin.

Zihin, sadece bilgi depolayan bir merkez değildir. O, âlem-i şehadet ve âlem-i gayb arasında gidip gelen, şekli görürken manayı kavrayan latif bir idrak merkezidir.

Vera Rubin teleskobu nasıl ki uzak galaksileri tespit eder,

Zihin de ânın içindeki sonsuz tecellileri fark eder. Zihin, ışık ile değil, nurla görür. Yani sadece şekli değil, şeklin arkasındaki esma-i ilahiyeyi de fark eder.

Başka teleskoblarda zihnin bu yöndeki çeşitliliğinin dellilleridir.

Misal; James Webb Uzay Teleskobu (JWST) bu teleskop, görünür ışığın ötesinde kızılötesi dalga boylarında çalışan dev bir göz gibidir. Çok uzak galaksilerden gelen, gözle görülmeyen ışığı algılar. O kadar hassastır ki, Ay’da bir arı kadar küçük bir ısı kaynağını tespit edebilecek kadar güçlü bir dedektöre sahiptir. Yani, var olan ama “görünmeyen” şeyleri, algı sınırımızın ötesinden bize gösterir.

Tıpta kullanılan MRI Cihazı, insan bedeninin içine görünmez bir pencere açar. Beynin, kalbin, dokuların en ince detayını “ışık olmadan” görüntüler. Adeta vücudun içindeki gizli hakikatleri temessül ettirir.

Veyahut Elektron Mikroskobu; Bu mikroskop, bir bakteriyi ya da virüsü milyon kat büyütür. Gözle görünmeyen en küçük varlıkları bile detaylı şekilde görünür kılar. Öyle ki, bir DNA ipliğini bile temessül ettirebilir.

Gerçekte var olan ama çıplak gözle görülmeyen şeyler, yüksek hassasiyetli bir bakışla ortaya çıkar. Tıpkı insanın kalbi ve zihni gibi; bakış açısı genişledikçe, madde arkasındaki mana da görünür olur.

Zihni bir ayna gibi düşünürsek, kalb o aynanın nuru fark ettiği merkez olur. Kalbin odaklanması için elbette Zihin lazımdır.

Bir kamera nasıl net görüntü için odak ayarı isterse, zihin de gördüğünü anlamlandırmak için kalbin yönlendirmesine ihtiyaç duyar.

Kamera sadece fotoğraf çeker. Ama o fotoğrafta hangi mana var, neye işaret ediyor? Hangi ismin tecellisi... İşte bunlar kalb sayesinde görünür olur.

Dördüncü Şua da;

حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَكٖيلُ geldi, perdeyi kaldırdı. Gördüm ve hissettim ve hakkalyakîn zevkettim ki; bekamın lezzet ve saadeti, aynen ve daha mükemmel bir tarzda Bâki-i Zülkemal'in bekasına ve benim Rabbim ve İlahım olduğuna imanımda ve iz’anımda ve îkanımda vardır. Şualar 61.sh - Risale-i Nur

Zihin bir kamera gibidir; çevreden aldığı görüntüyü çeker. Kalp ise o kameraya ilahi mana için focus ayarı yapan lenstir. Zihin şekli kavrar, kalp ise o şekli, esmâ-yı ilahiyeyi fark ettirir, manayı idrak eder.

Bu intisab, şuur-u imanîn zuhurudur. Üstadım hazretleri;

“حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَكٖيلُ” ayetini 500 defa okuma telkini, zihnin “piksellerini” artırmasını, yani idrak seviyesinin yükselmesiyle, iman aynelyakîn mertebesine ulaşır.

Demek ki daha çok tekrar, daha yüksek çözünürlük oluşturur.

Böylece daha önce göremediğimiz incelikleri, hikmetleri görmeye başlarız.

İman bu netlik sayesinde “aynelyakîn”, yani gözle görülür kesinlik seviyesine yükselir.

Dimâğın beşinci mertebesi olan İz’an, akıl yürütmenin kalbin nuranî idrakiyle birleştiği noktadır. İz’an, delilleri ve şekilleri toplar; kalpteki zihin ise bu delilleri hadsî bir süratle kavrayarak onları sarsılmaz bir yakin derecesine yükseltir.

Bu yüzden kalpteki zihin mertebesi olmadan, dimâğın iz’anı eksik kalır. Dimâğ bir göz gibidir; kalbin idraki ise bir nur gibidir. Göz, şekli seçer ama nur olmadan o şeklin mânâ sını tam göremez. Zihin görüntüyü yakalar, kalbin nuru o görüntüyü hakikate dönüştürür.

Bu cihetle Zihin, kâinatı taramaya ayarlı manevî bir kameradır. Her mevcud, o kameraya bir fotoğraf gibi düşer. Ama gerçek resmi kalb yönlendirirse ortaya çıkar.

“Evet misal olarak semadaki nur ile yerdeki şu kocaman dağa bak. O nur semada iken ziyasıyla yerde iş görür, faaliyettedir. O dağ ise, azametiyle beraber faaliyetsiz yerinde oturuyor. Ne bir tesiri var ve ne de bir fiili var.” (Mesnevi-i Nuriye 146.sh - Risale-i Nur)

Yani maddi varlığın heybeti, tek başına idraki doğuramaz. Nur gibi manevî hakikatler, küçücük pikseller halinde bile olsa, idrake kapı açar.

Evet; Bir kamera, dev bir kaya kütlesinden daha tesirlidir; çünkü nur vasıtasıyla görüntüyü alır, piksellere dönüştürür, zihne aktarır. O pikseller, idrak penceresini açar, manayı uyandırır.

Bu cihetleri ele alarak örnekleri pekiştirdiğimizde;

Misal âlemi, kudretin ve hikmetin bir aynası olarak düşünülebilir.

Allah’ın ilmi, her şeyi öyle bir şekilde kuşatır ki, küçük bir yerde büyük şeyleri gösterebilir.

Tevhid hakikati, parçaların büyük bütüne ayna olmasında da kendini gösterir.

Tecellî-i kudret, maddede değil surette de olabilir. Dağ gibi bir manayı bir nokta temsil edebilir.

“Bir nokta, vücud-u misalîden bir dağı içine alabilir.” demek,

Zahiren küçük olan bir şey, misalî temessül yoluyla büyük manaları içine alabilir demektir.

Kudret, tecellî, temessül ve şuur ile âlemlere işaret eder.

Mesnevi-i Nuriye’de şöyle geçer:

“Binaenaleyh “Ben neyim? Ne kıymetim var ki, benim için kıyamet kopsun, mîzân vaz’ edilsin, hesâb görülsün?” demeye hakkın yoktur.”

Bu mehaz, insanın maddi açıdan küçüklüğünü gösterir. Fakat diğer taraftan tecellî, temessül ve şuur, ile vücudunun asıl anlamını kazandırır. Nur, bir kameranın pikselleri gibi, idrak kapısını açar. Büyük cisimler hareketsiz kalırken, nurun küçük zerreleri faalliyetin, mananın ve hikmetin kaynağı olur.

İnsanın varlığı da böyledir: Kendi hacmi küçüktür, fakat şuuruyla koca âlemleri idrak eder, Cenab ı Hakkın kudretinin tecellîlerini kavrar. Böylece hilkatinin gayesi, onun kalbinde ve şuurunda temessül eder. Bu yüzden onun için mizan kurulur, hesap açılır, çünkü idrak onun en büyük sorumluluğudur.

Vücuda gelmeden önce her şey, Allah’ın ilminde bir temessül ile yerini almıştır. Ve o temessül, sadece bir görüntü değil; Cenab-ı Hakkın ilmi muhitinde herşeyden evvel olan hakikatlerdir.

Bir çiçek tohumu toprağa düşmeden önce, onun şekli, rengi, kokusu, ömrü Allah’ın ilminde mükemmel şekilde mevcuttur.

O ilmî hakikat, vücuda gelince maddi göze görünür.

Yani çiçek, vücud âlemine çıkmadan önce ilmi vücutta hakikat olarak zaten vardır.

Mevcudat; Allah’ın ilminde önce “bilinir”, sonra “suretiyle temessül eder”, en sonunda “kudretle haricî vücut giyer”.

İnsan dimağında ise bir şey temessül ettiğinde, o sadece bir “tasarım”dır.

Gördüğünü işler, maziyi hatırlar, istikbali tahayyül eder. Evet bu faaliyetler, çoğunlukla şekil üzerinedir.

Dağın şeklini çizer, kelimenin sesini kavrar, gördüğü eşyayı bir düzleme yerleştirir.

Bu yönüyle zihin, bir yansıtıcı aynadır.

Ama hakikate bu aynayla ulaşmak yeterli değildir.

Kalb sıradan bir et parçası değil, insandaki ilâhî şuurun merkezi diyebiliriz.

Zihin görüşünün genişliğiyle, kalbin manayı hissetmesine vesile olur.

Mesela zihin “güneşi” bilir: Parlayan, sıcak, enerji veren bir kütle olarak kavrar. Ancak bu görüşünü genişletip derinleştirirse, kalbe güneşi “Rahman’ın her gün milyonlara ulaşan ziyası” olarak hissettirir.

Bu cihetle kalb; sadece temessülü görmez, Tecellîyi de sezer.

Kalbteki zihin, tefekkür eden ve tefekkürünü mana üzerine bina eden, maddedeki hayattarlığı hisseden, şeklin ötesinde esmâ ve sıfatı gören,lâtif bir idrak merkezidir.

Kalb ise tecellî eden İlâhî mânayı hisseder.

Bu yüzden:

Zihin temessülün aynasıysa, kalb tecellînin penceresidir.

Zihin eşyayı kavrar, kalp onları okur.

Zihin plan kurar, kalp o plandaki Rahmeti görür.

“Kalpteki zihin”, temessül etmiş varlıkların içinde gizlenmiş olan tecellîleri açığa çıkaran lâtif bir idrak aynasıdır.

Varlık orada sadece görünmez; anlam kazanır.

Bu cihetle ayine alem yazımızdan alıntı alarak başka misallerle devam ederek netice ye varalım;

“Hayatı fark ettiren şey, onun yalnızca dış yüzü değil; içindeki yansımalarla konuşan bâtıni yönüdür. Her şeyin bir temessülü, bir misalî hakikati vardır. Ve bu hakikate ulaşmak için, bazen sadece bir camın arkasındaki ışığı görmek yeterlidir.”

Mesnevî-i Nuriye’de geçen şu mehaz dan hem mana hem fen kısmını tetkik edelim;

"Odadaki elektrik, elektrik misâllerinin en uzağına en yakındır. Çünkü, o misâli misallerin kayyûmu odur."

Bu cümle, odadaki elektrik enerjisinin camlarda, aynalarda ve diğer yüzeylerde oluşturduğu yansımalar üzerinden bir hakikati gösterir: Elektrik, gözle görünmeyen bir enerji olmasına rağmen, ampula girdiği an içindeki metali ısıtır ısınan metalden ışık yayılır, gölgeler meydana gelir ve görüntüler temessül eder. Ve her ne kadar bu görüntüler odanın dört bir yanına dağılmış olsa da, onların sebebi vücudu o merkezdeki elektriktir.

Ve elektrik kaynağı elektron ve elektronu taşıyan da fotondur.

Elektrike misal; ampul, odanın her yerine fotonlar yayar. Bu fotonlar camlara çarpar, yansır, kırılır ve yansımalar oluşturur. Odanın en uzak köşesindeki bir görüntü bile, merkezdeki elektriğe bağlıdır. O olmadan hiçbir görüntü olmaz. Bu, "kayyûmiyet" kavramının fenni bir izdüşümüdür.

Buna Risaleden örnek verebiliriz.

“Cesedlerin ihyasına misal ise: Çok büyük bir şehirde, şenlik bir gecede, bir tek merkezden, yüzbin elektrik lâmbaları, âdeta zamansız bir anda canlanmaları ve ışıklanmaları gibi, bütün Küre-i Arz yüzünde dahi, bir tek merkezden yüz milyon lâmbalara nur vermek mümkündür.” Sözler 112.sh - Risale-i Nur

Elektrik, yalnızca ışık oluşturmaz; aynı zamanda devreyi aktif tutan sürekliliğin adıdır. Elektrik akımı, devrede bir gerilim farkı oluştuğu anda hareket başlatır. Bu akım, ampulün içindeki tungsten telin ısınmasına ve foton yaymasına sebep olur. Bu fotonlar odada yayılır ve eşyanın üzerine düşerek yansımalar oluşturur.

Her bir foton, kaynağından kilometrelerce uzağa bile ulaşsa, yine de o tek merkezli elektrik akımına bağlıdır.

Bu, Risale-i Nur’da geçen “kayyûmiyet” kavramına alakadarlık gösterir. Yani her görünen şey, kendinde var değildir. Onu görünür kılan bir merkez, bir dayanak vardır. O kayyûmiyet olmadan, hiçbir şey ayakta kalamaz.

Elektriği sadece parçacıklar üzerinden değil, sürekli bir “alan” üzerinden de tanımlanır. Elektrik alanı, mekânın her noktasında etkili olan ve yüklerin hareketini belirleyen bir alandır. Bu alan, sadece bir noktaya değil; her noktaya aynı anda nüfuz eder.

Cenab-ı Hakk’ın isimlerinin mekânla kayıtlı olmaksızın tecellî etmesi gibi düşünülebilir. Her yerde hazır ve nazır olan kudret, her noktada aynı tesiri gösterebilir. Elektrik alanı, âdeta fizikî âlemde bu tecellînin bir temsili gibidir.

Ayrıca elektromanyetik kuvvetler ışıkla taşınır. Bu, "maddeye ihtiyaç olmadan taşınma" özelliğidir. Tıpkı kudretin, sebeplere ihtiyaç duymadan doğrudan tasarrufta bulunması gibi.

Fotonlar, gözümüze ulaşan ışık dalgalarıdır.

Bu fotonlar cisimlere çarpar ve oradan yansıyarak görüntüler oluşturur.

Bu olaylar zinciri, Risale-i Nur’da geçen "temessül" kavramının fiziksel karşılığı gibidir. Görüntüler birer misaldir, ama onların varlık zemini, kaynak olan elektriktir.

Işıkla temessül eden görüntülerde olduğu gibi, her mevcud şey Esma-i ilahiyelerin bir cilvesi, kudretin bir yansımasıdır. Görünüşler çoğalsa da, kaynak bir tek merkezdir.

“Öyle ise, Sâni’ de vâhid olacaktır. Çünkü, vâhid ancak vâhidden sudur eder.” Said Nursi (R.A)

Üstadım Hazretleri der;

“Hem anla ki; bu hayat, madem kâinatın en büyük neticesi ve en azametli gayesi ve en kıymetdar meyvesidir.” (Lem'alar 330.sh - Risale-i Nur)

İşte bu hayatın fark edilebilir olması, idrak ve şuurla mümkündür.

Hayatın iki farklı yönünden bahsetmiştik bu farklılıklar, bir aynanın iki yüzüne benzer. Dışa bakan yüzü şekli gösterir; içe bakan yüzü ise ışığı toplar, yansıtır ve anlamı taşır.

Her şey, zıddıyla bilinir.

Işık karanlıkla, sıcaklık soğukla, hayat ölümle; anlamını ve kıymetini kazanır. Bu da hayatın tek boyutlu değil; kutuplanmış bir yapı olduğunu gösterir. Tıpkı bir mıknatıs gibi:

Bir ucunda vücud, diğer ucunda adem vardır. Ve bu iki kutup arasında kudret tasarruf eder.

Nur, maddi ışık değil; şuurlu farkındalıkla gelen bir aydınlanmadır. Bu yüzden “Hayatı fark ettiren şey, nurun içindeki şuurdur. Ve bu şuur, Risale-i Nur'da bir çok risalede geçtiği gibi önceki ifade lerde söylediğimiz gibi “şuur-u iman” olarak isimlendirilir.

Farkettiren bir şuur; herşeyle alakadarlık münasebet kurar.

Bu şuur, insanın ve bütün mevcudatın kainattaki nizamı, kudreti, hayatı sezmesi ve idrak etmesi demektir. Bu şuur vasıtasıyla mevcudat ile Hâlık arasında intisab, münasebet kurulur.

Bu şuur, sadece hususi bir farkındalık değil; bütüne yönelik derin bir bağlantı, yakınlık, ilişki ve birleşme ittisal kurmasını sağlar.

Şuur-u imani ile kişi kendisini sadece bireysel ve maddî varlık olarak değil, kainatla bir tür birlik ve genişleyen bir hayat olarak hisseder.

İnsanın vücud ve kainat karşısındaki fıtrî muhabbeti ve devamlılığı, imanî şuur sayesinde huzur bulur.

Evet bu şekilde şuur-u imanî ile görülebilen intisab, Hayy ve Kayyûm’un kutupsallığı ile yakından alakalıdır.

Şuur-u imanî ile, ümmet ve kainatla birleşen mevcudat hissi oluşur.

Kainat ve insan arasında “bir alâka, ittisal” doğması, hayatın kutupsal yapısının Hayy-Kayyûm fiili yönleriyle fark edilmesine olanak sağlar.

Hayat ve kâinat, O’nun kudretiyle devam eder.

Bu hakikati görmeye başlandığında, hayatın tesadüfle değil, şuurlu bir kudretle her an idare edildiğine idrak edilir.

Demek ki; bu devamlılık Kayyûm ile bağlıdır.

Bu şuurun genişlemesi, bütün mevcudatla intisab ve münasebet kurması ile neticelenir.

İnsanın; kainata yönelik muhabbet ve merakı Hayy ve Kayyumun tecellileri ile derinlik kazanır.

İnsanın kalbinde ve aklında, kâinata karşı fıtrî bir muhabbet vardır. Küçük bir çiçek veyahut büyük nurlu bir yıldız, insanda derin bir tebessüm uyandırır; kalbinin derinliklerinde saklı duran merakı harekete geçirir.

İşte insan, muhatap olduğu bu latif güzellikleri, zarif incelikleri ve bu intizamı hayret içinde temaşa eder. Âdeta kâinat, seyircisine sürekli yenilenen bir davetiye sunar: “Bak, düşün, anla.”

Hayatın gayesi de, merak ve tefekkür üzerinde yoğunlaşır. Kâinatın nizam ve mizanı, insanı düşünmeye davet ederek; hayatının derin anlamını keşfettirir.

Merak, seziş ve hayranlık… Bunlar, hakikati arayan bir kalbin ince sinyalleridir. Bu ince titreşimler insana iman ile ruhunu fark ettiriyor.

Bu cihetle Hayatı Fark Etmek, Kudreti görmektir.

Hayat, sadece fiziki tepkimeler ve biyolojik değil; kudretin görünür hâlidir.

Onu fark etmek, her şeyde bir isim, bir hikmet ve bir tecellî olduğunu anlamaktır.

Tefekkürle bakan bir göz, sadece bir çiçek değil; onun arkasında bir baharı, hatta kudreti okur.

Risale-i Nur'da geçen mevzu;

“Bir baharı halketmek, bir çiçek kadar ona ehven gelir. Bütün hayvanatı icad etmek, bir sinek icadı kadar kudretine kolay gelir bir zâttır.” (Sözler 115.sh - Risale-i Nur)

Çünkü Kudret birdir ve tecellîsi sınırsızdır. Hayat da bu sınırsızlığın küçük bir aynasıdır.

Mülkte hayat, hücrelerde “tecellî eder.”

Hücre hayatı taşıyan bir kabuk gibidir, bizzat hayatın kaynağı değildir.

Bu cihetle; Hücre, hayatın zuhur ettiği maddî bir hane, bir ceset mesabesindedir.

Hücre, kendi başına hayat değildir, ama hayatın zuhuru için bir merkez, bir mekân gibidir.

Hayat, hücreye giydirilmiş; hücre ise o hayatın görünen cesedi, şekli, kabıdır. Lüb ve kışr gibi...

Hücreler maddî yapılardır: proteinler, yağlar, karbon zincirleri, vs.

Ama bu yapıların hiçbiri hayatı kendi başına oluşturamaz.

Hücreyi canlı kılan şey, onun düzenli, şuurlu ve maksatlı çalışmasıdır.

Bu düzenin kendisi ise hayatın bir tecellîsidir

Fizik veya kimya, hücredeki hareketleri ölçebilir.

Lakin nedenselliklerde takılı kalır;

"Bu hareket neden var?"

"Neden bazı moleküller canlı, bazıları cansız davranıyor?"

"Hayat" kavramını maddeden öte bir emir olarak görmekle mümkün. Hayat bir enerji değil, bir sıfattır.

Moleküller aynı olsa da hayat olmayabilir.

Misal; Bir canlı hücre ile onun ölmüş hali arasında maddesel fark neredeyse yoktur. Aynı DNA, aynı proteinler, aynı zar.

Ama hayat gitmiştir.

Çünkü hayat; ne DNA’dır, ne stoplazmadır, ne de enerji üretimidir.

Hayat ta bir mahluktur. Hayatı veren; Hayy esması Cenab-ı Hakkın sübûtî sıfatlarından biri olan hayat sıfatını işaret eder. Hayat ile mevcudatın vücudunu mümkün kılan, ezelî ve ebedî bir hayata sahip olan ancak O Zât’tır.

Bu isim, hayatın kaynağını; yani zâhiren görünmeyen ama her şeyin arkasında faal olan ilahî hayatı temsil eder. Bu yön hayatın batınî bir kutbudur.

Hayattar olan her şeyin devamı ve sistemli biçimde işlemesi ise Kayyûm isminin tecellîsiyle mümkündür. Bu yön, hayatın zahirî, idare edilen, hareketli ve süreçsel kutbudur.

Hayy ismiyle hayatın kaynağı, yani canlılık hakikati tecellî eder. Kayyûm ismiyle ise o diriliğin devamlılığı, işleyişi ve daimî şekilde ayakta kalması sağlanır.

Hayatın vücud ve devamlılık kutupları arasında bir kutupluluk düzeni vardır. Hayy ismi hayatın cevherî kaynağını temsil ederken; Kayyûm ismi onun dış dünyadaki devamını ve idaresini temsil eder.

Hayy, aynanın içindeki ışığın kaynağı gibidir. Kayyûm, o aynanın her an o ışığı yansıtmasını temin eden kudretin bir işaretidir.

Hayat ve Kudret, bir bakıma birbirinin kutbudur. Veya isim olarak da Hayy ve Kayyûm, iki kutup hâlinde tecellî etmişlerdir.

Bu cihetle özel bir kutublanma isimde bile şahitlik ettirir.

“Evet, hayat tek başıyla bir Hayy-u Kayyum'u bütün esma ve şuunatıyla bildirir.” (Sözler 675.sh - Risale-i Nur)

Yorum Yap
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
Yorumlar (6)
Yükleniyor ...
Yükleme hatalı.