Dindar nesil

Recai ALBAY

Cumhuriyetin daha ilk kuruluş yıllarında temeli atılan ve bugünkü kavga ve anarşiyi meyve veren bir stratejinin hararetle tartışıldığı günlerdeyiz.

Başbakan’ın fitilini ateşlediği “dindar gençlik” tartışması medyanın baş gündemine oturmuş bulunmaktadır. Biz bu tartışmalara ışık olsun diye stratejinin planlandığı döneme, Cumhuriyet’in kuruluş yıllarına  projektörleri çevirmek istiyoruz. 
 
“Prof. Dr. Çetin Yetkin’e göre Cumhuriyet’in kurucuları İttihatçı menşeli seçkinler azınlığıdır. Anadolu halkının yukarıdan aşağıya buyrulan dönüştürme projelerinin adı “Tanzimat ve Islahat’tan” sonra bu sefer inkılâp olarak karşımıza çıkıyordu. Temel maksat; Devleti güçlendirmek. Ankara reformunun stratejisi; modern bir Türkiye planlayan seçkinlerin güvenle yaşayabilecekleri steril bir ortam yaratmaktı.” (1) 

 

Bu nedenle iç ve dış stratejistler harıl harıl yeni bir millet oluşturmanın ilke ve uygulamalarını hayata geçiriyorlardı. Kısa zamanda yüzyıllara sığan icraatlar ve reformlar tatbik edilmişti. Bu uygulamalar faşizan ve despotça halkın gözyaşına bakmadan yapılmaktaydı. Bir millet tarihi ile birlikte maziye gömülmekteydi. 

 

O kadar ki, Türk inkılâbının tahlilini yapan yabancı gözlemciler, ilginç bir ayrıntıya parmak basarlar: “Sadece siyasi müesseseleri değiştiren Fransız İhtilalinin, sadece sosyal müesseseleri değiştiren Rus İhtilalinin aksine Türk İhtilali siyasi müesseseden, sosyal münasebetlere, dine, aileye, ekonomik hayat geleneklerine, hatta cemiyetin moral temellerine hücum etmişti. (2) Belirlenen ideolojiye göre adeta bütün bir halk ‘standart bir elbiseye sığdırılmak için vücut uzuvları budanan veya dolgu yapılan bir plastik sanat malzemesine acımasızca dönüştürülüyordu.

 

Tamamen Müslümanlıktan soyutlanmış bir toplum oluşturmak artık seçkinlerin ana hedefi idi. “Bu devir öyle kesif bir İslâm aleyhtarı propagandaya dönüşmüştü ki, bazı çevreler “Türkiye’nin artık İsa’ya kulak vereceğini” iddia eder hale gelmişlerdi.” (3)

 

Batıdan ithal edilen şark toplumuna taban tabana zıd fikirler yüksek öğrenim görenlerin önemli bir bölümü üzerinde, bilhassa Mülkiye, Askeri Tıbbiye ve Harbiye’de tesirli olmuştur.” Bu okullarda yetişen yeni nesil, Batı’nın materyalist düşünürlerinin, dini cemiyetten dışlayan pozitivist öncülerin ve Darwin gibi aykırı düşünen ilim adamlarının kalıcı tesirleri altında ruhlarını ve kafalarını şekillendirmişlerdi. Bu o kadar ileri gitmişti ki, Üsküdar’da bir hastaneyi ziyaret eden ve müşahedelerini anlatan Mac Farlane Tıbbiye’nin kütüphanesini görünce çoktan bu kadar düpedüz Materyalizm kitaplarını toplayan bir koleksiyon görmemiştim. Genç bir Türk doktoru oturmuş dinsizliğin el kitabı olan ‘Systeme De La Nature’ü okuyordu. Raflar Fransız devrimcilerinin, özellikle materyalistlerin kitaplarıyla doluydu. (4)

 

İşte bu değerler manzumesinden hayata bakan seçkinlerin oluşturduğu Cumhuriyetin başında uygulanan yanlış kararların ve  politikaların bugünkü problemlere (terör, anarşi, şiddet, madde bağımlılığı..vb) zemin hazırladığını görüyoruz.

Yukarıda ifade edildiği gibi daha Cumhuriyet’in temellerinin atılırken ayrıştırma üzerine bina edildiğini, bütünleştirici olmadığını görüyoruz.  Özellikle bu Anadolu toprakları üzerinde üç büyük kavim ki, Türkler, Araplar ve  Kürtleri asırlarca bir arada tutan “din bağı”nın bilerek koparıldığını ve batı tipi bir gençliğin planlı bir şekilde yetiştirildiğini görüyoruz. Hâlbuki bu topraklardaki Müslüman unsurları birbirine bağlayan en birinci ve köklü bağın din bağı olduğu sadece bin yıllık tarihimize bakıldığında kör olanların bile görmemesi mümkün değildir. Şayet bu bağ kesildiği taktirde aynı topraklarda kader birliği yapan, et ve tırnak gibi kaynaşmış kardeşlerin birbirlerine yabanîleşeceğini, birbirine düşman olabileceğini ve büyük inşikaklara, yaralara, tahammülü zor vahşetlere yol açacağını o dönemin yüksek şahsiyetleri hayretlerle, feryatlarla ifade etmişlerdir.

 

Bugünkü tartışmalara fikir vermesi açısından kalbin en derinin noktasından coşmuş bir volkan gibi kopan meselâ şu feryada bir kulak verelim:

“Karşımda müthiş bir yangın var. Alevleri göklere yükseliyor. İçinde evlâdım yanıyor, imanım tutuşmuş yanıyor. O yangını söndürmeye, imanımı kurtarmağa koşuyorum. Yolda biri beni kösteklemek istemiş de ayağım ona çarpmış. Ne ehemmiyeti var? O müthiş yangın karşısında bu küçük hâdise bir kıymet ifade eder mi?

 Ben cemiyetin iman selâmeti yolunda ahretimi de feda ettim. Gözümde ne Cennet sevdası var, ne Cehennem korkusu. Cemiyetin, yirmi beş milyon (Şu an 75 milyon) Türk cemiyetinin imanı namına bir Said değil, bin Said feda olsun. Kur’an’ımız yeryüzünde cemaatsiz kalırsa Cennet’i de istemem; Orası da bana zindan olur. Milletimizin imanını selâmette görürsem, Cehennem’in alevleri içinde yanmağa razıyım. Çünkü vücudum yanarken, gönlüm gül gülistan olur.


BİRTEK GAYEM VARDIR; o da mezara yaklaştığım bu zamanda İslam memleketi olan bu vatanda Bolşevik (komünist) baykuşlarının seslerini işitiyoruz. Bu ses islâm âleminin iman esaslarını (Müslüman toplumun temelini ) zedeliyor. Halkı, bilhassa gençleri imansız yaparak kendisine bağlıyor. Ben bütün mevcudiyetimle bunlarla mücadele ederek gençleri ve Müslümanları imana davet ediyorum. Bu imansız kitleye karşı mücadele ediyorum. Bu mücahedem ile inşaallah Allah huzuruna girmek istiyorum, bütün faaliyetim budur. Beni bu gayemden alıkoyanlar da, korkarım ki bolşevikler olsun. Bu iman düşmanlarına karşı mücahede açan dindar kuvvetlerle el ele vermek, benim için mukaddes bir gayedir. Beni serbest bırakınız. Elbirliğiyle komünistlikle zehirlenen gençlerin ıslahına ve memleketin imanına, Allah’ın birliğine hizmet edeyim.
Bana ıstırap veren, yalnız İslâm’ın maruz kaldığı tehlikelerdir. Eskiden tehlikeler hariçten gelirdi; onun için mukavemet (karşı koymak) kolaydı. Şimdi tehlike içeriden geliyor. Kurt, gövdenin içine girdi. Şimdi, mukavemet güçleşti. Korkarım ki cemiyetin bünyesi buna dayanamaz, çünkü düşmanı sezmez. Can damarını koparan, kanını içen en büyük düşmanını dost zanneder. Cemiyetin basiret gözü ( tehlikeyi sezememek) böyle körleşirse, iman kalesi tehlikededir, işte benim ıstırabım, yegâne ıstırabım budur. Yoksa şahsımın maruz kaldığı zahmet ve meşakkatleri düşünmeğe bile vaktim yoktur. Keşke bunun bin misli meşakkate maruz kalsam da îman kalesinin istikbali selâmette olsa!


Dünya, büyük bir manevî buhran geçiriyor. Manevî temelleri sarsılan Batı cemiyeti İçinde doğan bir hastalık (bohemist yaşam, gayr-i ahlaki bir hayat anlayışı), bir veba, bir taun felâketi gittikçe yeryüzüne dağılıyor. Bu müthiş sâri (bulaşıcı) illete (hastalık) karsı İslâm cemiyeti ne gibi çarelerle karsı koyacak? Batının çürümüş, kokmuş, tefessüh etmiş, bozuk formülleriyle mi? Yoksa İslâm cemiyetinin ter ü taze iman esaslarıyla mı?”

Bugün, gençlerimizin içine düştüğü hazin tablonun en büyük sebebi yukarıdaki feryatta da ifade edildiği gibi salt Batı tipi bir gençliğin tohumunu atan bir anlayıştır. Müslüman coğrafyada “dindar bir gençlik” yetiştirmezseniz, sadece Batı felsefesi, materyalist bir düşünce ve fikirlerle beslenmiş sözde çağdaş bir  eğitimle (!) yetinirseniz, kendi kültüründen, örf ve  an’anesinden uzak bir eğitim verirseniz, böyle bir eğitimle işte bugünkü gençliği elde edersiniz.

 

Acilen bir elinde Batının fen ve teknolojisi, diğer elinde de doğunun inanç, iman ve faziletini tutan bir gençlik, aklı; fen ve teknoloji ile aydınlanmış, kalbi ve vicdanı da; iman, inanç ve müslümanca bir ahlak ile nurlanmış bir gençlik sadece Türkiye’nin değil tüm insanlık âleminin de kurtuluş çaresidir, reçetesidir.

 

1.Başkaya, Fikret Doç.Dr.
2.Gentizon, Paul/M.Kemal ve Uyanan Doğu/ Kültür Bakanlığı yay.
3.Yörük, Hüseyin/Türkiye’nin Demokrasi tarihi.
4.Charles, Mac Farlane,s.270

Yorum Yap
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
Yorumlar (4)
Yükleniyor ...
Yükleme hatalı.