Doğuyu kazanmanın formülünü o an buldum

Rahmi Erdem, yıllar önce teşhis ettiği, bugünlere ilaç gibi gelecek doğudaki gözlemlerini anlattı

Ömer Özcan’ın röportajı-RisaleHaber

 

Rahmi Erdem, 1938 senesinde, Konya’nın Bozkır ilçesinin Yalnızca köyünde dünyaya gelmiştir. 1958’de Isparta’da bulunan Üstad Bediüzzaman Hazretlerini ziyaret eder, mübarek ellerini öper ve hayır duasını alır. Orada Zübeyir Ağabey’le tanışır ve hiç kesilmeyecek olan irtibatları başlamış olur. Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri’ne yaptığı ziyaret onu çok etkilemiştir. O kadar ki, o anda, bu yolun kara sevdalısı olmak için ihlâsla Allah’a niyaz eder. Hatıraları gösteriyor ki, bu duası kabul edilmiştir. O, artık kendi iradesiyle talip olduğu uzun, çileli, zahmetli; ama bir o kadar da saadetli ve huzur dolu bir yolda yürüyüşe başlamıştır.

 

Eğer siyasîler, askerler, sosyologlar, aydınlar ciddî olarak, gerçekten, terör belasına bir çare arıyorlarsa ki bundan şüphemiz yok; o halde Rahmi Erdem’in hatıralarını dikkatle okumalılar. Bu hususta fazla bir yorum yapıp ufku daha geniş olanların önünde perde olmak istemiyorum. Okunacak hatıralar çok açık mesajlarla dolu...

 

Rahmi Erdem’in Şark’taki on senesi, Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri’nin bu vatanın birlik ve bütünlüğü için, Risale-i Nur’da yaptığı tespit ve tavsiyelerinin fiili bir tefsiri veya bir tatbikatı olmuştur...

 

Rahmi Erdem ile yaptığım bu röportaj 2010 tarihinde birkaç safhada tamamlanmıştır. Röportajın tamamı Ağabeyler Anlatıyor–4 kitabından okunabilir. Rahmi ağabeyin kendi tabiriyle, güncel durumdaki terör belasından kurtulmanın altın formülü bu hatıralarda aranabilir. İlgili kısımları “Risale Haber” okuyucuları ile paylaşmak istedim

 

DOĞU İNSANI BENİ BÜYÜLEDİ

 

Üstad Bediüzzaman’la ve Zübeyir ağabeyle görüştünüz sonra şarka gittiniz. Nasıl oldu bu tayin işi?

 

Askerlik hizmetimi tamamladıktan sonra Ziraat Bakanlığı’na müracaat ederek görev istedim. 26 Temmuz 1960 tarihinde Bitlis Teknik Ziraat Müdürlüğü’ne tayinim çıktı. Biraz şevkim kırılmıştı. Çünkü o ana kadar Türkiye’nin doğusu benim için meçhuldü. Doğu ile alakalı duyduğum mahrumiyet söylentileri beni tereddüde sevk ediyordu. Sonra, bana Risale-i Nur’u tanıtan dayım Abdullah Tekin’le istişare ettim. Dayım beni Doğuya gitmem için ikna etti. Şöyle demişti: “Ne demek mahrumiyet! Bediüzzaman o beldelerde doğup büyümemiş mi? O, oralara sığmış da sen niye yaşamıyorsun o mübarek yerlerde!”

Dayım hassas noktalarıma dokunmuştu.

 

(Rahmi Erdem’in dayısı Abdullah Tekin. Yeğinine Nurları tanıtmış ve Şarka gitmesi için ikna etmişti.)

 

Dayınız da nur talebesi mi?

 

Evet, dayım Abdullah Tekin bana vesile olmuştur zaten. Üstad hazretlerine onun da ziyareti var.

 

Şark yolculuğuna devam edelim mi?

 

Biletimi aldım ve Konya’dan Kurtalan’a doğru uzun tren yolculuğuma başladım. Bu bilet ve tren, “Hayatımın bir devrine” doğru taşıyordu sanki beni. Dört gün süren yolculuktan sonra gecenin yarısında Siirt’in Kurtalan ilçesine vasıl olduk. Işıklandırma yok... Her taraf karanlık bir vaziyette... Yorgunluk, yabancılık ve karanlığın verdiği karmakarışık hislerle kader-i İlahînin hakkımda çizdiği yolda süratle gidiyordum. Bir müddet yürüdükten sonra bir kamyonun üzerinde yerimizi aldık.

 

Beş altı saat gittikten sonra sabah namazı vakti girmişti. Kamyonun üstündeki yolcular şoföre, “Dur, namaz kılacağız” dediler. Şoför işi biraz geciktirince, yolculardan biri şoför mahallinin küpeştesine hızla ve kuvvetlice vurmaya başladı. Bir taraftan da, “Şoför dur!” diye bağırıyordu. Şoför hemen durdu. Ben büyülenmiştim. Bu dinî hassasiyetten ötürü çok etkilendim. Burada büyük bir imanın tezahürünü görmüştüm. Bu tesir ile şark insanı için söylenen menfi ve maksatlı sözlerin yalan olduğunu düşünmeye başladım.

 

Bitlis’e vardığımızda üst başımızın toz toprak içinde kaldığını fark ettim. Otelde temizlendikten sonra, Teknik Ziraat Müdürlüğü’ne gittim. Müdür beni Vali Bey’e götürdü. Vali de tayinimi Bitlis’in Van Gölü kenarındaki şirin ilçesi Tatvan’a çıkardı. Görev yapacağım yer Tatvan olmuştu. Tatvan’a gittim. Nüfus memuru Ziya Bey’in yardımı ile tek odalı bir ev bulduk. Fakat ev sahibi, Ziya Bey’e “Beyim ben bu zata evimi vermem, bunun başı açıktır” dedi. Ancak Ziya Bey kefil olduktan sonra evi kiralayabildik.

Fakat başka bir gün ev sahibi beni görmeye geldiğinde, benim namaz kıldığımı görünce çok pişman olduğunu, eğer evlenmek istersem bütün masraflarımı karşılayabileceğini söyledi ve benden özür diledi. Anladım ki, basit gibi görünen bu hadise ve sözler, doğu insanının memura bakış açısını özetliyordu. Yaşadığım hadiseler beni adeta büyülüyor, buraları ve insanlarını sevdiriyordu.

 

Tutuğumuz bu mütevazı ev, bölgede Nur hizmetlerinin başlangıcı, menşei ve çekirdeği hükmündeydi artık. Hemen dersler yapmaya başladık. Kısa bir sürede hizmet, umumi bir ilanat halini aldı. Yeni arkadaşlar edindik. Eski alakadarlar şevk ve kuvvet bulup ortaya çıktılar. Tatvan’ın uzun kış gecelerinde, metrelerce karlara bata çıka derslere geliyordu insanlar. Tatvan’da kaldığımız on bir ay içerisinde Risale-i Nur’u duymayan hiç kimse kalmadı elhamdülillah. Rahmetli Hacı Kadri Kalender, o zaman Tatvan’da ve Doğu’da kaldığım on sene zarfında, her türlü kahrımızı, zahmetimizi çeken isimsiz bir kahramandır.

 

DOĞU HALKINA YAKINLAŞMANIN, ONLARLA BÜTÜNLEŞMENİN FORMÜLÜ APAÇIK ORTADAYDI

 

İnanç birliği sizi halkla hemen bütünleştirdi demek ki?

 

Tatvan’da görev yaparken köylere vazife icabı geziler yapıyorduk. Ne yazık ki koca müessesenin sadece bir tek jipi vardı. Bu yüzden bazen yürüyerek de gidiyorduk köylere. Gittiğimiz köylerde halkın, memurîn sınıfına kerhen ve soğuk davranmaları hemen dikkati çekiyordu. Ama vakit girdiğinde namazımı kılmak için kalktığımda, aynı insanların hasbi, kalbi ve tebessümle mukabelelerini bir görmek lazımdı. Bunlar beni çok etkiliyordu.

Aslında Doğu halkına yakınlaşmanın, onlarla bütünleşmenin formülü apaçık ortadaydı. Yaşadığım her hadise gözümü açıyor, seneler evvel bu güzel memleketin bütünlüğü için, sebep ve çareleri teşhis eden Bediüzzaman’a olan hayranlığım ve bağlılığım daha da artıyordu.

 

Bediüzzaman Hazretleri’nin şu sözlerini, yaşadığım hadiselerin fiilen tefsir ettiğini çok net görebiliyordum: “Memleket dahi bir hanedir ve vatan dahi bir millî ailenin hanesidir. Eğer iman-ı âhiret bu geniş hanelerde hükmetse, birden, samimî hürmet ve ciddî merhamet ve rüşvetsiz muhabbet ve muavenet ve hilesiz hizmet ve muaşeret ve riyasız ihsan ve fazilet ve enaniyetsiz büyüklük ve meziyet o hayatta inkişafa başlarlar.” (Şuâlar, Söz Bas. Yay., s. 299.)

 

Halkla müspet münasebetlerinizi örneklendirebilir misniz?

 

Yaşadığım bir kaç hadiseyle konuyu açayım:

Bir gün dairemize bir köy muhtarı geldi. Şapkasını koltuğunun altına sıkıştırmış vaziyette selam verdi içeriye girdi. Neyse işini yapıp gönderdim. Yan masada oturan benden daha yaşlı memur arkadaş bir iç geçirdi: “Ah! Gel de Halk Partisi’ni arama! Bu muhtar İnönü devrinde bu daireye böyle girebilir miydi? Ayağımızı öpercesine iki büklüm girerdi” dedi. Ben, “Arkadaşım bu muhtarın bu daireye zilletle girmesi bize ne kazandırır? Hâlbuki bu muhtar köyüne gittiğimizde biz en çok alaka gösterenlerden birisidir. Lütfen haddimizi bilelim” deyip onu susturdum.

 

1960 yılındaydı. Nüfus sayımı yapılıyordu. Ben de bir dağ köyünde görevliydim. Dönüşte muhtar üç atından istediğime binerek dönmemi kendisi teklif etti bana. Dönerken yolda başka görevli arkadaşlarla karşılaştım. Onlar yayan geliyorlardı. Beni atla görünce canları sıkıldı. Birisi hiddetle, “Seni şikâyet edeceğim. Sen köylerde Nurculuk propagandası yapıp şahsi nüfuz temin ediyorsun” diye bağırdı. İşte sıkıntı burada başlıyordu. Dininden, imanından, örf ve âdetlerinden kopmuş olan bu mektepli nesiller, kendi halkıyla arasına örülen duvarları aşamıyorlar, sonra da şikâyet ediyorlardı.

 

Bir yaz günü, hububata zarar veren “Banbul” isminde bir haşerenin mücadelesi için bir köyde toplanmıştık. Ev sahibi adamcağız, bir kova ayran yapmış getirdi. Fakat kovanın ağzı açık olduğundan ayranın üzerine toz kaplamış. Adamcağız o ayranı karıştırıp, bir bardakla ilk memura uzattı. Aldığı cevap şu oldu: “Ben bu pis ayranı içmem.” Nahoş bir durum olmuştu. Hemen ileri atılıp, “Dayı bardağı bana ver” dedim. Sesli olarak “Yâ Rabbi! Rahmetin ne yücedir ki kan ve fışkı ortasından bu menfaatli ve gıdalı nimeti bize ihsan etmişsin” dedim ve ayranı içtim. Bir ara Teknik Ziraat Müdürüm Hami Bey beni dışarıya davet etti. “Rahmi Bey! Seni tebrik ederim. Devletin haysiyetini kurtardın. Ben bu arkadaşlarla aranızdaki bu kadar farkı anlayamıyorum” dedi.

 

Yine bir gün, bir gezimizde Vali Bey köylülere, “Amerikalılar Ay’a gidiyor; ama siz yerinizde sayıyorsunuz” dedi. Tabii Ay’a gidilebileceğini köylülerin akılları almıyordu. İçlerinden Kâmil Ağa: “Ay’a gidilmez beyim” deyiverdi. Birden Vali ile köylü arasında soğuk bir hava esmişti. Neyse ben hemen araya girdim ve 20. Söz’deki gibi, Hz. Süleyman kıssasını Kâmil Ağa’nın anlayacağı şekilde açıkladım. Bu tarz izah köylünün çok hoşuna gitti ve Vali’ye aklının yattığını itiraf etti.

İşte verdiğim misaller gibi çok hadiseler yaşayarak, 11 ayım Tatvan’da gelip geçmişti.

 

HALKLA KAYNAŞMAM, MEMURLAR KULÜBÜNDE OTURMAYIP KUMAR OYNAMAYIŞIM DAHİ ALEYHİMDE DELİL OLARAK GÖSTERİLİYORDU

 

Tatvan’da sizi rahat bıraktılar mı?

 

Tatvan’da hizmetler hızla inkişaf ederken, bir gün Risale-i Nur okuduğum, dinime imanıma hizmet ettiğim için, evim arandı. Bir katil, bir cani gibi tevkif edildim. Mahkemede, halkla kaynaşmam, memurlar kulübünde oturmayıp kumar oynamayışım dahi aleyhimde delil olarak gösteriliyordu. Hadise şöyle olmuştu:

1 Ağustos 1961 tarihinde, bir dostumun dükkânında imanî dersler okurken, ilçenin emniyet komiseri, “Evinde aramaya yapacağız” diye beni çağırdı.

 

Geceyi emniyette geçirdim. Fedakâr ve samimi ders arkadaşlarım olan Hasan Sağnıç, Kadri Kalender, Necmeddin Sözbilici, Kemal Değerli, Halis Kuş, M. Ali Oto, İsmail Nurpolat iman hakikatlerinin feyzine henüz varmaya başlamışlarken, kendilerini emniyetin loş ve küf kokan binası içinde buluverdiler. Günlük kazanıp o gün yiyen bu masum insanları, bütün mesuliyeti üzerime alarak, salıvermesini komiserden rica ettim. Komiser Seyfeddin Bey inançlı biriydi. Yanıma sadece Hasan Sağnıç’ı yoldaş vererek diğerlerini serbest bıraktı. Bize de hiç eziyet etmedi.

 

Nezarete alınmamızla birlikte, Tatvan’da büyük bir heyecan ve hareket husule gelmişti. Bitlis’ten vali ve emniyet müdürü tahkikata nezaret etmek için Tatvan’a geldiler. Sanki öyle bir suçlu yakalamışlardı ki bıraksalar devleti tar-u mar edecekti(!)

Ertesi gün Bitlis’e sevk olunduk. Hapishanede önce bizi traş ettiler. Sonra hapishanenin oval şeklindeki bir deliğinden bir eşya gibi içeriye attılar bizi. Üzerimize kapanan beş kapıdan sonra bir koğuşa verdiler. Koğuş çok kalabalıktı. O kadar kalabalıktı ki kapılar zor örtülüyordu. Ranzalarda zaten yer yoktu. Ancak tuvaletin önünde tek yataklık bir yer gösterdiler bize.

 

Baktım mahkûmlar kendi aralarında bize bakıp konuşuyorlar... Hasan’a “Ne diyorlar, dinle bakalım” dedim. “Her kim olursa olsun buraya gelen yerde yatmak zorundadır. Fakat Bunlar Bediüzzaman’ın talebeleridir. Bunları yerde yatırmak günahtır” diye konuşuyorlarmış. Sonra iki mahpus ranzadan yataklarını yere indirdiler. Bize ikişer kişinin yattığı ranzalardan yarımşar yer verdiler. Bu durumda geceleri yatakta dönme imkânımız olmuyordu. Alışkın olmadığım sabit yatma mecburiyeti benim uykularımı kaçırıyordu.

Üstelik hapishane gayet pisti ve su yoktu. Abdestimizi bile, Şirin ismindeki 15 yaşında bir çocuk mahkûmun, su borularından nefes kuvvetiyle çekip, ibriğe doldurduğu su ile alabiliyorduk.

 

Bitlis Cezaevi’nde 3,5 ayımız geçti. Bu sırada risaleleri ciddi olarak okuma imkânı buldum ve mahkûmlara iman hakikatlerini anlatmakla meşgul olduk. Mahkûmlar en çok “Kader Meselesini” soruyorlardı. İşledikleri günahların suçlarını nihayette kadere verip rahatlamak istiyorlardı. Bir de, bizim dinî kitap okuduğumuz için Ağır Ceza’da yargılanmamızı bir türlü akılları almıyordu. 15 Kasım 1961 tarihinde Bitlis Cezaevi’ne, mahkemenin hakkımızda tahliye kararı geldi. Dışarı çıktık. Artık resmen sabıkalı olmuştum. Tatvan’daki iman ve ahiret arkadaşlarım kendilerine bir zarar gelir endişesiyle, ilk gün beni evlerine kabul edemediler. Bir otelde kaldım. Otelde Patnos Belediye başkanı Kerem Şahin isminde bir zatla tanıştım. İnançlı, iyi kalpli bir insandı. Başımdan geçenleri anlattım. Bana “Patnos’a gel” dedi. İlk fırsatta Patnos’a gittim.

 

Müteaddit defalar Patnos’a gittikçe beni Kerem Bey’in oğlu Hacı Ensari, Merhum Muzaffer, Terzi Memduh Haser, Süleyman Yıldız, Şemseddin Esin gibi zatlar karşıladılar. Nurlara ciddi olarak sahip çıktılar. Hususen Merhum Terzi Memduh Haser beni her zaman evinde misafir ederdi. Sonradan duydum ki evlerinin kifayetsizliğinden kendisi ve çocukları kömürlükte yatıp bize yataklarını verirlermiş. Tahliyeden sonra bir gün yolda giderken, “Rahmi Bey!” diye birisi seslendi. Mal Müdürü Cevdet Daniş Bey’di. Bana, “Siz hapisteyken Ziraat Bakanlığı’ndan şahsınıza gelen ikramiye parasını iade etmedim. Sizin zulme uğradığınızı biliyordum. Gelin paranızı alın” dedi. Böylece kimseye yüzsuyu dökmeden o parayla memleketime gidebildim. Zaten tahliyeden sonra vekâlet emrine alınmıştım. İşimi kaybetmiştim.

 

Üç buçuk sene devam eden Bitlis Mahkemesi, birçok heyetin değişmesi neticesinde, 16 Aralık 1964 senesinde beraatla sonuçlandı. Bu Bitlis Davası, benim için dönüm noktası olmuş, hayatımın on senesini bu hizmete vakfetmeme vesile olmuştur.

Tahliye kararından sonra memleketim Bozkır’a gittim. Kaza merkezine girişteki jandarma karakolunda barikat kurup beni karakola çağırdılar. Buradan nereye gideceğimi sordular.

Ben daha memleketime gelmeden, gideceğimi haber alıp akrabalarıma beni sormuşlar. Herkes korkmuş. Bana nasihat edenlerin haddi hesabı yoktu.

 

VAN CEZAEVİ

 

Tekrar şarka döndüğünüzde sizi neler bekliyordu?

 

10 Temmuz 1962 senesinde, “Risale-i Nur Sönmez” adıyla, Üstad’ımızın en keskin mahkeme müdafaaları İstanbul’da tab edilmişti. Selahaddin Akyıl, küçük çaplı olan bu kitaptan, Özalp ilçesine, İran asıllı Kuli Yapıcı adında bir kahveciye, her nasılsa sehven gönderiyor. Kahveci de kasten kitapları götürüp emniyete teslim ediyor. Hemen Özalp Savcılığı’na gittim, bir dilekçe ile başvurup kitaplara sahip çıktım. Neticede dosya 6 Nisan 1964’de Van Ağır Ceza Mahkemesi’ne intikal ettirildi.

 

Van Ağır Ceza Mahkemesi’nde çok şiddetli geçen ilk celsede, Savcı Necati Coşkuner, dört sayfalık, baştan sona hezeyan, kin, iftira ve garez dolu iddianamesini okudu. Sonra eliyle beni işaret ederek “Bu sanık dışarıda kaldığı müddetçe, emniyet-i umumiyeyi her an ihlal edebilir. Tevkifini talep ediyorum” dedi. Ve hiç beklemediğim bir anda tevkif edildim. Bu talepten sonra hızla yerimden kalkıp “Savcıya, bu haksız, garazkar talebinin sebeplerini mahkeme huzurunda sormak istiyorum” dedim. Ok yaydan çıkmıştı. Daha birçok şeyler daha söyledim hiddetle. Avukatım sakin olmam için yerime oturttu beni. Hiç beklemediğim bir anda tevkif edilmiştim.

 

Önce beni Van Çarşı Karakolu’na götürdüler. Kibar bir insana benzeyen komiser, “Geçmiş olsun, suçun nedir?” diye sordu. “Risale-i Nur okumak” dedim. “Ben bu mezheplerden bir şey anlamıyorum” dedi. Belli ki İslamî kültürü, bilgisi yoktu. Hâlâ kabıma sığamıyordum. Sinirli bir şekilde, “Komiser Bey! Mezhepler, Sahib-i Şeriat’ın gösterdiği nazarî düsturların tarz-ı tefehhümünden ileri gelmiştir” dedim. Komiser “Bu tariften bir şey anlamadım” dedi. “Anlamadınızsa bir kere daha tekrar edeyim!” dedim. Ve aynı cümleyi tekrar ettim. “Ben bu gençle münakaşa salahiyetini kendimde göremiyorum” diyerek bahsi kapattı. Bana, “Aç mısın?” dedikten sonra, polislere bir porsiyon kebap söyledi. Ben, mezhepleri kabul etmediği için, bu komiserin kebabını yemedim. Komiser beni hapishaneye gönderdi. Çok acıkmıştım. Kuru bir ekmek getirdiler, onu suya batırarak yemeye çalıştım.

 

Beni tevkif ettiren Savcı Necati Coşkuner bir gün sonra hapishaneye geldi. Beni müdürün odasına çağırttı. Buna memnun olmuştum. Duruşmada yarım kalan fikir düellomuzu devam ettirmek için fırsat yakalamıştım. Hiç bir fikrî endişem yoktu. Söze savcı başladı: “Benim görevim seni mahkûm ettirmektir. Seninle sonuna kadar uğraşacağım” dedi. “Neden peşin hükümle adalet müessesine gölge düşürüyorsunuz? Siz kamu hukukunu korumakla mükellef olduğunuz gibi, masum insanların da hukukunu korumak ve kollamakla mükellefsiniz” dedim. “Siz laikliğin tahribine çalışıyorsunuz. Bu bakımdan suçlusunuz” dedi. Anlaşılıyordu ki bilgisi araştırmaya değil de garazkâr yayınlar yapan bazı gazetelerden geliyordu. Çünkü onların ağzı ile konuşuyordu.

 

Kendisine, “Siz laikliği niye batıdaki manasıyla kabul edip tatbik etmiyorsunuz? Laik Cumhuriyet, bîtarafane prensibiyle dinsizlere ilişmediği halde, siz neden dindarlara ilişiyorsunuz? Bu tezad değil mi?” dedim ve Ord. Prof. Dr. Ali Fuat Başgil’in laiklikle ilgili tariflerini kendisine aktardım. Bana hiddetle, “Ali Fuat Başgil’in tarifini kabul edersek, bu memlekette inkılâplar tehlikeye düşer!” dedi. Ben de “Eğer inkılâplar bu milletin fıtratına uygun ise hiç bir güç onu yıkamaz. Ama değilse, zaten kuvvetlenmesi mümkün değildir. Zira fıtrat, fıtrî olmayan şeyleri reddeder atar” diye mukabele ettim.

 

Konuşmamım sonunda savcı ayağa kalktı ve “Seni tebrik ediyorum. Davanı güzel müdafaa ediyorsun. Av. Bekir Berk’i getirmene lüzum yok. Sen de kendi müdafaanı yapabilirsin” dedi. Anladım ki maksadı beni yalnız bırakmaktı. Ben avukata ihtiyacım olduğunu belirtince, planın tutmadığını anladı: “Bunu iyi bil ki benim vazifem seni mahkûm ettirmektir” dedi ve kalktı koğuşları teker teker dolaşmaya başladı.

 

İRİ KIYIM KAMYON ŞOFÖRÜ VE ERMENİLER

 

Tartışmamızdan sonra koğuşları tek tek inceledi ve en adi suçlulardan birer ikişer seçip beni onlarla aynı odaya koydu. Üstelik Lübnan asıllı iki Ermeni mahkûmu da koğuşumuza kattı. Ben o mahkûmların ve bilhassa Ermenilerin, bana kin ve adavetle baktıklarını hemen anladım. Kavga etmek için bahane arıyorlardı. Bir ara ağzımdan, “Osmanlı” diye bir söz çıkmıştı. Ermenilerden biri hemen ayağa kalktı, “Burada Osmanlı’dan bahsedemezsin!” diye bağırıp beni tehdide yeltendi. Bu hazin tablo bana çok dokunmuştu. Tehditten çok, kendi öz vatanında dinini yaşamak isteyen birinin suçlu muamelesiyle hapse atılması ve sahte para basmaktan devlete zarar veren, yabancı uyruklu Ermenilerin bu Türk hapishanesinde ona saldırması beni üzmüştü. Bu nasıl izah edilir, nasıl sindirilirdi?

 

Bunlar bu cesareti nereden alıyorlardı? Elbette bu küstahlık şahsî bir cesaret işi değildi. Cumhuriyet Türkiye’sindeki vazifelilerin içine düştüğü gaflet, çarpıklık, tezat ve kusuru resmediyordu bu tablo. Bu savcının Ermeniler eliyle benim ölümüme zemin hazırladığından da hiç bir şüphem yoktu. Beni yandıran, hüzne boğan, bu hazin tabloydu.

Bu Ermenilerle aynı koğuşta kalmak uykumu kaçırıyordu. Benim sabah namazıma kadar her şeyime karışmaya başladılar. Üstelik savcı kesin emir vermişti. Bana dışarıdan bir bardak su bile verilmeyecek, soyadım tutmayan hiç kimseyle görüştürülmeyecektim. Bir ara benim sürahime zehir koymaktan bahsettiklerini, yanımdaki mahkûm bana ayağıyla dürterek haber verdi.

 

Çok sıkıntılı bir durumdaydım. Artık tevekkül ve dua ile Allah’a iltica edip sabrediyordum.

Sonra beklemediğim bir anda, Allah bana bir trafik kazası sebebiyle hapse düşen, Yaşar isminde iri kıyım bir kamyon şoförünü imdadıma gönderdi. Önce ona kısaca durumu izah ettim. Kendisini fikren hazırladım. Savcıda bitmiş, kokuşmuş olan ruh cevheri, onda yaşıyordu. Aynı gün sabah namazına kalktım. Ermeniler homurdanmaya başladılar. Birden Yaşar, bir kaplan gibi yatağından fırlayıp onların anlayacağı bir dille bir küfür savurdu. Bunu hiç beklemiyorlardı. Yaşar’ın mukabelesi onları susturmaya yetmişti. Namazımı rahatça kıldım. Yaşar arkamda muhafız gibi duruyordu. Ben namazımı bitirdim. Yaşar Efendi gitti yatağına uzandı. Kendisine yaklaşıp şefkatle, “Niye namazını kılmıyorsun? Bu güzel hizmetini böyle neticelendirmek olmaz. Haydi, kalk abdestini al sen de namazını kıl” dedim. Kalktı ve öyle yaptı. Allah razı olsun.

 

Sonra beklemediğim bir şey daha oldu. Bu zulümleri bana yapan savcıya, Boyacıoğlu Camii’nin arkasında oturan sakinlerin ileri gelen efeleri haber salmışlar: “Seni vurup İran’a kaçacağız” demişler. Savcı alel acele beni çağırdı: “Bu mahkemede hiç bir rolünün olmadığını, dosyanın aslında Özalp’ten geldiğini” anlatarak adeta benden şefaat bekliyordu. Kendisine “Bu haberleri çıkaranların aramızı açmak için bunu yaptığını, elimden geldiği kadar bu tip hareketleri önleyeceğimi” söyleyerek kendisini rahatlattım.

 

Savcının dışarıdan bir bardak suyu bile bana yasak etmesinin inadına, Vanlı ahiret kardeşlerim, bana erzak gönderiyorlardı. Tabii bu o kadar kolay olmuyordu.

Bu iş için Ali Rıza Gülaç’ın kardeşi Faruk’u bulmuşlar. Faruk, cıva gibi bir çocuk. Hapishanenin dış kapısı açılır açılmaz, yayından çıkmış bir ok gibi fırlayıp erzak torbasını bana verip aynı hızla geriye kaçıyordu. Bir defasında gardiyanlara yakalandı. Artık kurtuluşu yoktu. Gözünü korkutmak için dövüleceği kesindi. Fakat beklenmedik bir anda gardiyanların elinden kurtulup bir maymun çevikliğiyle oradaki bir kavak ağacının başına çıkıverdi. Yapılan uzun pazarlıklar sonunda, Faruk’un oradan indirilmesiyle hadise sulh içinde son buldu.

 

Sonra yine beklemediğim bir anda İlâhî bir lütuf daha gördüm:

Avukatım, Van Ağır Ceza Mahkemesi tarafından tevkif edildiğimi, Bitlis Ağır Ceza Mahkemesi’ne itiraz başvurusuyla bildirmişti. O mahkemenin hakikaten âdil olan reisi Adil Erdoğan Bey itirazı yerinde bulup büyük bir cesaretle: “Daha buradaki muhakemesi bitmedi. Bu ne rezalet!” diyerek tahliye telgrafını, Van Ağır Ceza Mahkemesi’ne gönderdi. Allah kendisinden ebediyyen razı olsun. Hürriyetime kavuşmama vesile olmuştu.

Tahliye telgrafı malum savcıyı şok etmiş. Bilmecburiye emri hapishane mübaşirine göndermek zorunda kalmıştı.

 

(Devam edecek…)

Röportaj Haberleri