İbrahim Bilgi-Risale Haber
Eğitimci Serdar Bilgin'in, kendi penceresinden Türkiye’nin yakın tarihine ilişkin bir hikâye kitabı yayınladı. Kitapta, bir insanın iç dünyasında büyüyen çatışmalar, yalnızlıklar ve umutlar üzerinden Türkiye’nin değişen çehresi anlatılıyor. Hikâyenin merkezinde; hem bir eğitimci hem de bir evlat olarak, hayatı farklı açılardan okumaya çalışan bir insan var. Hikayenin bir çok kahramanı da var. Bunlardan birisi Nazım Hikmet diğeri de Said Nursi.
Serdar Bilgin ile yeni kitabı hakkında konuştuk.
“Kırık Zamanlar” ismini niye seçtiniz?
Çünkü kitabın kahramanları, adeta kırılmış zamanların içinden geçiyorlar. 1960 ve 1980 darbeleri, toplumsal kırılmalar, bireysel yalnızlıklar ve aşk… Tüm bunlar hayatın akışını kesintiye uğratıyor.
Hikâyede hem kişisel hem de sosyal hayatı derinden etkileyen olaylar var. Bu yüzden isim de hem bireysel hem toplumsal kırılmaları yansıtacak şekilde seçildi. “Kırık Zamanlar”, sadece geçmişin hatıralarını değil, aynı zamanda bir dönemin ruhunu da ifade ediyor.
Yani isim, okuyucuya hem tarihsel hem duygusal bir çerçeve sunuyor?
Kesinlikle. Kitabı okuyan herkes, sadece bir hayatın değil, Türkiye’nin kırık zamanlarının da izlerini görecek. Her kırık; bir hikâyeye, bir duygusal ve toplumsal deneyime işaret ediyor.
“Kırık Zamanlar” nasıl bir hikâyeden doğdu?
Artvin Yusufeli’nin İphan Köyü’nden başlayan, Erzurum’a, İstanbul’a ve oradan Türkiye’nin yakın tarihine uzanan bir yolculukla temelleri atıldı; kendi ailemden, çevremden, duyduklarımdan ve yaşadıklarımdan süzülen hikâyeler birleşerek “Kırık Zamanlar”ın çatısı kuruldu.
Peki, hikâyeyi yazarken en çok hangi unsurlar size ilham verdi?
İnsanların direnci, aşk ve dostluk hikâyeleri, köylerde ve şehirlerde yaşanan yokluklar… Ayrıca gençliğimin manevî ve fikrî arayışları da büyük bir kaynak oldu. Bu unsurlar bir araya gelince, sadece bireysel bir hikâye değil, aynı zamanda bir ülkenin hatıra defteri ortaya çıktı.
Kitabınız için “bir ülkenin hatıra defteri” diyorsunuz. Neden böyle bir tanım seçtiniz?
Ahmet’in çocukluğu, gençliği ve yolculukları, aslında Türkiye’nin kırık zamanlarının küçük bir yansıması. Bu yüzden okuyucu sadece bir kişinin değil, bir dönemin ruhunu da hissediyor.
1960’tan 1993’e kadar bir ülkenin çalkantıları, darbeleri, kavgaları ve umutları hikâyede var. Ahmet’in yaşadıkları, bireysel hayatın defteri olmasının ötesinde, ülkenin ortak hatıralarıyla da iç içe geçmiş durumda. Yani “Kırık Zamanlar”, hem bireysel bir yolculuk hem de Türkiye’nin yakın tarihine dair bir hatıra defteri olarak okunabilir.
Bireysel hatıralarla toplumsal hafıza böylece nasıl birleşiyor?
Ahmet’in yaşadıkları, aslında o dönemde birçok insanın deneyimlediği ortak gerçeklerin yansıması. Köydeki yoksulluk, taşradaki eğitim mücadeleleri, 1970’lerdeki sağ–sol çatışmaları, 1980 darbesinin oluşturduğu korku, gençliğin ideolojik çatışmaları… Bunlar birer bireysel hikâye gibi görünse de, toplumsal hafızanın parçaları, kolektif hatıralardı. Ben sadece Ahmet’in defterinden açıp okudum; ama her okuyucu kendi hatırasını orada bulacak.
O zaman “Kırık Zamanlar” bir bakıma Türkiye’nin geçmişini anlatan bir hikâye mi?
Evet, ama kuru bir tarih kitabı gibi de değil tabi! Tarih kitapları bize olayların kronolojisini verir; “Kırık Zamanlar” ise o olayların insan ruhunda nasıl bir yara açtığını, nasıl bir umut yeşerttiğini gösterir. Bu yüzden “bir ülkenin hatıra defteri” dedim.
Kitapta sizi en çok etkileyen dönüm noktası hangisiydi?
1980 darbesi. Çünkü o sadece siyasî düzeni değiştirmedi; insanların konuşma biçimini, düşünme cesaretini, hayal kurma tarzını da susturdu. Ahmet’in hikâyesinde de bu sessizliğin ve kırılmanın izlerini görmek mümkün.
“Kırık Zamanlar”da Süheyla karakteri oldukça dikkat çekiyor. Süheyla gerçek bir kişiden mi esinleniyor?
Elbette birebir gerçek bir kişi değil ama hayatın içinden, hatıralarımın derinliklerinden süzülen bir karakter. Biraz Üsküdar’ın sokaklarından, biraz fakülte sıralarından, biraz da gençliğimin saklı defterlerinden…
Süheyla romanda sadece bir karakter değil, sanki bir dönemin de sembolü gibi duruyor. Sizce onu özel kılan nedir?
Süheyla, dışarıdan bakıldığında sıradan bir üniversite öğrencisi. Ama onun üzerinden biz hem bir genç kızın iç dünyasını hem de dönemin manevî arayışlarını görüyoruz. Sessizliğiyle konuşuyor, varlığıyla sorgulatıyor. Aslında onun gözleriyle kahraman kendi iç aynasına bakıyor.
Ahmet’in Süheyla’ya duyduğu sevda, kitabın merkezinde olduğu için bir “aşk” hikâyesi diyebilir miyiz?
Tam olarak “aşk” hikâyesi diyemeyiz. Onların ilişkisi aslında klasik bir aşk hikâyesinden öte; zihinsel ve ruhsal bir yolculuk… Bu yolculuk sadece kalpte değil, düşüncede ve ruhta da filizleniyor. Ahmet, sol görüşlü, Nazım Hikmet hayranı bir devrimci figür. Süheyla ise Üsküdar’da Nur derslerine giden, Risale-i Nur’a vakıf bir genç kadın. Bu iki figür aynı hikâyede bir araya geldiğinde aslında Nazım Hikmet ile Said Nursî aynı atmosferde buluşuyor. Yani hikâyede aşk, bir bakıma fikir ve manevî arayışla iç içe geçmiş oluyor. Bu nedenle hikâyeyi salt bir aşk hikâyesi olarak sınırlamak, hikâyenin derinliğini sınırlamak olur.
Yani bu aşk, bir duygu kadar bir düşünsel hesaplaşma da içeriyor mu?
Kesinlikle. Ahmet ve Süheyla’nın ilişkisi, ideolojiler, fikirler ve inançlar arasında bir köprü kuruyor. Okuyucu, onların duygusal yolculuğunda kendi düşünsel ve ruhsal sorgulamalarını da görebiliyor.
Bu karşılaşma, yani Nazım Hikmet ile Said Nursî’nin aynı hikâyede varlığı, neyi ifade ediyor?
İkisi de çok farklı yollardan aynı insana bakıyor. Nazım Hikmet yıllarını hapiste geçirmiş, sürgünde yaşamış, özgürlük ve adalet için şiirini kullanmış. Said Nursî ise mahkemelerden, sürgünlerden, zehirlenmelerden geçmiş; ama manevî bir direnişle davasını sürdürmüş. Yöntemleri farklı, hedefleri farklı; ama ikisi de insanı ve hakikati merkeze almış. İşte Ahmet ile Süheyla’nın hikâyesi bu iki büyük ismin gölgesinde şekilleniyor.
Yani bu durumda kitap, hem bir aşk hem de bir fikrî hesaplaşma mı?
Kesinlikle öyle. Ahmet ile Süheyla’nın sessiz duyguları, aslında ideolojilerin kavgası ile manevî hakikat arayışının kesiştiği bir yerde filizleniyor. Bu yüzden “Kırık Zamanlar” sadece bir aşk hikâyesi değil; bir ülkenin fikir dünyasını, çatışmalarını ve arayışlarını da yansıtan bir hikâyedir.
“Kırık Zamanlar”da Said Nursî’nin fikirlerinden izler görmek mümkün mü?
Kitap boyunca kahramanın fikrî bir arayışı var. Bu hikâye aslında hiçbir yere tam anlamıyla sığamayan; ama her yere dokunan bir kalbin hikâyesi. Dönemin bütün ideolojileri, fikirleri ve tartışmaları Ahmet’in yolculuğunda karşısına çıkıyor. Said Nursî’nin fikirleri de bu bağlamda bir hatıra, bir iz, bir düşünce olarak yer buluyor.
Ama öncelikle şunu vurgulamak isterim: “Kırık Zamanlar” Risale-i Nur merkezli, bir Nur talebesinin gözünden yazılmış bir hikâye değil. Bu, daha çok bir Türkiye hikâyesi… Yani 1960’tan 1993’e kadar bu topraklarda var olan bütün çatışmalar, darbeler, umutlar, fikirler ve kırılmaların içinden geçen bir hayatın hikâyesi.
Said Nursî, Ahmet’in düşünce dünyasında bir figür olarak karşısına çıkıyor; tıpkı Nazım Hikmet gibi. Yani kitap, belirli bir cemaate veya ideolojiye ait bir anlatı değil; dönemin ruhunu ve bir gencin arayışlarını yansıtan bir hatıra defteri.
Peki o zaman Said Nursî kitapta nasıl bir yerde duruyor?
Kahramanın hayatında yoluna çıkan, sessiz ama derin bir figür. Nazım Hikmet’in güçlü, gürültülü sesiyle kıyaslandığında daha sakin bir varlık. O yüzden kitapta figüratif, ama etkisi kalıcı.
Yani kitapta asıl ağırlık başka ideolojilerde mi?
Evet, özellikle Nazım Hikmet eksenli bir hat var. Çünkü Ahmet’in gençlik dönemi, daha çok devrimci şiirlerin, politik tartışmaların, ideolojik kavgaların gölgesinde geçiyor.
Hayatın fırtınalı tartışmalarından sonra bir sessizliğe, bir manevî derinliğe açılan kapı… Okuyucu bu kapıyı görüp geçmek isteyebilir ya da önünde durup düşünebilir.
Hikâyede Nazım Hikmet merkezde, Said Nursî ise daha figüratif bir yerde. Bu tercih neden?
Nazım’ın sesi daha baskın, çünkü o gençliğin gürültüsünü, coşkusunu ve isyanını temsil ediyor. Nazım Hikmet yalnızca bir şair değil, aynı zamanda gençliğin bir haykırışı olarak ifade ediliyor. O yüzden hikâyenin merkezinde daha görünür duruyor. Said Nursî ise hikâyede daha sessiz, daha derin bir yerde. Hikâyede sadece bir figür olarak değil, bir “davet” olarak da ifade ediliyor. Nazım Hikmet bir gençlik çağrısıysa, Said Nursî de bir iç yolculuğun, sessiz bir arayışın işareti olarak karşımıza çıkıyor. Bu ikisini aynı atmosferde buluşturmak, aslında Türkiye’nin kırık zamanlarını da buluşturmak anlamına geliyor.
Nazım Hikmet eksenli bu kitabı okuyan bir okur Said Nursî’den ne öğrenecek?
Öncelikle okurun kendi hayatından ve döneminden izler bulacağını düşünüyorum. Çünkü bu hikâye yalnızca bir kişinin hayat hikâyesi değil; aynı zamanda her insanın ortak hafızasına dokunan bir hikâye.
Hikâyede Nazım Hikmet’in “Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür / ve bir orman gibi kardeşçesine” dizeleri ile Said Nursî’nin “şahs-ı manevî” kavramı arasında sessiz bir bağ kuruluyor. İkisi farklı kelimelerle, farklı ufuklarla konuşuyor gibi görünüyor; ama aslında her ikisi de insanın ortak özüne işaret ediyor.
Kitabın bütününe baktığımızda Said Nursî’nin “Ye’s, mani-i her kemaldir” (Ümitsizlik bütün güzelliklerin önündeki engeldir) sözü, okuyucuya en derin mesajı veriyor. Yani Nazım’ın gençlik coşkusuyla başlayan yolculuk, Said Nursî’nin sabrı ve derinliğiyle bir anlam kazanıyor; okuyucu hem ruhsal hem de entelektüel bir yolculuğa çıkıyor.
Hayatın fırtınalı tartışmalarından sonra bir sessizliğe, bir manevî derinliğe açılan kapı… Okuyucu bu kapıyı görüp geçmek isteyebilir ya da önünde durup düşünebilir.
“Kırık Zamanlar” sonrası yeni kitaplar gelecek mi?
Evet, bu kitap aslında bir başlangıçtı. “Kırık Zamanlar” bir dönemi, yani 1960–1993 arasını ele alıyor. “Kırık Zamanlar” bir nevi hikâyenin giriş bölümü oldu. Bir ülkenin hatıra defterinin ilk sayfaları… Ama hikâye orada bitmiyor. Süheyla’nın ölümü ile hikâye yarım kalıyor. Sonraki kitaplar bu defteri tamamlayacak inşallah!