Darlıktan varlığa, kazanımların değerini bilmek

Habip ARTAN

Ben ve benim gibi 1960’lı yıllarda dünyaya gelenler Dünyanın ve Türkiye’nin önceki ve şimdiki durumunu bir gözden geçirseler veya akıl ve vicdan terazisi ile tartsalar nereden nerelere geldiğimizi, ne tür ve nasıl nimetlere mazhar olduğumuzu görmemeleri mümkün değildir. Bizim yaştaki kuşağın ebeveynlerinin bir kısmı hayatta, diğer kısmı da ahirete intikal etmişler, onlardan duyduklarımız ve bize naklettiklerine nazar edersek bizdeki refah seviyesinin onlarınkinden kat be kat daha fazla olduğunu görürüz.

Kıtlık yılları

1940 doğumlu olan babam derdi ki; “oğlum biz kıtlık çocuğuyuz.” İkinci dünya savaşının başlaması ile birlikte her ne kadar Türkiye olarak bu savaşa fiilen katılmasak ta ülkemizi derinden etkilediğini de görmezden gelemeyiz. O zamanlarda babamlar benim de doğup büyüdüğüm Güney Doğu Anadolu’nun mütevazı bir ilinde yaşıyorlarmış. Ekmek karne ile verilirmiş. Herkesin evinde narenciye, portakal bulmak ve yemek mümkün değilmiş. Gayet zenginlerde ancak bulunurmuş, portakalın kabuğunu insanlar cebinde esans olarak koklamak amacıyla taşırlarmış. Yokluk ve yoksulluktan bir yatakta ve yorganda birden fazla çocuk yatmak zorunda kalırmış. Yatağı olmayanlar buğday çuvallarında veya saman telislerinde yatarmış. Babam ve kardeşleri çoğu zaman bu şekilde uykuya dalarlarmış. Anaları vefat eden bebek yaştaki çocuklar analarının cenazeleri üzerinde ekmek diye ağlarlarmış. Yaz sezonunda şehirde iş ve geçim olmadığından Adana Çukurova yollarını tutarak, pamuk tarlalarında ırgatlık ederek yıllık geçimlerini üç dört ayda ailece tüm fertler çalışarak sağlarlarmış. İnsanların birçoğunun o zamanlarda devlet kapısında iş bulmaları ve çalışmaları mümkün değilmiş. Zaten okuryazar değiller. Babalar kimseyi kolay kolay okula gönderemiyorlar. Herkes ya babasının veya ağabeyinin mesleğini yapmaya tercihan yönelirmiş. Babam da yedi yaşından itibaren ağabeyinin yanında çıraklığa başlamış, öyle yokluk ve cahillik hakimmiş ki, babam kendisini Bağkur sigortası bile edememiş. Öyle ki o günkü insanların tabiriyle “toplumun bir kesimi ekmek bulsa köynek bulamıyor, köynek bulsa ekmek bulamıyormuş.”

1950’li ve 60 yıllar

1950’li yıllarda fakir ve fukara ancak ekmek ve yorgan bulabilmiş, az bir rahatlama ve kalkınma sağlanmış derken 1960‘a gelindiğinde 27 Mayıs ihtilali milletin böğrüne karabasan gibi saplanmış. Her şey sil baştan, tekrar yokluklar ve kısıtlamalar başlamış. Çok uzun sürmemiş, ancak benim doğduğum yıla kadar 27 Mayıs etkisini devam ettirebilmiş. Tekrar Türkiye’de kalkınma ve hamleleri devam ettirilmiş. Çocukluğumuzun geçtiği 1970’li yıllarda biz de babalarımızdan kalan fakirlik ve yokluk mirasını devralmışız. Tek değişen şey cahilliği ortadan kaldırmaya azmeden analar ve babalar çoğalmış. Babam; “Yavrum siz yeter ki okuyun, adam olun, ben ceketimi bile satar sizi okuturum”  derdi. Hakikaten de kendilerinin çektiği sıkıntıların bizlerin yaşamasını istemiyorlardı, okuttular, büyüttüler, adam ettiler. Allah onlardan ebeden razı olsun.

1970’li yıllar

Bizler de 70’li yılarda Cumhuriyet Türkiye’sinin bir ilinde şehir merkezinde yaşamamıza rağmen bir takım yokluklar gördük. Bunlardan bir kaçını sayacak olursam; evlerde boru suyu tabir ettiğimiz belediyelerin sağladığı temiz içme su yoktu. Her evde kesinlikle tulumba ve kuyu vardı, bazı evlerde tulumba bile yoktu, kova ile su çekerdik. İlk tulumbamızı babam kuyumuza taktırdığında ne kadar da sevinmiştim, çocukluk ya; saatlerce su çeksem usanmaz ve yorulmazdım. Buzdolabı ne arar, o zamanlar cereyan diye tabir edilen elektrik her evde yok, bizde yok, ancak babam 1976’da elektriği evimize çekebildi, o da aydınlatma amacıyla. Televizyon, çamaşır makinası ve sair elektrikli ev aletleri hemen hemen yok denecek kadar az. Kundura almak ve giymek her çocuğun karı değil ancak gençlik yıllarında kundura giyebilirdiniz. Ayakta iskarpin, gizlevat, naylon tıkır, naylon pabuç, lastik bot olurdu, bunu geçemezdik. Ayağımıza su girmedi mi yeterli idi. Okula yazıldık, ama önlüğümüz yok, mezun olan bir komşunun önlüğünü alırdık veya önlükler uzun ve bol dikilirdi ki çocuk bunu en azından mezun oluncaya kadar giyebilsin denirdi. Defter ve kalemimizi koyduğum çantayı belki ilkokul boyunca bir tane aldığımı bilirim, bir çanta bize beş yıl yeterdi.

Devlet o zamanlar okullara kömür verir odun tahsis etmezdi, kömür de odunsuz yanmayacağı için her gün bir öğrenci nöbetleşe evden odun getirirdi. Öğretmenlerimiz bile kahvaltısını yaparken zeytini sayılı aldırırdı bize. Zeytini bir hamlede yemezdik, iki üç ısırıkta hazmede hazmede yemeye çalışır, az olduğu için bitmesini istemezdik. Deftere, kaleme, açacağa, silgiye ve kitaba ulaşmak zordu. Kitaplar pek değişmezdi daha çok mezun olan kardeşimizin veya komşumuzun kitaplarını alır devam ederdik. Gaz lambası ışığında oturur, bazen büyüklerimizden masal veya hikâye dinler bazen de ödevlerimizi yapardık. Evlerde bütan gazlı tüpler ve ocaklar bulmak çok zordu, yine bunlar varlıklı kişilerde bulunurdu. Gaz ocaklarında veya her evde bulunan bacası olan ocak dediğimiz yerlerde ekmeklerimiz ve yemeklerimiz pişirilirdi. Birinci undan ekmek almak ve yapmak, fırından ekmek almak her zaman mümkün olmazdı.

Sıkıntılar içerisinde geçen yıllar

Hatırladığım kadarıyla 1975-1980 arası Türkiye yine bunalımlı günlere teslim oluyordu, bir yandan insanlar evlerinin temiz su ve elektrik ihtiyaçları karşılıyor, kerpiç ve taş evlerden betonarme evlere geçişi sağlıyor, bir yandan yeni çıkan buzdolabı, radyo, televizyon gibi ev aletlerini tedarik etmeye çalışıyorlardı. Hatırlarım, bir radyo bin lira kıymetinde idi, bir radyo fiyatına bir dönüm arsa alınabilirmiş. 1977-1979 yıllarında ortaokul öğrencisiyiz, ortaokullara bile siyaset ve nifak sokulmaya çalışılan bir dönemdeyiz. Öğrencilerin bir kısmı diğer öğrencilerin dersleri boykot etmesini istiyorlar, daha çocuk yaşta boykot nedir yeni duymuştuk. 1979 ortaokul son sınıfta fen bilgisi öğretmenimiz Darvin teorisini o körpe zihinlerimize yerleştirmeye çalışıyor, buna karşı çıkan koca sınıfta sadece ben varım. Hoca ile derste münazara ederek Allah’ın, insanoğlunu ilk önce topraktan yarattığını daha sonra ise Adem (a.s) ve Havva’dan neslini devam ettirdiğini ispat etmeye çalışıyordum, ancak çok şükür ki aynı fen hocamızın “eğer kopya çekseydin elin titrer ve yazın zikzak çizerdi, kopya çekmediğine kanaat getirdim ve 100 aldın” deyince sınıfta şahsi itibarımdan çok ispata çalıştığım manevi değerlerin itibarı artmış oldu. Derken 15 yaşında lise birde 12 Eylül ihtilali ile uyandık, tabii, yıllar sonra 12 Eylül’ün tahribatını ancak görebilmiş olduk, lise hayatımız 12 Eylülün de etkisiyle rahat ve sorunsuz olarak disiplin içerisinde geçti.

Dünyaya açılan Türkiye

1984 bizim için ve Türkiye için yeni bir başlangıcı sayılır. Rahmetli Özal döneminin başlaması ile bilim ve teknolojide ilerlemeler görüldü. Şanlıurfa da yüksek tahsilimizi yapmaya başladık. Risale-i Nurları ilk defa burada duyma ve görme ve tanıma şerefine nail olmuştum. Kaldığımız dershanelerde ve evlerde daha yeni yeni halılar girmeye başlamıştı, kendi evimizde ancak kilim vardı, sulu klimaları burada tanıdım. O zamanlarda öğrenci olarak et ve tavuk ürünleri elimize geçmezdi ancak bir ağabey bir adak keserse yılda bir iki defa et görebilirdik. Kış aylarında öğrenci arkadaşlarımızla beraber avlanmaya çıkar, et ihtiyacımızı bu şekilde karşılamaya çalışırdık. Kışlık pardesü/paltomun olmadığını gören varlıklı bir ağabey daha sonraki günde elinde bana yünlü, içi yumuşacık bir kaban getirmiş, sanki dünyalar benim olmuştu, onu dört yıl mezun oluncaya kadar giydim. Kaldığımız yer halılı, tüp gazlı, buzdolabı var, sadece çamaşır makinası ve bulaşık makinası yok, elektrik, su zaten var, ter temiz dayalı döşeli, müstakil bir daire şeklinde iki küçük oda bir mutfak ve artı tuvalet banyo. Aynen “saray” gibi desem abartılı olmaz. O zamanlarda kömür ve odunun belediyelerce dağıtımı yapılıyor, üç dört ay önceden ücretini Tansaş denilen birime yatırdıktan sonra kömür ve odunu ancak Kasım veya Aralık ayında alabiliyorsunuz.

Darbelerin sıyrıklarını tamir ediyoruz

1980 sonlarında özel sektörde iş hayatına atılıyorum, o zamanlarda günümüzde olduğu gibi yüksek tahsilini bitirenler hemen iş bulamıyorlardı, herkes en az bir beş yıl çilesini doldurmakla meşgul olmak zorundaydı. Çok şükür çilemiz ile birlikte meslek hayatımız da tecrübelerle doldu. Hatırlıyorum o zamanlar ilk muz meyvesini şefkatli patronumun ikramından sonra tadabilmiştim.

Gelişmeye aşık ve açık bir Türkiye

1990 ve sonrasında kısa süre de olsa Türkiye ekonomik ve milli kalkınma dönemi yaşadı, yeni kurulan üniversiteler ile Üniversite yüzü görmeyen Anadolu’nun ücra köşeleri Üniversite görmüş oldu. Türkiye’de bir çok yerde olduğu gibi Şanlıurfa’da da bilgisayar ve teknoloji ile daha yakından tanışma ve uğraşma imkanımız oldu. Türkiye’de insanlar daha evvel alamadığı televizyon, çamaşır makinası, buzdolabı, bulaşık makinasını alır olmaya başladılar. Doksanlı yılların ortasında bilgisayar ve araç sahibi olma arzusu gelişti, birçok aile ilk defa araç sahibi olmaya başladı. Doksanlı yılların ortasında gelişen 5 Nisan krizi birçok insanımızı üç kat fakirleştirdi, ardından 1997’de 28 Şubat post-modern darbesi yüzünden daha önceden ülkemizin 1994’te yemiş olduğu ekonomik darbeden çıkışı ve toparlanması uzun zaman aldı. 28 Şubat kafası, evvelinde 5 Nisan ekonomik krizine doymadığından, sonrasında 2001 yılında yeni bir ekonomik kriz meydana getirerek ülkemizin toparlanmasını geciktirmiş bir şekilde insanlar bu sefer de iki kat daha fakirleşmiş oldular.

2001 krizi sonrası

2001 yılındaki meydana gelen kiriz sonrasında artık ekonomik ve siyasi darbelere karşı bağışıklık kazanan Türkiye 1950’de, 1965’te, 1985 ve 1992 yıllarındaki kalkınma hamlelerini kaldığı yerden devam ettirmeye ve daha da ilerilere taşımaya kararlı oldu. 1990’lı yıllarda evini ve arabasını alamayanların birçoğu 2000’li yıllardan sonra almaya başladı. Ülkemizin birçok yerinde yeni üniversiteler kurulmaya başlandı, üniversitesi olmayan il kalmadı. Bu sayede adeta çulsuz ve pulsuz olan fakir Anadolu insanına akademik hayatın önü açılarak, aş ve iş imkanına kavuşmuş oluyordu. 10 yıl süren bu heyecanlı topyekun kalkınma döneminden sonra yine bir duraklama dönemine girilmiş oldu. Gelinen noktada insanlar daha müreffeh yaşamaya alıştıklarından bundan vazgeçmeleri mümkün olmuyor, her ne kadar da son beş yılda döviz, altın ve emtia fiyatları yüksek olsa da bir şekilde insanlarımızın kanaat ile geçinmeye çalıştıklarını görmek mümkün.

2010’lu yıllar

Bugün yine gelinen noktada her ne kadar döviz, altın, emtia ve daire fiyatları yüksek olsa da insanlarımızın bir şekilde bunlara ulaşabilme imkanları var, üretim devam ediyor, bacalı ve bacasız fabrikalar çalışmaya ve üretmeye devam edegeliyor. Gıda fiyatları dünya normlarının altında, gıdaya ulaşmak kolay. Herkkes aynı ekmeği, aynı portakalı, aynı suyu ve aynı elektriği tüketiyor. Arabası olmayan aile hemen hemen yok gibi, bazı evlerde iki araç görmek mümkün. Hasta olduğunuzda SSK kuyruklarında beklemeden tedavi ve muayene olabiliyorsunuz, ilaca ulaşmak kolay. Yaşlılarımız bakımsızlıktan yeter ki duvar diplerinde ve huzur evlerinde vefat etmesin diye evde bakıma muhtaç yakınlarımıza devletten maaş alınarak bakmak mümkün hale gelmiş. Bu ve buna benzer birçok iyileştirmeler hep insanımız için. Elimizdeki bu imkânlara her zaman şükretmemiz lazım, nankör olmamak gerekir, eğer eldeki nimetin kıymeti bilinmez ise, asıl mülk sahibi Zat-ı Zül Celal hazretleri bu nimetleri nasıl verdiyse öyle de elimizden çabucak alır, bunun numunelerini tarihte görmek mümkündür.

Korona virüsün etkilerini minimize etme çabaları

2020 yılında gelinen son noktada ise tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de baş gösteren Covid-19 pandemisi tüm ülkelerin hesaplarını alt üst etti. Birinci dalgayı her ülke gördü ve geçirmek üzere. Dünya ülkeleri toparlanmaya çalışıyor, bunlar içerisinde ülkemiz hızlı bir şekilde toparlanmaya başladı. El birliği ile, kanaat ve iktisat ile ekonomik kayıplarımızın önüne geçileceğine inanıyorum, yeter ki covid-19 virüsünü yakından tanıyalım, elimizden geldiğince azami derece önlemlerimizi alalım, ihmalkar olmayalım, işi sadece devlete ve yöneticilere yıkmayalım. İleride pişman olacağımız, ah şunu da yapmış olsaydık diyeceğimiz bir şeyin olmaması için gayret içerisinde olalım. 2020’li yıllar inşallah Türkiye’mizin kalkınma, üretim, araştırma ve geliştirme yılları olur, vatandaşlarımız daha müreffeh, insan onuruna yakışır bir şekilde işini ve aşını ve eşini bularak istihdam olunur.

Burada daha ifade edilebilecek birçok problemlerimiz ile beraber birçok artı yönlerimiz de var, biz hüsn-ü zan ile bardağın dolu tarafına bakmalıyız, ümit var olmalıyız. Kalkınmanın temel taşlarını iyi bilmemiz ve ona göre çalışmamız gerekir. Bir ekmeği diğer bir kardeşimizle yeri geldiğinde paylaşabilmemiz, birbirimize karşı kin, adavet, husumet beslemek yerine adalet, muhabbet ve barıştan yana olmalıyız.

Bir sonraki yazımızda geldiğimiz noktalara varana kadar geçen süreçlerde bugüne nazaran sıkıntılı geçen hayatımızın bize kazandırmış olduklarını gençlere nasıl aktarabiliriz sorusu üzerinde çözüm yolları aralamak umuduyla, Allah’a emanet olunuz.

Yorum Yap
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
Yorumlar (3)
Yükleniyor ...
Yükleme hatalı.