Değişen paradigmalar ve Risale-i Nur

Metin KARABAŞOĞLU

İman-küfür mücadelesinde yeni bir dönemecin içindeyiz. Küfür ile iman arasındaki mücadele yeni bir aşamaya giriyor ve yeni bir çehre kazanıyor. Bu dönüşümü doğru okumak ve bu okuma dâhilinde doğru bir mücahede sergilemek, ehl-i dinin boynuna borçtur. Bu süreci doğru okumayıp “kurdu gövdenin içine alarak” içselleştirmek de büyük vebaldir.
 
Bediüzzaman Said Nursî, Risale-i Nur Külliyatı’yla sunduğu göz kamaştırıcı ontolojik inşanın temellerini taşıyan “kök risaleler”den biri olan “Yirmi Dokuzuncu Söz”ü “Remizli Bir Nükte”yle bitirir.

Bu “nükte”nin en başında, “Şu kâinata dikkat edilse, görünüyor ki: İçinde iki unsur var ki, her tarafa uzanmış, kök atmış. Hayır-şer, güzel-çirkin, nef’-zarar, kemal-noksan, ziya-zulmet, hidayet-dalalet, nur-nâr, iman-küfür, taat-isyan, havf-muhabbet gibi âsârlarıyla, meyveleriyle şu kâinatta ezdad birbiriyle çarpışıyor” der Risale müellifi.

Bu “remizli nüktenin sırrı”nı ise bir dizi anahtar kavram eşliğinde açıklar: Hakîm-i Ezelî, şu “imtihan” dünyasında elmas ruhların hakikati bulabilmesi ve dahi kömür ruhlardan ayrışması için, “hakâik-i nisbiye”nin zuhurunu murat etmiştir. Kâinatta gördüğümüz bunca çeşitlilik, derecelilik ve göreceliğin sebebi olan bu “hakâik-i nisbiye”nin zuhurunda, insan için bir imkân ve bir risk bulunur. Elmas ruhlar bu “imkân”ı kullanır; kâinatta cari bu çeşitlilik ve derecelilik üzerinden, aklın da istimaliyle “mutlak hakikat”e ulaşırlar. Kömür ruhlar ise bu “risk”e yönelir; “hakâik-i nisbiye”nin zuhuru için vazgeçilmez şart olan “hayır-şer, güzel-çirkin, iman-küfür, taat-isyan, hidayet-dalalet...” imtizacında tercihlerini ikinci grubun lehine kullanırlar. Böylece, elmas ruhların “kozmos” olarak gördüğü şu âlemden, kömür ruhlar “kaos” devşirir.

İşte, insanlık tarihinin en keskin ayrışma noktası olarak “kâinatta dinsizlik ile dindarlık, Âdem zamanından beri cereyan edip geliyor ve kıyamete kadar gidecek” ise, bu sebeptendir.

İnsanlık tarihi, bu çerçeveden bakılırsa, iman ile küfrün, hidayet ile dalaletin, hayır ile şerrin, güzel ile çirkinin, taat ile isyanın sürekli mücadelesinin tanığıdır. Her insanın kendi iç âleminde de yaşıyor olduğu bu mücadele, çağlar boyu devam edip gelmektedir.
 
Her çağda mücadele

Bu mücadelede, her iki tarafın da galebe çaldığı zamanlar vardır. Mesela Cahiliye dönemi şerrin ve küfrün, Asr-ı Saadet hayrın ve imanın galebe zamanıdır.
Modern zamanlara gelindiğinde ise, bu zamanda galip durumdaki tarafın küfür, isyan, dalalet ve şer cephesi olduğu da, ama bunun bir mutlak galebe olmayıp imanın küfürle, hayrın şer ile mücadelesinin devam ettiği de bir vâkıadır.
Yine Bediüzzaman’ın, yine bir “kök risale” olarak “Yirmi Beşinci Söz”de yer alan “bütün nev’-i beşerin ve belki cinnîlerin de netice-i efkârları olan medeniyet-i hâzıra” ifadesiyle içerdiği şeytanî karaktere de dikkat çektiği modern dönem, Theodore Roszak gibi sosyal tarihçilerin vurguladığı üzere dinsizliğin küresel, örgütlü ve sistematik bir keyfiyet kazandığı yegâne çağ durumundadır. Modern dönemi, özellikle de on dokuzuncu yüzyılı irdeleyen kimi eserlerin “The Age of Unbelief” (Küfür Çağı) başlığını taşıması anlamlıdır.

Küfrün imana sistemli ve kapsamlı bir saldırıda bulunduğu ve galebe de çaldığı böylesi bir çağda yaşayan mü’minlerin modern dönemlerin bitiyor olduğu iması taşıyan her emareye sarılması yahut modern dönemlerin “alamet-i farikası” olmuş keyfiyetlerin “alternatifi” yahut “rakibi” olma istidadı taşıyan her şeye, “Düşmanımın düşmanı dostumdur” duygusuyla yaklaşması, anlaşılır bir halet-i ruhiyedir. “Anlaşılır” olan bu durum, öte yandan, “makul” değildir. Çünkü, şu “hakâik-ı nisbiye” dünyasında iman-küfür mücadelesi daimîdir; dolayısıyla modernitenin öngörülen sonu iman-küfür mücadelesinin de sonu anlamına gelmemektedir. Bilakis, böyle bir durum, iman-küfür mücadelesinde yeni bir dönemece gelindiğinin veya geliniyor olduğunun habercisidir.

Modernitenin sona erip ermediği tartışması, bu açıdan bakıldığında, mü’minlerin öncelikli gündem maddesi değildir. Modernite, kimi müntesiplerinin gözünde “bitmemiş ve bitmeyecek” bir projedir; kimilerine göre ise, “modern dönem” son bulmuş, postmodern döneme gelinmiştir. Öyle ya da böyle, herkesin gördüğü bir gerçek, son yüzyılın olayları içerisinde, modernitenin dâhilinde ya da değil, insanlık tarihinin yeni bir dönemece doğru gittiğidir. Bu, hayatın birçok alanında kendini açığa vuran bir gerçekliktir.
 
Değişen paradigmalar

Âlem tasavvurunda yaşanan değişim, bunun belki en bariz tezahürlerinden biridir. Bugünün dünyasında:
● Âlemi bir makine gibi kurgulayan Newton fiziğine bedel kuantum fiziği hâkimdir.
● Determinizmin yerinde “belirsizlik” prensibi vardır.
● Bilimin insanı mutlak doğruya götüren “en hakikî mürşid” olduğu pozitivist anlayışının yerini “mutlak doğru”nun buharlaştığı bir “relativizm” almaktadır.
Maddeye ezeliyet atfetmek “demode” bir tavırdır artık; maddeye dair hâkim algı, “var-yok arası dalgalanmalar”dır.

Peki, kâinat tasavvurunda gerçekleşen bu köklü değişim, tarihin akışının maddeden manaya, dünyadan ukbâya, bedenden ruha, küfürden imana yöneldiği anlamına mı gelmektedir?

Determinizmden küfür çıkaran insanoğlu belirsizlik prensibinden hidayet mi devşirmektedir mesela? Newton fiziğinden tanrısızlık üreten insanoğlu kuantum fiziğiyle imana mı gelmektedir?

Bilakis, “başka bir âlemin mahsulatının tezgâhı hükmünde çarkları dönen” şu âlemde, “hayır-şer, güzel-çirkin, nef’-zarar, kemal-noksan, ziya-zulmet, hidayet-dalalet, nur-nâr, iman-küfür, taat-isyan, havf-muhabbet” suretinde cereyan eden “zıtlar mücadelesi” devam etmektedir. Dolayısıyla, modern inkâr döneminin bitişi ihtimali, inkârın bitişi anlamına gelmemektedir. Modern inkâr döneminin ardından, postmodern iman dönemine geçiliyor değildir. Nasıl modern dönemde küfür ile imanın mücadelesi yaşanmışsa, aynısı bugün postmodern cephede yaşanmaya başlamıştır. Velhasıl, iman ile küfrün mücadelesinin devam edeceği gerçeği olduğu gibi durmakta, ama bu mücadele şekil ve üslup değiştirmektedir.
Nitekim, “modern” inkârcılığın yerini şimdi “postmodern” inkârcılık almaktadır. Modern dönemde en zirve örneğini komünizmin temsil ettiği küfranî anlayışın yerinde artık yeller esiyor değildir; komünizmin düşürdüğü bayrak bugün nihilizmin ellerindedir.

İnkârın simgesi dün Karl Marx iken, bugün bu simge, “yeniden keşfedilen Friedrich Nietzsche”dir.
Dünün materyalist idealizminin yerini ise, varoluşçu hazcılık almış durumdadır.
Diğer taraftan, bilim alanındaki iman-küfür mücadelesi, günden güne, “tabiat bilimleri”nden “insan bilimleri”ne doğru kaymaktadır.
 
Yeni bir dönem

Açıkçası, iman-küfür mücadelesinde yeni bir dönemecin içindeyiz. Küfür ile iman arasındaki mücadele yeni bir aşamaya giriyor ve yeni bir çehre kazanıyor.
Aklıkarışıklar İçin Kılavuz yazarı E. F. Schumacher’in otuz küsur yıl önce ilan ettiği üzere, “Modern dinsiz yaşama deneyimi başarısızlıkla sonuçlandı;” ama buna karşılık, “postmodern dinsiz yaşama deneyimi”nin emareleri beliriyor.
● “Newton mekaniği”nin yerini “kuantum mekaniği”nin,
● “determinizm”in yerini “belirsizlik prensibi”nin,
● “biyoloji”nin yerini “psikoloji”nin,
● pozitivizmin yerini relativizmin,
● ateizmin yerini agnostisizmin,
● materyalizmin yerini nihilizmin,
● ideolojik adanmışlık anlamında idealizmin yerini hazcılığın
● aldığı bir süreç gözlemleniyor.

Yaşanan bu dönüşümün iman cephesinin mümessillerince doğru okunup doğru değerlendirilebildiğini söylemek ise, maalesef mümkün değildir. Dine karşı ideolojik bir taarruzun yerine, “yaşam tarzı” düzleminde bir taarruzun öne çıktığı bu yeni şartların, mü’minler tarafından dikkatle okunabildiğini söylemek mümkün gözükmüyor.

Başka unsurların yanı sıra, şu iki tablo bunu açıkça göstermektedir:
Birincisi, kimi dindar çevrelerin yaşanan bu paradigma değişimini henüz göremediği görülmektedir. Zihniyet dünyası “modern” dönemin şartları, çekişme ve çatışmaları, mücadele ve mücahedeleri içerisinde şekillenmiş birçok kanaat önderinin hâlâ bu söylemi sürdürüyor olması; “modernite içerisinden” veya “modernite karşıtı” bir söylemde takılıp kalması bunun delilidir. Sözgelimi,
● “bilimci” duruşu merkeze alan bir “isbat-ı Sâni” çabası,
● “evrim teorisi” merkezli bir inkârcılık mücadelesi,
● Karl Marx odaklı bir modernite eleştirisi,
● yahut İslâm’ı “kalkınmacı” bir “modern din” olarak sunma projesi gibi hayli çeşitlilik arz eden bir dizi teşebbüs ve söylem, iman-küfür mücadelesinin içinde olduğumuz dönemecinde sahibini hayatın merkezinde tutmamakta, bilakis kenara itmektedir.
Böylesi söylemler haz peşinde olan, tüketimi kutsayan, “anlam”ı umursamayan ve hiçliği yücelten bir kuşak için uygun bir cevap ve gerçek bir meydan okuma içermemektedir. Bu söylemlerin sahipleri, “marjinalleşme” ya da “dinozorlaşma” riskiyle yüz yüzedir.

İkinci tablo ise, birincinin tam tersi bir yanılsamayı temsil etmektedir. Bu tablo, yaşanan dönüşümün farkındalık intibaı bırakır gerçi. Ama vakıa, bu tablonun mümessilleri “trend”leri doğru okuyup bir imanî cevap oluşturmaktan ziyade, “trend”in akışına kapılmış bir haldedir.
● Kuantum fiziğini merkeze alan mutlak bir imana dönüş beklentisi;
● “insan bilimleri” üzerinden gelen bir dinsizliğin yeterince irdelenememesi; bilakis onun bazı söylem ve yaklaşımlarının alınıp içselleştirilmesi ve bunları İslâm’la bağdaştırma cihetine gidilmesi;
● “vahiysiz bir maneviyat” arayışını içeren New Age söylemlerinin hemencecik “İslâmî müteradifleri”nin üretilmesi;
● vahyi merkeze alan esaslı bir dinî duruşla rekabet halindeki “mistik” eğilimlere prim verilmesi...
● ikinci tabloda görülen zaafların ilk anda göze çarpanları olarak zikredilmelidir.

Bugün küfrün imana tasallut ettiği asıl alan, “biyoloji” değil, “psikoloji”dir. Dolayısıyla, “evrim teorisi”ni hedef alan bir mücadele bugünün dünyasında “asıl nokta”yı kaçırma anlamına geldiği gibi, “psikoloji”nin ortaya koyduğu tezlere yönelik sorgusuz-sualsiz bir kabullenme de ayağımızı kaygan zemine koyma anlamına gelmektedir. Bugünün dünyasında, iman veya küfür tercihini “evrim teorisi”ne dayalı olarak yapanların sayısı giderek azalmaktadır. Çoklarının insanın atasının Âdem mi, yoksa maymun mu olduğu gibi bir derdi yoktur artık. Çoklarının derdi, ya kulluğu kabul etmek veya tanrılaşma çabasına girişmektir. Psikoloji başta olmak üzere insan bilimleri üzerinden gelen küfrî tasallut, “özgüven” adı altında kişiyi kendine güvenmeye çağıran, insanı âdeta tanrılaştıran, düşündükten sonra muhakkak başaracağını ona garanti eden, “Çözüm sensin. Çözüm sendedir. Çözüm senin içindedir” diye haykıran bir niteliktedir.
 
Değişen paradigmalar ve Bediüzzaman

Yaşanan bu dönüşüm, yanlış bir tutumla “moderniteye bir cevap”a indirgenen, hatta hâlâ daha kimilerince “moderniteyle uyum arayışı”na alet edilmek istenen, oysa gerçekte Kur’an ve sünneti merkeze alan bir İslamî dirilişin ontolojik temellerini bize vazeden Risale-i Nur’a atıfla, şöyle de açıklanabilir: Bediüzzaman Said Nursî’nin sunduğu bu ontolojik inşanın en temel cüz’lerinden biri olarak “Otuzuncu Söz”de belirtildiği üzere, “Küçük âlemde ene, büyük âlemde tabiat gibi tağutlardandır;” ve gerek bu risalenin birinci kısmı olarak “Ene” bahsinde, gerek bu bahsin çekirdeğini içeren Mesnevî-i Nuriye’de irdelendiği üzere, bu iki tağut içinde öncelikli olan, tabiat değil, enedir. Ene’nin insana Rabbini bildiren bir ayna olmak yerine tanrılık iddia eden bir cama dönüşmesinin ardından gelen bir zincirleme reaksiyon ile esbab ve tabiat şirki doğmaktadır. Buna mukabil, “biyoloji”yi merkeze alan bir “bilimsel materyalizm”in tasallutu hengâmında, Risale müntesiplerinin iman-küfür mücadelesinde en ziyade başvurdukları risale, “Ene” bahsi değil, “Tabiat Risalesi”dir (oysa bu risale dahi, “Hatime”sinde “ibadet”i işlemektedir). Buna karşılık, küfrün “tabiat bilimleri”nden ziyade “insan bilimleri” üzerinden geldiği bugünün dünyasında, iman-küfür mücadelesinde Risale müntesiplerinin ilk adresi “Ene” bahsidir.

Yahut, Bediüzzaman Said Nursî’nin tek bir risalesinden hareketle bu paradigma değişimini irdeleyecek olursak: Bediüzzaman’ın Sözler isimli en önemli kitabında yer alan “Otuz İkinci Söz,” birbirini takip eden ve tamamlayan üç ana bölümden, onun ifadesiyle üç “mevkıf”tan oluşur.

Bu “mevkıf”ların ilkinde küfür cephesinin inkârcı iddiaları dile getirilir ve çürütülür.
İnkârcı iddiaları çürütülen küfür cephesi, “İkinci Mevkıf”ta bu kez imana yönelik sorular ve şüphelerle çıkar karşımıza. Bu bölümde, bu soru ve şüphelere cevap verir Bediüzzaman.

Ama “Üçüncü Mevkıf” ile, bu ikna edici cevapların da, küfür cephesini iman karşıtlığından vazgeçirmeyeceği öngörüsünü serdeder. Onun bu risalede münazarada bulunduğu “umum enva-i ehl-i şirkin ve küfrün ve dalaletin tevehhüm ettikleri şeriklerin namına” konuşan ve Bediüzzaman’ın “ehl-i dalaletin vekili” unvanını verdiği hayalî kişilik, “Üçüncü Mevkıf”ta yeni stratejisini şöyle belirler:
“Ben saadet-i dünyayı ve lezzet-i hayatı ve terakkiyat-ı medeniyeti ve kemal-i san’atı kendimce ahireti düşünmemekte ve Allah’ı tanımamakta ve hubb-u dünyada ve hürriyette ve kendine güvenmekte gördüğüm için insanın ekserisini bu yola şeytanın himmetiyle sevk ettim ve ediyorum.”

Bu tek cümlenin bugünün küfranî söyleminin bir özeti niteliğinde olması, manidar değil midir?
Hedef olarak “saadet-i dünya,” “lezzet-i hayat,” “terakkiyat-ı medeniyet,” “kemal-i sanat.” Ve bunu sağlayacak araçlar olarak “ahireti düşünmemek,” “Allah’ı tanımamak,” “hubb-u dünya,” “hürriyet,” “kendine güvenmek.” Haydi, günümüz diline uyarlayalım: mutluluk, lezzet, haz, ilerleme, kendini geliştirme, sevgi, özgürlük, özgüven... Dikkat çekici değil mi?

Gözümüzü açmak, şuurumuzu uyanık tutmak ve yaşanan paradigma değişimini doğru okumak durumundayız. Bugünün dünyası nasıl;
● “komünizm”e karşı “kapitalizm”in,
● “Sovyetler”e karşı “Amerika”nın,
● “enternasyonalizm”e karşı “milliyetçilik”in ehven sayıldığı Soğuk Savaş dünyası değil ise;
● ve dünyaya hâlâ bu adeseden bakan bir göz nasıl kendisini “tarihin dışı”na itiyorsa, yine bugünün dünyası “tabiat” merkezli bir inkârcılığın dünyası da değildir. Bugünün dünyasında iman-küfür mücadelesi doğrudan “insan” üzerinde cereyan etmektedir.
Böyle bir dünyada;
● nihilizmin ürettiği anlam boşluğuna karşı anlam arayışı,
● hiçlik duygusuna karşı varoluşsal hikmet,
● nefsanî hazcılığa karşı zevk-i ruhanî ve lezzet-i ruhaniye
● narsistik bir benlik anlayışından beslenen “özgüven”e karşı tevekkül,
● ben-merkezciliğe karşı kulluk,
● bu dünya eksenli bir “başarı” anlayışına karşı da ahiret eksenli bir “rıza-yı ilahî;”
● postmodern relativizme karşı da Mutlak’ın bilgisi olarak vahiy, anahtar kelimelerdir.

Velhasıl, “modernitenin sonu”na dair analizler, “iman-küfür mücadelesinin sonu” anlamına gelmemektedir. Meydan-ı imtihan kapanmış, hayrın şerre mutlak galebesine meydan açılmış değildir, insî ve cinnî şeytanlar da hâlâ bu âlemdedir ve “kozmos”tan “kaos” devşirme derdindedir. Mücadele devam etmekte, ama yeni bir safhaya doğru evrilmektedir.

Bu dönüşümü doğru okumak ve bu okuma dâhilinde doğru bir mücahede sergilemek, ehl-i dinin boynuna borçtur. Bu süreci doğru okumayıp “dün”ün söylemini bugüne taşıyarak kendilerini ve temsil ettikleri değerleri “tarihin dışı”na iterek marjinalize etmek vebal getirir. Bu süreci doğru okumayıp “kurdu gövdenin içine alarak” içselleştirmek de büyük vebaldir.
Kaldı ki, hikmet mü’minin yitiği olduğu gibi, feraset imanın gereğidir.

Yorum Yap
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
Yorumlar (11)
Yükleniyor ...
Yükleme hatalı.