Cemaatler birbirleriyle diyalog kurmalı

Bediüzzaman Said Nursi’nin talebelerinden Abdulkadir Badıllı Risale Haber'e konuştu

Röportaj: Abdurrahman Iraz-Nurettin Huyut/Risale Haber

Bediüzzaman Said Nursi’nin talebelerinden Abdulkadir Badıllı ile yaptığımız röportajın dördüncü ve son bölümü…

 

4. BÖLÜM:

 

HEYECAN FİTRİDİR, YÜREKTENDİR, KALPTENDİR

 

Hizmetlerden dolayı çok geç evlendiğinizi biliyoruz. Kaç yaşında evlendiniz?

 

Elli yaşındayken evlendim.

 

Peki böyle ileri yaşta eş olmak, baba olmak nasıl bir duygu ve bu yoğun çalışmaları evli biri olarak nasıl yürütüyorsunuz? Birbirine engel olmuyor mu? Veya hak geçmiyor mu?

 

Yok mani olmuyor. Zaten ben evlenirken onu düşündüm ve engel olmayacağına inandığım zaman karar verdim ve evlendim. Elhamdulillah o konuda bir sıkıntı yok. Bizim akrabadan biri hastalıklı, onunla nasip oldu, o kadar olabildi. Zaten ev de bu duvarın arkasında, ben gündüzleri hep buradayım kendi odamda onların da herhangi bir problem olmuyor.

 

Elhamdulillah bu heyecanlı çalışmaya mani olmuyor. Bu heyecan fitridir, yürektendir, kalptendir. Öyle diyelim.

 

İHTİLAFİ MESELELERİ VE ÇÖZÜM YOLLARI

 

Peki otuz veya kırk yıl geriye gidebilseniz, farklı ne yapmak istersiniz. Veya neyi farklı yapmak isterdiniz?

 

Otuz kırk yıl önceyi yeniden yaşasaydım neyi farklı yapardım? Tabii o zaman gençliğin heyecanlı yılları, insan ister istemez bazı hatalar yapabiliyor. Keşke o zamanlar onları yapmamış olsaydım. Bunlar özel şeylerdir burada anlatmama gerek yok, herkesin hayatında yaptığı bazı yanlışlar olduğu gibi şeyler bunlar. Benim de “ah keşke bunları yapmasaydım” dediğim bazı yaşadıklarım var. Özellikle hizmetlerle ilgili çalışmalarımda “en iyisini yaptım en güzelini yaptım” diyemem, kimse diyemez.

 

MODEL, SİSTEM GİBİ ŞEYLERİN HEPSİ RİSALE-İ NURUN İÇİNDE YAZILI

 

Siz Üstadı gören ağabeyler, biz ve bizden sonra gelecek ve Üstadı görmeyecek olan nesillere söyleyecek bir şeyiniz veya bıraktığınız bir sistem var mı? Mesela ben bir problem olunca, Üstadın hayatta olan ve İstanbul’daki ağabeyleri hemen arıyorum ve meselemi hallediyorum. Urfa’daki Nur talebeleri bir soruları olunca sizi arıyorlar ve siz hallediyorsunuz. Ama Allah uzun ömürler versin bir gün gelecek sizin gibi ağabeyleri bulamayacağız veya bizden sonraki nesiller bulamayacak. Bu hizmetlerin sağlıklı yürümesi için bir model, bir meşveret sistemi oluşturuldu mu? Veya bu konuda herhangi bir problem yaşanır mı? Bugün bir çok cemaat oluşmuş bunların birbirleri ile hukukları var. Birlikte iş yapmaları ve birbirleri ile istişare etmeleri lazım. Sizce siz ve sizin gibi ağabeyler bir model oluşturdu mu? Örnek alınacak bir sistem var mı?

 

Evvela şunu ifade edeyim, model, sistem gibi şeylerin hepsi Risale-i Nurun içinde yazılıdır.

 

ZAMAN BİZİ RİSALE-İ NURUN ASIL MODELİNE SEVK EDECEK

 

Sorumu biraz daha açmak istiyorum müsaade ederseniz. Biz bugün ağabeyler olduğu halde yirmi otuz parçaya ayrılmışız. Bir sistem üzerinde veya birlik olamıyoruz. Siz hayatta olan ağabeyler, bir araya gelse bir sistem oluştursa ve hep birlikte hizmet etsek olmaz mı?

 

Evet doğru söylüyorsun. Çok da haklısınız ben de aynen sizin gibi, Üstadın talebelerinin çoğu hayatta iken onlara diyordum ki, özellikle Üstadın hizmetinde bulunmuş olanlara, “siz bir olun, beraber olun ki, herkes sizi örnek alsın, model kabul etsin, hizmet metodlarını direk sizden alsın, nitekim siz de Üstaddan görmüşsünüz.” Fakat buna muvaffak olunamadı. Onun için mesela birisi bir partiyi destekliyor, desteklemiyor. Ta o zamanlar bu meselede ayrılıklar başlamıştı. Şimdi daha da ileri gitmiş bulunuyor.

 

Ben bunun nedenini beşeriyetin yaradılışına veriyorum. İnsanın yapısından kaynaklanıyor. Ama dediğim gibi model de sistem de Üstad’dandır. Bilhassa Risale-i Nurların kendisi ve içindekileri iyi öğrenip uygulamak çok önemli, o orada dururken “gel biz burada bir model yazalım, bir sistem oluşturalım insanlar daha iyi anlasın ve daha iyi hizmet olsun” demek yanlış. Mesela, Afyon Hapsinde 1948’de Mehmet Feyzi Efendi Üstad’a diyor ki, “Üstadım müsaade buyurun biz Risale-i Nurları sizin telif ettiğiniz şekilde değil de, öyle bir şekle çevirelim ki, Şuubat-ı Ulum, yani bütün ilim çevreleri anlasın” diyor ve bunu nasıl yapacağını uzun uzun anlatıyor. Hatta bu konuda mektubu da var.

 

Üstad hazretleri diyor ki, “kardeşim, sen öyle bir şeyi yapabilir misin? Yani sadeleştirmeyi yapabilir misin?” diye sormuş. O cevap vermeden kendisi cevaplamış “sen böyle bir şey yaptığın takdirde o zaman o eser benim olmaz size ait bir eser olur.” Yani Üstadın kendi kelimelerini değiştirip yerine yeni kelimeler koymak Üstadın istediği tarza muvafık değil, Zaten bir kısım farklılıklar, fikir ayrılıkları bundan çıkıyor veya siyasi meselelerden çıkıyor.

 

Yani, ıslahı, selameti, kurtuluşu bir şekil üretip orada görmek gibi doğru değil. Zaman bunu göstermiştir ki, bu hizmetler bir adamın, bir partinin, bir sistemin tekelinde değildir, olamaz da, İslami kurtuluşun reçetesi bir tane değildir. Bir şey yapmakla ne herkes bir anda kurtuluşa eriyor ne de biri bir şey yaptı diye başkaları bir şey yapamıyor değildir.

 

Fakat sorduğunuz soru çok önemli gerçekten hayatta olanlar bir araya gelsek ve “Üstad hazretlerinin tarzı budur, modeli budur, biz böyle diyoruz ve böyle yaşıyoruz isteyen gelir uyar veya uymaz o kendilerinin bileceği bir şeydir” denebilse çok iyi olur.

 

Ama dediğim gibi bundan 25-30 sene öncesinde de ben bu fikri bilhassa Sungur abiye, Abdullah abiye çok söyledim. Fakat bu olmadı. Mesela Sungur abi ile Zübeyir abinin meşrebi birbirini tutmuyordu. Zübeyir abi başka, Sungur abi daha başka idi. O nedenle bu bölünmeler ve ayrılmalar daha o zamandan başladı. Neticede, Arapça da şöyle bir söz var. “Men lem yüeddibuhül edebanu, eddebehüzzaman” yani anne babasının terbiyesi ile terbiye alamayanı, zaman terbiye eder. Tahmin ediyorum, zaman bizi Risale-i Nurun mesleğine, Risale-i Nurun asıl modeline, Üstadın mesleği olan has meşrebine sevk edecek, vurduğu veya vuracağı tokatlarla sevk edecek. O nedenle ümitliyim sonunda bu olacaktır. Herkes her yolu deneyecek sonunda bakacak ki, kurtuluş o tarzlarda veya şekillerde değil Risale-i Nurun kendisindedir. Üstadın kendisinin uyguladığı öz modelindedir. Görecek ve uygulayacaktır.

 

MESLEK VE MEŞREP FARKI

 

Meslek ve meşrep aynı şey midir? Tarifini yaparsanız nasıl bir tarif yaparsınız?

 

Meslek süluk edilen yol, meşrep de o yolu hususileştiren tarzdır, huydur, tabiattır. Mesela su birdir ama herkes kendine has bardağında su içer, maşrapasında su içer. İşte o içiş şekli ve tarzına meşrep denmiş. Arapça kökenli bir kelimedir içmek anlamına gelir meşrep. Müşahhas bir misal vermek gerekirse, mesela, Şevket Eygi o zaman bir gazete çıkarıyordu. Üstad “ehven-üşşer diyor” mesela. O ise gazetesine “Ehvenüş-şer safsatası” diye bir manşet atmıştı. Zübeyir abi o zaman buna karşı bir şey yapmak istiyordu ve onu tedip etmek istiyordu. Çünkü, kendisi Nurcu olarak görünüyor ve biliniyor. Zübeyir abi bunun çabası içindeyken Sungur abi ikinci gün onun gazetesinde yazı yazıyordu. Yani makalesi yayınlanıyordu.

 

Şimdi, neden böyle oluyordu. Sungur abinin meşrebi onu o haliyle de olsa muhafaza etmek şeklindeydi. Oysa Zübeyir abinin meşrebi ise Risale-i Nurun mesleğini muhafaza etmekti. İkisi de Üstadın talebesi, meslekleri aynı ama meşrepleri burada değişiklik gösteriyordu. Sungur abinin gerekçesi “Şevket Eygi nihayet Nur Talebesidir, muhafaza edilmeli ve koparıp atılmamalıdır.” Zübeyir abi ise dediğim gibi “Risale-i Nurun mesleğini muhafaza etmek lazımdır” diyordu.

 

CEMAATLER BİRBİRLERİYLE DİYALOG KURMALI

 

Nur cemaatleri ve gurupları arasındaki tearüf ve teavünü yeterli buluyor musunuz?

 

Ben yeterli görmüyorum, gördüğüm kadarıyla sizler de yeterli bulmuyorsunuz. Mesela bazıları birbirini tanımıyor, birbirini görse bazen müttehem nazarıyla bakıyor. Halbuki ikisi de nurcu, o onu nurcu saymıyor, beriki de ötekini nurcu saymıyor. Özellikle gençlerin seviyesine inildiği zaman bu cepheleşme daha da genişliyor.

 

Bu hususta ne yapılabilir. Öncelikle bu hususta cemaatlerin başında gibi görünen kişiler fevkalade dikkat etmeleri lazımdır. Bunu önlemek için bunlar örnek olmalılar, bizzat gidip birbirlerine muhabbetlerini sarılarak göstermelidirler. Taki alt tabakadakiler, yani geriden gelenler (yoksa haşa manen düşük seviyedekiler anlamında söylemiyorum) onları örnek alsınlar.

 

Bugün değil fertler çoğu kez guruplar birbirlerini tanımıyor. Hatta beğenmiyor, hatta ittiham ediyor. Bu durum gizlenmesi gereken bir durum değildir. Bu guruplar bir araya gelip açıkça konuşmalılar. Bazıları ile konuşuyorum bakıyorum, konuşmak istemiyor “ben kimsenin aleyhinde olmak istemiyorum” diyor ve kesip atıyor. Ama bunu söyleyen kişi bakıyorum yalnız çalışıyor, gidip diğerleri ile yakınlık kurmuyor. Niye gidip ayda bir 15 günde bir onlarla beraber olmuyorsunuz? Niye birbirinizle konuş muyorsunuz? Diyalog kurmuyorsunuz? Olmuyor beyler olmuyor. Bu neden böyle oluyor. Bu hasr-ı fikirden kaynaklanıyor. Yani, “en doğru fikir benimdir” diyor. Ve başka bir şey yapmıyor. Peki ötekilerin fikri, “ne bileyim belki onlarınki de doğrudur” diyor. Böyle yapınca olmuyor.

 

Üstadın dediği gibi yapmak lazım “benim mesleğim güzeldir, haktır ama öbürünün de haktır” demesi lazım. Her bir nurcunun farklılığı olabilir ama her nurcunun bir de nurculuk yönü vardır. Siyasetçidir ama nurcudur, vakıftır dershanede ama nurcudur, gazetecidir ama nurcudur. Nurculuk yönünü öne çıkarıp kırmamak lazımdır. Hatt-ı muvasele köprüsünü mevcut bulundurmak lazım.

 

Ama bu iş elle olmuyor, kalple olur. Sen yeryüzü kadar altına sahip olsan da kalplere sahip olamıyorsun, kalplerin sahibi yalnız Allah tır. Allah kalpleri birleştirecektir. Onun için biz sadece derdimizi söylemekle yetiniyoruz.

 

İnşallah Risale-i Nur gibi bir kudsi eser yeri ve zamanı geldiğinde bunu sağlayacaktır. Kalpleri birleştirip bir ve beraber hareket edilecek zamanlar gelecektir.

 

ÜSTAD “BİRBİRİNİZİ TENKİD ETMEYİN” DİYOR

 

Bir de bu meseleler konuşulduğunda “ümmetin ihtilafı rahmettir” hadisi hatırlatılıyor.

 

Tabi şimdi netice itibariyle hikmet-i kaderiye noktasında baktığımızda öyledir doğrudur. Ama guruplara baktığımızda bir de beşeri kusurları da görüyoruz. O kusurları kadere vermemek lazım. Hatalar ve kusurlar kabul edilmeli ve bunlardan dönülmeli, bu hatalar düzeltilmeli ama geçmiş için demeli ki, “evet bunda da bir hayır vardır.”

 

Yoksa Üstad hazretleri 19. Mektubun başında dediği gibi soruyorlar. “Hazreti Alinin başına niçin bu hadiseler geldi” diye. O da “taki herkes uyansın, istidatları inkişaf etsin, herkes İslam’ın bir hizmetini omzuna alıp cihanın ayrı ayrı köşelerine gidip yaysın, muhafaza edilsin” diyor. O nedenle bu gibi ihtilaflar o zaman vücuda geldi. Lakin, herkes şunu kabul etmek mecburiyetindedir ki, bu yapılanlar doğru değildir. Birbirine karşı meydana gelen ihtilafların ve zıtlaşmaların doğru olmadığını kabullenmeleri icab etmektedir. Yoksa sadece hikmet noktasında bakıp “bunlar iyidir, iyi ki ayrılmalar olmuş, öyle ise böyle devam edelim” demek doğru değildir.

 

Böyle gitmek olmaz. Üstadın istediği bu değil, mesela Üstad “birbirinizi tenkid etmeyin” diyor. Ama şimdi bakıyoruz tam aksine herkes birbirini tenkit etmekle meşgul. Bir taraf tenkide başladı mı karşı taraf da tenkide başlar, tenkitten sonra iş itiraza döner, itirazdan sonra ayrılmaya kadar iş gider.

 

BEKİR BERK CİDDE’YE NASIL GİTTİ?

 

Mahzun ve mazlum, Nurun ve Bediüzzaman’ın, hakkın ve hakikatin avukatı Bekir Berk, gurbette bir nevi sürgün iken gerekli sevgiyi, alakayı, kardeşliği, samimiyeti, görebildi mi? O na gösterildi mi?

 

O zaman, herkes onun hakkında çıkan dedikodulardan dolayı onu terk ettiler. Acizane bu fakir onu alıp Hicaz’a götürdüm. İlk gidişi 1973 senesinin ilk ayları idi. Melik Faysal ile görüştüm, oraya onun himayesine iltica etmek istediğini söyledim. Hatta yanımda ecdattan kalma çok kıymettar el yazması Kur’an’lar vardı. Birisi Hafız Osman’ın 109. Kur’an’ı götürüp Melik Faysal’a hediye olarak vereyim de bu isteğimizi kabul etsin.

 

Gittik, görüştük. Dedim “İslam dininin hamisi idi, mudafiisi idi ama şimdi aleyhinde hüküm verilmiştir. Siyasi bir cezadır bu. Bu nedenle buraya gelmek istiyor ve sizin himayenize girmek istiyor.” “İnşallah hallederiz” dedi. Sonra biraz sohbet ettik ve kahve geldi, içtikten sonra, o Kur’an’ları getirip önüne koydular, baktı. Sonra kalkıp ayrıldık. Orada başkaları da vardı herkes çıkınca biz de ayrılmak için çıktık daha dışarı çıkmamışken baktım saray görevlisi beni çağırıyor. Döndüm “siz gitmeyin” dedi. “Biraz bekleyin” dedi. Bizi bir odaya aldılar.

 

Orada da şeker, kahve getirdiler. Arkasından bir tepsi içinde bir kutu geldi. Dediler “bu Melik Faysal hazretlerinin size bir hediyesidir.” Bir altın saat hediye etmişti. “O diğer mesele ile de ilgilenecek” dedi.

 

Hakikaten bir müddet sonra Bekir bey ne Arapça biliyordu ne de İngilizce, oraya girmesine imkan yokken… Neticede biz biraz bekledikten sonra Beyrut’a geldik. Oranın kanunlarına göre dışarı çıkması gerekiyordu o nedenle o da bizimle Beyrut’a geldi. Bir ay kadar geçtikten sonra görev emri geldi. Cidde Radyosu’nda spiker oldu.

 

Biz alakayı kesmedik, devam ettirdik. Daha sonra o oraya yerleştikten sonra ortalık sakinleşti ve arkadaşları da yavaş yavaş ilgilenmeye başladılar. İnşallah memnun oldu. Allah rahmet eylesin. Amin.

 

 

Melik Faysal ile görüşmenizin safhaları nasıl oldu anlatır mısınız?

 

Safhası şudur, hac mevsiminde Perşembe günleri hükümet olduğu gibi Cidde’ye iniyor. Orada sarayı var. O gün saat 10’dan sonra herhangi bir şahsın işi var ise, gidip adını yazdırıyor, görüşmenin konusunu yazdırıyor, bazıları kabul ediliyor, bazıları edilmiyor. Bizimki edilmişti.

 

Bekir abi Türkiye’ye geldikten sonra Urfa’ya geldi mi? Görüştünüz mü?

 

Evet geldi görüştük. Hem de iki defa geldi. Mevlit için gelmişti ama o zaman damağında bir problem vardı konuşamıyordu. Geldi, memnuniyetimizi bildirdik ona yer gösterdik.

 

BU SÖYLENENLER SADECE HAYAL Mİ?

 

Abi şimdi sizinle bir hayal kuracağız…

 

Hayırdır ne hayali?

 

Şöyle… Mısır Ezher Üniversitesi’nin ev sahipliğini yaptığı “Uluslararası Risale-i Nur Kongresi” yapılıyor. Bütün dünya milletleri temsilcileri ile bu kongreye iştirak ediyorlar. Japonlar “kesb-i medeniyet”i anlatıyorlar. Almanlar bahtiyarca hidayetlerini paylaşıyorlar. Amerikalılar İslami hürriyeti öğrenmeye çalışıyorlar. Ruslar “Tabiat Risalesi”nden ders okuyorlar. Araplar “İşarat-ül İcaz”ın yeni ciltlerini hazırlıyorlar ve İttihad-ı İslama hazırlanıyorlar. İskandinav ülkeleri Risale-i Nurdan “içtimai ve siyasi” meselelere hazırlanıyorlar. Avustralyalılar kendi kıtalarında yaptıkları Medrest-üz Zehralarını tanıtmaya çalışıyorlar. İranlılar “Cevşen”in manasını Risale-i Nurdan öğrenmeye çalışıyorlar. Ve dünyanın tüm televizyonları bu mesajları canlı canlı alıp yayınlıyor. Ve bu kongrenin açış konuşmasını Türkiye adına Bediüzzaman’ın talebesi Abdülkadir Badıllı yapıyor. Buyurun mikrofon sizin, neler söylersiniz?

 

Yani hakikaten iyi bir hayal kurdun (gülüşmeler) geleceğe yönelik çok güzel hayaller bunlar. Dediğin gibi bütün bunlar hasıl olmuş ise ve bana da konuşma teklif edilmişse öncelikle bu ülkeleri tek tek tebrik ederim Ve onlara şunu söylerim bu fikirleri daha çok uygulamalarını öneririm. Bu bir hayal de olsa bunu hayata geçirmelerini ve gerçekleştirmelerini umduğumu ve beklediğimi söylerim. Ayrıca bu ülkelerin hepsine Risale-i Nurları daha iyi anlayacak her türlü tedbiri almalarını ve iyice anladıktan sonra da uygulamalarını söylerim.

 

Böyle bir ortamda onlara yapacağım konuşmanın ana fikri tebrik etmek olacaktır. Tebrik konuşması olacaktır. Şayet dediğin gibi bir hale gelmişse bizim fikirlerimize onların artık ihtiyacı yoktur. Ancak onlar tebrik edilir.

-Son-

 

III. BÖLÜM:

 

KÜRT SORUNU ÜSTADIN TAVSİYE ETTİĞİ EYALET SİSTEMİ İLE ÇÖZÜLÜR

 

Belki siz kabul etmezsiniz ama biz öyle biliyoruz. Güneydoğuda yaşayan bir aşiret reisi olarak ve aynı zamanda araştırmacı bir Nur Talebesi olarak, yıllardır çözümü bir yılan hikayesine dönen Doğu ve Güneydoğu sorununu siz olsanız nasıl çözersiniz bunu çözecek bir reçeteniz var mı?

 

Bence en güzel reçeteyi Üstad yazmıştır. Daha yüz sene önce bu meseleyi çözmüştür. Van’da kuracağı üniversitede üç lisanla eğitim yapılmasını istemiş. Şimdi öyle diyorlar “biz önceleri bu meseleyi küçük göstermeye çalıştık ama meğerse yanlış yapmışız.” Şimdi şunu kabul etmemiz lazım bu yörede Mardin, Hakkari vs. dahil hepsinde Kürt dediğimiz Müslüman vatandaşlarımız yaşıyor. Kimse artık bunu inkar edemiyor/edemez. Türkiye’de, İran’da, Suriye’de, Azebaycan’da, Irak’ta artık kabul ediliyor ve kabul edilecek ki, bu millet vardır. Allah var etmiş. Hatta bunlar için yani lisanların değişikliği ve milletlerin değişikliği “elsinetikum ve elvanikum” yani, “benim ayetlerimdir” diyor. Onun için bunu kabullenmek lazım, Osmanlılar bunu kabullenmiş, Osmanlılar her zaman rahatlıkla Kürdistan Eyaleti demiş, özellikle Sultan Abdulhamid’in bir çok paşaları Kürtlerdendir.

 

Cumhuriyet bana göre yanlış bir temel üzerine bina etti, “sadece Türk vardır” dedi. Veya öyle görmeye çalıştı ama aslı öyle değil, Araplar da var Kürtler de var, Çerkezler de var. Bununla da yetinmediler, sürekli tahrik ettiler, “Kürtler yoktur” dediler, küçük gördüler, aşağıladılar, okullarda tarih kitaplarında hep inkar ettiler. Şu anki hükümet sanırım iyi bir şeyler düşünüyor. Yani, bu milletin varlığını kabul ederek, onun dilini de kabul ederek, kendi dilinde bazı şeylerin yapılmasına müsaade edilmesi iyi bir gelişmedir. Ama bu yapılanlar ve yapılacaklar ayrıştırmamalı, ayrılma olursa hakikatte her iki millete de zarardır. Her iki millet de büyümez küçülür. Fayda sağlamaz.

 

O nedenle Üstadın dediği gibi “Türkler bizim aklımız, biz onların kuvveti, mecmuumuz iyi bir insan oluruz.” Üstad daha Osmanlı zamanında 1908’de yazdığı eserlerinde Asar-ı Bediiye’de geçen makalelerinde mütemadiyen bu fikri empoze ediyor. Hatta bir ara Sultan Abdulhamid’in yeğeni olan Prens Sabahaddin, “Adem-i Merkeziyet” fikrini ortaya atınca Üstad şiddetle karşı çıktı ve “hayır bu yanlıştır, Abbasiler gibi olur, ayrı ayrı hükümetler şekline dönüşür” diyor. Ama eyalet şeklinde olursa daha iyi olur. Çünkü, eyalet şeklinde kendi iç işlerinde serbest ama dışa karşı bir olmak daha uygun olacaktır.

 

Bundan on sene kadar önce beni bir panele konuşmacı olarak davet etmişlerdi. Bu meseleyi konuştum orada anlattım. İkinci gün Alpaslan Türkeş şiddetle karşı çıktı. “Bazıları diyor ki, eyalet falan” hemen cevap vermişti.

 

Ben de diyorum ki, bu Allah’ın takdir ettiği bir durumdur. Hem bütün dünya kabul ediyor burası neden kabul etmesin. Yani bu hususta Üstadın işaret etmiş olduğu eyalet sistemi en uygun sistemdir. Adem-i merkeziyet değil merkeze bağlı bir hükümet olarak.

 

Tabi şimdi şu anda buna geçilmesi mümkün değil anayasamız buna müsait değil, ama ona doğru gidilecektir. O zaman iş rahat olur, kolaylaşır. Ben burada lisanımı serbestçe konuşabilmeliyim, Çerkez varsa o da lisanını konuşabilmeli, Arapça kendi dilini konuşmalı fakat bunlar aynı zamanda birbirlerini de sevmeli. Yani evvela din kardeşliği esas olmalı. Üstad birçok yerde bu hususa parmak basarak söylüyor. Üstüne basa basa söylüyor. “Ben dindar bir Türkü, 100 Rafızi Kürde tercih ederim” diyor. Demek din noktasında düşünüyor. Ben de diyorum ki, Üstad Hazretleri bu sözü niye söylüyor? Bana göre şunu söylüyor diyor ki, “Ey Türk kardeş sen de deki ‘ben bir Müslüman Kürdü 100 Rafızi Türke tercih ederim’ de” diyor. Sen de böyle demelisin ki, beraber olalım. Fakat inşallah Risale-i Nur bunu temin ediyor/edecektir.

 

 

BEDİÜZZAMAN’IN IRKÇILIĞI ÖLDÜREN TEKLİFİ

 

Üstad’ın en büyük arzusu ve projesi olan Medresetü-z Zehra Üniversitesinin akdemisyenlerce hayata geçirilmesi için ne yapmak gerekir? Sizin bu konuda bir tavsiyeniz var mı?

 

Ümidimiz var, arzumuz var, duamız var. Tavsiye etmekle olmuyor. Bu iş zaten bu ülkeyi yönetenlerin elindedir. Onların istemesine bağlıdır. Fakat Üstadın bu mesele üzerinde durmasının en önemli nedeni bu ülkede ırkçılığın gelişmemesidir. Zaten kurulacak üniversitenin eğitim dili olarak bu üç dili önermesi de bu nedendendir. Şayet böyle bir üniversite olsa ırkçılık ölür. O zaman herkes birbirini din kardeşi olarak sever. Ve birbirini görür, birbirini anlar. Bu olursa yani Üstadın dediği bir üniversite orada kurulsa ve üniversite de Arapça, Türkçe ve Kürtçe eğitim lisanı olsa.. Diyeceksiniz ki, Kürtçe de bir lisan mıdır? Evet lisandır. Bu lisan konuşuluyor. Bu yörede heryerde konuşuluyor hatta bugün İran’da mekteplerde bile konuşuluyor, eğitim bazı illerinde Kürtçe yapılıyor.

 

Buna öncelikle akademisyenler inanmalı, devlet idarecileri inanmalı ve en önemlisi bu işin alt yapısının hazır edilmesi lazımdır. Bugün bir takım ırkçı partilerin bu işe tahammülü yoktur. Biri çıkıp dese ki, “bu meseleyi çözelim” diğeri buna hemen cevap veriyor “böyle bir şey yapmak ihanettir.” Yahu bunun neresi ihanettir. Yani demek istediğim henüz beyinlerde bu iş hallolmamış birinin ak dediğine diğeri kara diyor. O nedenle diyorum ki, bu yapılmalı ama zemin, hal henüz buna müsait değil. Acele etmemek lazım.

 

RİSALE-İ NUR TALEBELERİ MERKEZDİR

 

İslam Birliğine giden yolda, bizim döşememiz gereken taşlar nelerdir? Yani biz derken bütün bir milleti kastediyorum. Bizim yapmamız gereken şeyler nedir sizce?

 

Öncelikle şunu ifade etmeliyim ki, Nur Talebeleri kendi aralarında bu ahengi sağlamalıdırlar. Mesela Üstad hazretleri “tarafgirlikten sakının” diyor. Birisi dese ki, “yok biz ille de şu partiye oy vereceğiz”. İşte ihtilaf burada başlıyor. Hatta ondan önce aileden başlamalı. Yani, evvela oğul ile baba arasında bu ahenk olmalı, sonra komşular arasında olmalı sevgi ve muhabbet olmalı, din muhabbeti olmalı, yani gerçekten neyin etrafında birleşilecekse orada birlik olunmalı.

 

Diğer, particilikmiş, siyasetmiş gibi şeyler gelip geçici şeylerdir. Bugün var yarın yokturlar. Onun için İttihad-ı İslam’ın temel taşları Üstadın Uhuvvet Risalesi’nde ortaya koyduğu hakikatlerdir. Biribirine karşı samimi bir muhabbet, samimi bir cazibe, samimi bir uhuvvet içinde olmalıyız, bunu samimi olarak sağlamalıyız. Sadece konuşarak değil, konuşarak olmaz. Bir söz var “sen orada ben burada böyle dostluk olur mu?” diye konuşmaya gelince herkes en güzelini konuşuyor, ama iş yapmaya, uygulamaya gelince kimse yanaşmıyor.

 

Ben diyorum ki, bu konuda Risale-i Nur talebeleri merkezdir. Evvela merkez sağlam durmalı, kendi aralarındaki basit küçük fikir ayrılıklarını bir kenara bırakıp Risale-i Nurun etrafında birleşmeliyiz ta ki herkes bizden ders, alsın ibret alsın. Ve onlar da uygulasınlar. Zaten Üstadın bütün himmeti ve gayreti bunun tahakkuku içindir. Bütün söyledikleri İhlas Risalesi, Hücumat-ı Sitte risalesi bu temel üzerine bina edilmiştir. Bence İttihad-ı İslamın temeli buradan geçer.

 

DERSLERE SIRTIMIZI ÇEVİRDİK PARÇALANDIK

 

Madem ki, Üstadın bütün tahşidatı ihlas, uhuvvet, tesanüd üzerineydi peki hangi derslere binaen biz bunun tam tersini gerçekleştirmeye muvaffak olduk?

 

Bence biz bunu Üstadın hiçbir dersine ittiba ederek yapmadık. Aksine o dediğin derslere sırtımızı çevirerek hareket ettiğimiz için bu duruma düştük. Dedim ya basit bir siyaset bizi paramparça etmeye yetiyor. Ne ehemmiyeti var siyasetin, esas olan din uhuvvetidir, iman uhuvvetidir. Bütün bu esasları nazara almayıp falan partide birleşmedik diye ayrılmak doğru değil, yanlış bir uygulamadır. Üstadın o derslerini dinlememektir. Başka da izahı yoktur.

 

EN BÜYÜK HAYALİM NURCULARIN YEK VÜCUT OLMASIDIR

 

En büyük hayaliniz nedir diye sorsam ne dersiniz?

 

En büyük hayalim Üstadın hayatta olduğu gibi Nur Talebelerinin yek vücut halinde olmasıdır. Onun eserlerindeki hakikatleri yaşamaları, birbirilerini sevmeli ve din muhabbeti ile birbirine sarılmalı, kucaklamalarıdır. O gerçekleşirse inanıyorum ki, her hayalimiz gerçek olur. Bazen diyorum ki, bugün Türkiye de en az on milyon Risale-i Nur okuyucusu var. Bu önemli bir rakamdır. Bunların bir araya gelmesi çok mühim bir merkez oluşturur. Bunlar hakiki anlamda ittifak etseler. Mesela, İhlas Risalesi’nde 16 fedakar arkadaşın tarihte birlik halinde neler yaptığı misal olarak veriliyor. Şimdi düşünün bu on milyon insan bu şekilde bir ittifak içinde olsa, Türkiye’de ve dünyada neler yapılmaz, her şey yapılır.

 

Benim belki ömrüm yetmez ama şunu kesinlikle ifade etmeliyim ki, bu hakikat bir gün gerçekleşecek ittifak olacak ve İslam’ın hakikatı aleme hükmedecek. Ömrüm ilerlemiş belki göremem ama evlatlarımız bunu görecek, bir gün bütün Müslümanlar bir ve beraber olacak ve İttihad-ı İslam gerçekleşecek.

 

 

RİSALE-İ NUR BİR YAYINEVİNDE BASILMALI, ÖZEL ÇALIŞMALAR AYRI OLMALI

 

Allah size hayırlı ömürler versin İnşallah siz de o bütün güzellikleri göreceksiniz. Bir şeyi itiraf edeyim; ben şöyle biliyorum, Abdülkadir abi Üstadın talebesidir. Ancak sizinle görüşmeye gelmeden iki üç gün önce Abdülkadir abiyle buluşacağımız kesinleşince gördüm ki, hedefleri olan, programları olan, günü rastgele yaşamayan, her dakikasını programlayarak yaşayan bir Abdülkadir abi ile karşılaştım. Bu kadar çok çalışmanıza rağmen hedefleyip de tamamlayamadığınız ve yarım kalmış bir hedefiniz var mı?

 

Estağfurullah bu iltifatlara layık değilim. Tabii Risale-i Nuru okumuş ve kendi kabiliyetine göre bir derece anlamış bir insanın elbette çok gayeleri ve çok hedefleri olabilir. O nedenle benim de çok gayelerim ve çok hedeflerim var. Bu gaye ve hedeflerin bir kısmı haliyle maddi imkanlara gelip dayanıyor. Ben evlenmeden önce bir miktar maddi imkanlarım vardı onların hepsini bir şekilde dağıttım, harcadım o nedenle maddi açıdan harcayacak bir imkanım kalmadı.

 

Ama beni aşan bazı hedeflerimi şöyle ifade edebilirim. Ben istiyorum ki, Risale-i Nur bir tek yerde basılsın tek elden dağıtımı yapılsın. Ve bu yayınevi de Üstad zamanında nasıl basılmış ise o şekilde hiç değiştirmeden bassın ve dağıtsın. Diğer yorumlar vs. özel olsun Risale-i Nurun içine girmeden ayrı kitaplar şeklinde basılsın.

 

Zübeyir abinin bana bu konuda bir tavsiyesi var önce onu ifade etmek istiyorum. 1969 da Şam’a giderken Mesneviyi de götürmüştük, tab edecektik. Dedim ki, “içinde bazı Türkçe kelimeler geçiyor, santral, eczane gibi bunları Arapçaya dönüştürsek ne olur?” diye. Bunun üzerine bana çok müthiş bir mektup yazdı, o mektupta “Üstadımız Risale-i Nurun hiçbir kelimesinin hatta arkasında bulunan indeksin hiçbir kelimesinin değiştirilmesini kabul etmemiş ve razı değil. Hatta bir gün biri yaptı o lügatnameyi, o Risale-i Nura çok zarar verdi, bu bir nevi tahriftir” dedi. Onun için bu gibi çalışmalar Risale-i Nurdan ayrılmalı hususi olmalı.

 

Yani mesela birisi bir meseleyi detaylı bir şekilde açıklamak ve herkese de anlatmak istiyor. Bir konferans vermek istiyor, onu ayrı yapmalı Risale-i Nura bulaştırmadan yapmalı, Risale-i Nur Risale-i Nur gibi kalmalı o çalışma da ayrı bir yerde durmalı.

 

Hem basımı da tek bir yerde olmalı şimdi bir çok yayınevi basıyor. Birbiriyle rekabet haline girmişler, kimisi lügat koyuyor, kimisi ayet meali koyuyor, bütün bunlar ne içindir? Bence bütün bunlar Risale-i Nurun anlaşılması için değil daha çok satılması içindir. Daha çok satılsın taki daha çok para getirsin. Yani kusura bakılmasın bu nokta çok önemlidir. Bunun yapılması lazımdır.

 

Yani cemaatler farklı olabilir ama yayınevi bir tane olmalı diyorsunuz?

 

Evet demek istediğim o.

 

Bu noktada bir iki soru sormak aklımıza geliyor. Birincisi bu mektup sizde hala duruyor mu?

 

Evet bende duruyor isteyene gösterebilirim.

 

RİSALE-İ NUR’LA İLGİLİ LÜGAT AYRI OLMALI

 

Bir de bir lügatnameden bahsettiniz bu lügatname Kastamonu menşeli olan bir lügatname midir?

 

Evet o lügatnamedir. Üstad hazretleri o lügatnameden bahsediyor. Diyor “o yaptı” diye. Isparta’da bir zat (ismini söylemeyeyim bende kalsın) o lügatname eline geçince hemen Asay-ı Musa’nın arkasına koyuyor. Üstad bu meseleyi hususi olarak Zübeyir abiye anlatırken öyle diyor. “O çalışma Risale-i Nura çok zarar verdi” diyor. Yani, bunlar olmalı ama Abdullah Yeğin abinin lügatı gibi olmalı, Risale-i Nur’un dışında olmalı dağıtımı yapılırken her kitap için ayrı lügatlar yapılarak belki de sayfalar numaralandırılarak olabilir, hazırlanır beraber verilir. Ama bu ayrı olmalı içinde olmamalı.

 

Hem Üstad tercümevari mealleri Risale-i Nur’un içine koymamış, konursa yanlış bir iş yapılmış olur. O zaman Kur’an’ın tercümesi gibi olur bu yanlıştır. Buna Üstadın izni olmadığı halde içine konuyor. Adam çok merak ediyorsa gitsin bir lügat alsın biraz araştırsın, biraz zahmet çeksin.

 

Temennimiz bugün eserleri basan ondört yayınevi de o duruma döner. Hem niye ondört yayınevi bir eser için bu kadar yayınevine ne gerek var. Yani beşbin basacakken yirmibin basar. İhtiyacı gene karşılar.

 

ALTMIŞ YILA YAKLAŞAN KESİNTİSİZ HİZMETTEN BİR İKİ HATIRA

 

Bu kadar uzun hizmet hayatınızda en çok acı çektiğiniz hizmetlerle ilgili bir hatıranız var mı?

 

Evet bir takım acılar çektik. Mesela, Arabi Mesneviyi Şam’da bastırmıştık. Bastırdıktan sonra Türkiye’ye getirmek istiyoruz. Tabi o zaman değil toptan kitap getirmek bir tek kitap getirmek bile çok zordu. Biz nasıl yapalım diye düşünürken o arada bir ambara verdik. Şam’dan Haleb’e geldi. Oradan da Akçakale diye bir ilçe var sınırda oraya getirdik. Kitapları sınırdan geçireceğiz. O durumda param bitmişti, (ama getirdim hatta güzel bir radyom vardı onu şoföre rehin verdim.)

 

Buraya geldikten sonra “bu parayı nasıl bulalım nasıl ödeyelim” diye, hem ben Suriye’deyim o Türkiye’de öyle sıkıntılı bir haldeyken elimdeki bu levhanın sahibi Şeyh İbrahim Nakşibendi hazretleri nereden duymuşsa bir adam buraya kitap getirmiş ve bu kitapları Türkiye’ye götürecek diye. Bir baktım biri geldi dedi “seni Şeyh İbrahim arıyor.” O zaman orada hem imamdı hem müftü idi. Ben çok zor durumdaydım, çok sıkıntı çekiyordum. “Bu kitapları nasıl geçireceğiz?” diye çok düşünüyordum.

 

O sırada bu adam geldi buldu beni dedi ki, “siz Kürtçe bilir misiniz?” “Bilirim” dedim. Kendisi oranın Kürtlerinden aynı zamanda nakşi halifesi. Dedim “durumum bu benim, cebimde beş kuruş dahi kalmadı. Kitapları da Türkiye’ye götürmek için getirdim.” Dedi “hiç merak etme, ben şimdi bu kitapların epey bir kısmını sattırırım, senin ihtiyacın da böylece karşılanmış olur. Hakikaten dediği gibi oldu kitapların bir kısmını sattı Elhamdulillah hem otel parası çıktı hem de kamyon parası çıktı verdim.

 

Gerçekten orada çok büyük sıkıntı içindeydim. Cenab-ı Allah o zatı Hızır (AS) gibi yardımıma göndermişti. O dönemde oradan telefon edip Türkiye’den para istesem paranın hemen gelmesi mümkün değil böylece suhulet oldu, kolaylık oldu. Daha fazla sıkıntı çekmeden o işi öylece halletmiştik. O zatla irtibatımız hala devam ediyor, çok mübarek ve muhterem bir zattır.

 

RİSALE-İ NURLARIN İLK DEFA ARAP DÜNYASINA GİRMESİ

 

Peki biraz önce sorduğum sorunun aksini sorayım, en çok mutlu olduğunuz bir hatıranız var mı?

 

1969 yılında Tahiri abi ile Şam’da beraberiz. Mesnevi-i Nuriye’yi beraber basmak için oradayız. Tahiri abi aynı zamanda oradan hacca gidecek, vize de almış, onu uçağa bindirip gönderdik. O esnada Sungur abi de geldi. O da hacca gitmek istiyordu. Ama ısrarla gitmek istiyordu. Benle onun vizemiz yok. Dedi ki, gitmişken Mesneviden de beş yüz veya bin adet götürelim, Salih Özcan istiyor.

 

Suriye’de çok uğraştık ama vize alamadık. Oradaki bazı kişiler dediler ki, “Umman’da, yani Ürdün’de bu işler daha kolay.” Onun üzerine bir taksi tuttuk ve arkasına beşyüz adet Mesnevi de koyduk, götürdük bir otele indik. Müracaatımızı yapmak için bir çok yere gittik ama mümkün değil dediler “Türkiye’den almalısınız.” Öyle üzüntülü beklerken o esnada otelin sahibi durumumuzu öğrenince dedi ki, “merak etmeyin sizin bu işinizi hallederim.” “Nasıl halledersin” dedik. Dedi “Konsoloslukta bir dostum var onunla hallederim.” Sungur abi çok heyecanlı, çok telaş ediyor. Hac mevsimine de çok az zaman 10-15 gün gibi bir zaman kalmış.

 

Hakikaten söz verdiği gibi bu zat vizemizi aldı. Gittik kitaplarla beraber uçağa bindik, götürdük. Öyle sıkıntılı bir halden birdenbire önümüzün açılması ve kolaylıkla gitmemiz bizi çok sevindirmişti, çok mutlu olmuştuk. Kitapları götürdük Salih Özcan’a verdik o da hepsini sattı ve Elhamdulillah ilk defa Risale-i Nurlar böylece Arap dünyasına girmiş. Yani Arapların ilk tanıştığı eser böylece Mesnevi-i Nuriye oldu. Bu güzel hizmeti hiç unutamıyorum.

(Devam edecek)

 

II. BÖLÜM

 

RİSALE-İ NUR’A HERHANGİ BİR TENKİT GELDİĞİ ZAMAN ÇOK İNCİNİYORDUM

 

Siz ne fen okullarında ne de eski usul medreselerde herhangi bir şekilde ders almamışsınız değil mi?

 

Evet, doğrudur.

 

Oysa odanıza baktığımız zaman görüntüsü dahi çok ağır olan binlerce kitap var. Eğitim almamış olmanıza rağmen yıllardır süregelen araştırmalarınız ve çalışmalarınız var. Yayınlanmış çok değerli eserleriniz var. Hatırı sayılır da bir yaşınız var doğum tarihinize göre hesapladığımızda Maşallah 73 yaşı devirmiş görünüyorsunuz. İnşallah çok daha uzun ömürler yaşarsınız. Bunu biz kendimiz için istiyoruz. Sizin gibi değerli ağabeylerden genç nesillerin istifade etmesi için. Sormak istediğim şudur. Bu yaşınıza rağmen hala çok sıkı çalışmaya devam ediyorsunuz. Bu enerjiyi nereden alıyorsunuz? Ve neden bu kadar çaba gösteriyorsunuz? Sürekli oku, yaz, araştırır. İnsan bir yerde “yeter artık” der ama siz aksine artan bir tempoda devam ediyorsunuz. Bu enerjiyi nereden alıyorsunuz ve niçin yapıyorsunuz?

 

Doğru söylüyorsunuz hakkınız var, yani “başkaları varken, bu kadar akıllı ve okumuş insanlar varken sen neden yapıyorsun?” diyorsunuz.

 

Yok estağfurullah sanırım yanlış sordum düzeltiyorum. Yani şunu demek istiyorum herkes gibi keyfinize bakmak varken bu denli koşuşturma neden? Geçen gün İstanbul’dan sizi aradım randevu istedim siz dediniz ki, “ben çok çok yoğunum, evraklar içerisinde kalmışım her tarafım evrakla dolu, benim sizinle konuşacak vaktim yok” dediniz. Onun için söylüyorum. Bu yaşta zamanınızın çoğunu istirahatla geçirmeniz gerekirken sürekli çalışıyorsunuz. Sanırım bu çalışmalarınızın size maddi bir getirisi de olmuyor. Sürekli yeni eserler üretiyorsunuz. Neden bu kadar gayret onu ifade etmek istedim?

 

Haklısınız çok çalışıyorum. Niçinini anlatmak için bir misal vermek istiyorum. 1970’lerde bir kısım İlahiyatçılardan şöyle bir söylenti duyuyorduk. Güya Risale-i Nurdaki bazı hadisler mevzu hadislermiş veya zayıf hadisler olduğunu söylüyorlardı. Ben vicdanen bu taarruzlardan çok üzülmüştüm, bana çok ağır geliyordu. Risale-i Nur mesleğine herhangi bir tenkit, bir itiraz geldiği zaman ben çok etkileniyordum, çok inciniyordum. O nedenle çok hocalarla konuştum, hatta Fethullah Gülen hocaya da söyledim. “Bu konuyu ele alıp hakikatini ortaya koyun, herkes uluorta böyle konuşmasın” dedim. Bunlara cevap verilmeyince bir nevi tasdik ediliyor, kabulleniliyor gibi bir durum ortaya çıkıyor.

 

Çok üzülüyordum kafamda hep bu konular vardı. Ben bu halet-i ruhiye içindeyken 1973’te Beyrut’ta birkaç risale Arapça’ya tercüme edilmiş, bazıları zaten Arapça yazıldığı için aynen bastırıyoruz. Darul Arabi diye İhvan-ı Müsliminden tanıdığımız bir zat onun eliyle aracılığı ile bastırıyoruz.

 

Bir gün bir zat geldi. Sarıklı, cübbeli, sakallı güzel genç bir insan. Orada duran bir risaleyi eline aldı. Tahmin ediyorum ki, Hutbe-i Şamiye idi. Biraz okuduktan sonra içindeki bir hadis için “bu mevzudur” dedi. Yayınevi sahibi döndü bana “ne dersin bu hadis mevzudur diyor. Sen buna ne diyeceksin?” dedi. Benim o anda arkam dönüktü o adama hiç dönmeden cevap verdim. Dedim “mevzuluk onun kafasındadır.” Baktım adam bana döndü ve “ne demek istiyorsun?” dedi.

 

 

“KUDSİ KAYNAKLAR” ADLI KİTABIN HİKAYESİ

 

Dedim “demek istediğim şu Bediüzzaman gibi dahi-i azam dese ki ‘bu hadistir’ bir başkası kalksa dese ‘bu mevzudur’ o zaman o mevzuluk onun kafasında olur.” Muhatabım Arap olduğu için Arapça konuşuyoruz. Bunun üzerine bana dedi “senin bu cevabın uygun değil, bana öyle değil şöyle cevap verecektin, diyecektin ki, ‘şu hadis filan, filan, filan kitaplarda var’ yerini gösterecektiniz, o zaman o cevap daha güzel olurdu.” Bu söz bana orada çok tesir etti, daha önce bir çok kişiye söylediğim halde netice de alamamıştım.

 

O günden itibaren başladım tefsir kitapları toplamaya, Beyrut’ta bulduğum kadar topladım, Mısır’a gittim, Türkiye’de araştırdım, Hicaz’a, Pakistan’a, İran’a vs. gittim, nerede bir hadis kitabı bulsam alıyordum, hala da bulsam alıyorum. O kitapları topladım 1987’de çalışmaya başladım, evvela Risale-i Nur’un içindeki hadisleri topladım. Ondan sonra teker teker bu kitaplara baktım ve karşılaştırdım “bu hadis mi değil mi” diye. Hepsini tespit ettim, her hadisin hangi kitaplarda olduğunu bulup çıkardım. İşte “Kudsi Kaynaklar” adı altında bir kitap halinde yayınladım. Elhamdülillah. Gerçi benim çalışmam ilim adamlarının yaptığı gibi bir çalışma değil tahrici ile senedi ile değil, sadece hangi imamlar buna hadis diyor, onları topladım. Allah şükür Nur Talebelerinin eline güzel bir çalışma olarak takdim etmiş olduk.

 

Hulasa Mufassal Tarihçe-i Hayat olsun, diğer yazdığım kitaplar olsun, her birini bunun gibi bir sebebe binaen yazdım. Mesela Mesnevi-i Nuriye’yi baktım aslı çok büyük, Abdülmecit Efendinin yaptığı ise çok az, üçte biri kadar. Dedim “neden bunun Türkçesi olmasın ve Nur Talebeleri ondan istifade etmesin?” Kimse yapmıyor, ben de bildiğim kadarıyla tercüme ettim, hocalara da okuttum, tabii bu bir tercümedir, hem de ilk tercüme, yanlış olmaz diye bir şey yok, olur mutlaka herkesin yanlışları hataları olabilir. Elhamdülillah, işte şimdi Ümit Şimşek de yapmış, biz yaptık diye bu kapı kapanmadı elbette herkes yapacaktır.

 

Yapılanlar içinde kimin üslubu Üstada daha uygunsa bence güzel olan odur. Yanlış tercüme etmemişse, Üstadın ne murat ettiğini iyi anlamış ve tercüme etmişse en güzeli odur.

 

Hulasa beni bu çalışmaya iten en önemli neden işte budur. Üstadın meslek ve meşrebine ait veya yazdıklarına dair bir itiraz bir tenkit olduğu zaman çok inciniyorum, çok üzülüyorum ve tahammül edemiyorum, mutlaka ona cevap vermem lazım.  Cevap verebilmek için de doğrusunu bilmek gerekiyor. O nedenle böyle sürekli çalışıyorum.

 

RİSALE-İ NUR KUR’AN’DAN VE HADİSTEN SONRA EN BÜYÜK BİR ESERDİR

 

Demek ki, bu gücü ve enerjiyi davaya olan sadakat ve hamiyetten alıyorsunuz?

 

İnşallah dediğiniz gibidir. İnsan Risale-i Nurları kendi malı gibi, kendi telif etmiş gibi hissetmelidir. Bizimki fıtri bir gelişmedir. Madem Üstad bütün hayatını bu eserlerin telifine vermiş, yani isteseydi daha değişik şeyler yazabilirdi, ama yapmamış bunu yazmış. Demek ki, bu eserler çok mühim, içindeki hakikatler çok önemli, mühim bir hadise en azından ben öyle inanıyorum, öyle iman ediyorum. Risale-i Nur Kur’an’dan ve Hadisten sonra bana göre en büyük bir eserdir. En muazzam ve en kudsi bir eserdir. O nedenle ona gelen her türlü saldırı bana yapılmış gibi hissediyorum ve duramıyorum, önümde yapacağım daha çok iş var.

 

Burada yeri gelmişken bir sorayım Mesnevi-i Nuriye’nin aslının kalın olması, Abdülmecid Abinin tercümesinin ise gayet kısa oluşu yeni tercümeleri gerektirdi, sizin ve Ümit beyin tercümesini netice verdi. Yaptığınız tercüme birebir Arapça’dan Türkçeyedir değil mi?

 

Evet, haklısınız öyledir.

 

Arapçasında olmayıp da Abdülmecit abinin tercümesinde yer alan metinler olduğu söyleniyor. Bu bölümler karşılaştırıldığında görülüyor zaten,  Abdülmecit abinin kendi tasarrufu mudur, yoksa tercümeden sonra Üstada ait bir tasarruf mudur?

 

Ben bu konuda şunları söyleyebilirim. Üstad Abdülmecit abinin abisidir, o nedenle bu konuda kendisini yetkili hissetmiştir. O nedenle kitabına baktığımızda şunu görüyoruz. Cümle cümle kelime kelime tercüme değildir. Okumuş anladığını yazmış o nedenle bazı yerlerde Arapça olmayan metinler de bulunuyor. Üstad hazretleri de onun bu durumuna fazla müdahale etmemiş, bu konuda Tahiri abi “Üstad, bazen kitaba bakıyordu, okuyordu ondan sonra da ‘keçeli keçeli, yapamamışsın’ diye kitaba -ona hitap ediyor gibi- elini vuruyordu” diyor.

 

Fakat Üstad kendisi hayattayken bu kitabı tercüme ettirmek istemişti, bu nedenle de bazı kişilere göndermişti ama buna muvaffak olamamıştı, yani tercüme edecek insanı bulamamıştı. O günün şartlarında gene en güzel tercümeyi o yapmış, yaşına rağmen, çünkü o zaman hayli yaşlı imiş. Bana göre yaptığı tercüme çok güzel olmuş, her yerde de okunuyor. Ama, dediğim gibi tam tercüme değil aslından alınan bir manadır ve yorum şeklindedir.

 

RİSALE-İ NUR ARTIK BİR ÖLÇÜDÜR, MİHENKTİR

 

Eserlerinize baktığımız zaman şunu görüyoruz; her yazdığınıza ille de Risale-i Nurdan kaynak gösteriyorsunuz. Yani, bir yerde bir hakikat görseniz, hemen Risale-i Nur’a müracaat ediyorsunuz ve onunla ilgili kısmı oraya ekliyorsunuz. Bunu niçin yapıyorsunuz?

 

Bana göre bu gün Risale-i Nur ehl-i sünnet velecemaatin bütün imamlarının, İmam-ı Gazali, İmam-ı Rabbani, Mevlana Halid’in, bütün bunların bir nevi varisi hükmündedir. Ehl-i Sünnet ve Cemaat akidesini en sağlam bir şekilde ortaya koymuştur, doğruluğunu ispat etmiştir. O nedenle Risale-i Nur artık bir ölçüdür, bir mihenktir. Nitekim Üstad, Hulusi abiye şifahi olarak “Risale-i Nur diğer eserlere de hayat verecek, onların da dirilmesine neden olacak” diyor. Ve yine Hücumat-ı Sitte adlı eserinde “bizim için Kur’ani bir yol açıldı” diyor. Bütün bu ifadeler elbette ki bir manayı ispat ediyor. Bir hakikate işaret etmek istiyor. Yani, bugün Risale-i Nur ölçüdür, mizandır, bir şey Risale-i Nur’a göre yazılmışsa o doğrudur, güzeldir. Ekalliyette kalan diğer kavillerdir. Ehl-i Sünnet vel Cemaatin cadde-i kübrası değildir. Dışı değildir ama ekalliyettedir. Azınlığın düşünceleridir, cumhurun düşünceleri değildir.

 

DOKTORA PAYESİ VERİLMESİ

 

Sanırım bir doktara payesi almışsınız, bundan bahseder misiniz?

 

Evet, işte burada duvarda asılı duruyor görüyorsunuz. Üzerinde tarihi de var. Ben böyle bir şeyden haberim yokken burada Harran Üniversitesinde İlahiyat Fakültesi Dekanı vardır. Prof İbrahim Canan hoca, o zaman Servet Armağan da rektör idi. Bir gün bana bir tebliğ gönderdiler. İşte “filan gün filan saatte, filan yerde size ilahiyat doktora payesi verilecek.” Şaşırdım “bu nerden çıktı?” dedim kendi kendime.

 

 

Sonra öğrendim ki, Halil Gönenç hoca da çağrılmış. Gittik özel bir tören düzenlenmiş ve bize cübbe giydirdiler ve bir de bu belgeyi verdiler. Fakat Elhamdulillah ondan daha üstün Mekke’de Muhammed Alevi Maliki vardı, Medrese ilmi icazetnamesini kendisi düzenleyip gönderdi, daha sonra Şeyh İbrahim Nakşibendi diye bir zat o da ona benzer bir belge yazıp imzalayıp göndermiş. Yani, ilmi icazetler verildi, biz Arapça tahsili görmediğimiz halde bunları veriyorlar, demek ki, öyle layık görüyorlar biz de kapımıza kadar gelen bu şeyleri kabul etmemezlik edemiyoruz.

 

 

BEN URFA’YA ÖLMEYE GELMİŞİM

 

Altı başlıklı bir sorumuz var tek tek de sorabiliriz ama biribirilerini tamamladığı için birlikte sorarsak daha iyi olur. Hz. İbrahim’in makamının bulunduğu Urfa’nın İslam dünyasına açılan Suriye ile komşu ve sınır olması, bin yıllık geçmişi olan dünyanın en eski Üniversitesi şimdi size doktora veren Harran Üniversitesinin Urfa’da olması ve Türkiye’nin en büyük projesi GAP’ın merkezinin Urfa olması, Bediüzzaman Hazretlerinin Haliliye mesleğini esas alması ve vefat için Urfa’yı seçmesi gerçeği bir tarafta dururken yani böyle bir şehir adeta Ortadoğunun merkezi durumunda bir şehir. Tüm bunları göz önüne alarak Suriye sınırındaki mayınların temizlenmesiyle ilgili ne düşünüyorsunuz? Mayınların temizlenmesi Urfa için neyi ifade ediyor?

 

Sorduğunuz sual çok kapsamlı ve detaylı bir sual oldu. Bu soruya şöyle cevap verebilirim. Öncelikle Urfa için saydığınız önemli hususlar doğrudur. Aynen dediğiniz gibidir. İbrahim Aleyhisselamın ateşe atıldığı yerdir. Ben bazı tarih kitaplarında Taberi gibi okudum araştırdım, bu kitaplarda İbrahim Aleyhisselamın Kusa Nam mahalde ateşe atıldığı yazılıydı. Şimdi hala Urfa’da Kute, Kuti diyorlar, Kuseler denen bir aşiret var. Taberi de söylüyor, diğer kaviller de söylüyor. Kaleye yakın yerde ateşe atıldığı, Harran’a yakın bir yerde ateşe atıldığını söylüyor. Bu böyledir bugüne kadar bunun aksini söyleyen de çıkmadı. O nedenle Üstadın da dediği gibi “Urfa İbrahim Aleyhisselamın bir menzilidir” diyor. Burada doğmuş ateşe atılmış daha sonra buradan başka yere gitmiş.

 

Ayrıca Suriye’ye komşu olması, biliyorsunuz Türkiye’nin en uzun sınırı Suriye iledir. Bin kilometreye yakındır. Ve mayınların öte tarafında yaşayanlarla bu tarafında yaşayanlar birbirlerinin akrabasıdır. Umumiyetle böyledir. Ve Suriye bir noktada Avrupa’nın İslam dünyasına açılan kapısı durumundadır. O nedenle Fransızlar Beyrut’u uzun süre işgal altında tuttular. Oradan da Avrupa’ya açılan bir kapı sayılır. Hem Üstad Hazretlerinin vefatına yakın buraya gelmesi ve burada vefat etmesinin elbetteki bazı hikmetleri vardır.

 

Üstad Hazretleri hayattayken gönderdiği bir çok mektubunda “ahir hayatım inşallah Urfa’da olacak veya bu zehirli hastalıktan kurtulursam veya bu kitap basılırsa Urfa’ya geleceğim ahir nefesim Urfa’da olacak” diye mektupları var. Hatta ben bu mektupların bir kısmını Mufassal Tarihçe-i Hayat kitabıma koydum. Ayrıca, o zaman o otelin müsteciri olan Mahmut Erbaş bizzat bize bir çok kere anlattığı bir mesele var. Diyor “Ben üstadı sekerat halinde gördüm baktım çok hasta, çok ateşi var dayanamadım sordum, dedim ‘neden bu halinizle neden buraya geldiniz?’ diye. ‘Oğlum’ dedi ‘ben İbrahim Aleyhisselamı rüyamda gördüm, beni buraya davet etti belki de buraya ölmeye gelmişim’ demiş.

 

BEDİÜZZAMAN TÜRKİYE VE SURİYE’Yİ BİRLEŞTİRMEK İSTİYORDU

 

Bir de Üstad’dan benimle ilgili bir hatırası var onu da anlatayım. Ben ikinci veya üçüncü gidişimde çocuk aklıyla “Üstadım ben sizi Urfa’ya götürmeye geldim” dedim. Dedi “Kürdoğlu” (bana ‘kürdoğlu’ derdi) ben şimdi oralara gelsem siyasete karışmış olurum. Oraya gelsem Türkiye ayrı Suriye ayrı ben bunu kabullenemem, bu duruma tahammül edemem, bu iki ülkenin birleşmesine çalışırım o zaman da siyasete karışmış olurum” dedi. Bu da ayrı bir hadise.

 

Şu anda Elhamdulillah eskisi gibi değil Beşşar’ın babasının zamanında olduğu gibi, Türkiye’ye karşı sert, haşin, düşmanca bir hal yoktur, bunların hepsi bertaraf olmuş ve şimdi mayınların kalkması neticesinde İnşallah Üstadın dediği gibi olur iki ülke bir araya gelir. Zaten halklar birdir. Kürt, Arap, Türkmendir, hudud boyunca bu böyledir, başka millet yoktur. Bu durum bir fa’li hayırdır, inşallah sonuçlanır, biter, engeller kalkar. Maddeten bu engellerin kalkması gibi manen de her iki hükümet arasındaki maniler de kalkacaktır. Yumuşama meydana gelecektir ümidindeyim.

 

Yeri gelmişken Haliliye Mesleği ile ilgili bir şeyler söylemek ister misiniz?

 

Haliliye mesleği ile ilgili zaten Üstad Hazretleri bir mektubunda anlatıyor. “Urfa İbrahim Aleyhiselamın bir menzili olduğu için, İnşallah Meslek-i Hıllet-i İbrahimiye orada parlayacaktır.” Urfa üç milletin merkezi sayılır, Kürt, Türk, Arap milletlerinin birlikte olduğu bir mekandır. Mesela batıdan Yemen’e kadar hep Araptır. Doğu ve kuzey hep Kürttür. Gaziantep’ten itibaren de Türkler yaşıyor. O nedenle adeta üç ırkın merkezi hükmündedir. Ve bu üç lisan da şehir merkezinde konuşulur. Halep de öyledir. Şehir merkezinde üç lisan konuşulur.

 

O zaman Üstad Hazretleri bana “sen Kürt müsün? Arap mısın?” diye sorduğunda dedim “ana dilim Kürtçedir” o da “ben kırk elli senedir Kürtçe konuşamadım” dedi.

 

Sizinle Kürtçe konuştu mu?

 

Hayır konuşmadı. Hususi Van yöresine ait Azeri şivesi ile konuşuyordu.

(Devam edecek)

 

 

I. BÖLÜM:

 

Abdulkadir Badıllı?

Urfa’daki yirmibeş köyde ikamet eden Badıllı aşiretine mensuptur. Bu yirmibeş köyden biri olan Şeyh Zeliha Köyünde 1936’da doğdu. Ailesi Badıllı aşiretinin önderlerinden kabul ediliyor.

 

Kendi ifadesi ile “Baba sofi meşreptir” o nedenle eğitimi ile annesi ilgilenir. Annesinin teşviki ile daha çocukken başka bir köye gider ve orada üç ay kalarak Kur’an öğrenir. Sonra başka bir köye gider orada da tecvid alır ve yazıyı öğrenir. 

 

Urfa’nın en önde gelen hafızlarından kabul edilen ve Kurra diye nitelenen, Kıraat-ı Aşereyi okuyabilen Muhammed Hafız’dan üç ay Osmanlıca yazı yazma, matematik ve ahlak dersleri alır. Kendi ifadesi ile “tahsil hayatı toplam bir yılı geçmez.”

 

1953’te Risale-i Nurları tanır. Ve artık ondan sonraki hayatı Risale-i Nurlarla geçer. Bir çok eseri vardır. Harran Üniversitesi’nden doktora payesi, üç yerden de icazet verilmiştir.

 

İlk defa Arapça Risale basmak ve Hicaz’da dağıtmak nasip olmuş. Bediüzzaman’ın eşyalarının sergilendiği bir müzeyi kurmak ve muhafaza etmek nasip olmuş bahtiyar bir insan.

Abdülkadir Badıllı Ağabeyle bir çok konuyu konuştuk…

 

“MÜJDE BEDİÜZZAMAN’IN TALEBELERİ URFA’YA GELMİŞ”

 

Bediüzzaman’ın ismini ne zaman duydunuz, Risale-i Nurları ne zaman, nerede nasıl tanıdınız?

 

Şeyh Said hadisesi nedeniyle amcalarım ve bir kısım akrabalarım sürgüne gönderilmişti, onlardan Bediüzzaman’ın ismini ve şöhretini duyuyordum. Bilhassa Bekir amcam sürekli ondan bahsederdi, onun mahkemelerde yaptığı savunmaları anlatırdı. Ve, “Bediüzzaman şöyle demiş, böyle demiş” diye anlatırlardı, anlatınca da bir kahraman gibi yad ederlerdi.

 

Fakat bir şeyh gibi tanımlarlardı. İsmine “Şeyh Said-i Kürdi”, “Şeyh Said-in Nursi” derlerdi. Ben de bu “Şeyh” kelimesinden yola çıkarak “herhalde bir tarikat şeyhidir” diye zannediyordum. Fazla methini duyduğum için de gidip ona intisab etmek istiyordum, tarikatına girmek istiyordum. O zaman daha çok küçüktüm, henüz 15-16 yaşlarındaydım. Önüme gelen herkesten soruyordum ama kimse bilmiyordu.

 

Araya araya sonuçta Tillolu Tahsin abi isminde biriyle karşılaştım. Üstada Kastamonu’da hizmet etmiş. Bir gün bizim köye, babamın misafirler için tahsis etmiş olduğu odaya geldi. Orada “ben üstadı gördüm” dedi. “O çok farklı bir insandır” deyip kerametlerinden bahsetti.

Ben bunu duyunca hemen atılıp “bana adresini ver ben onun tarikatına gireceğim” dedim. O da “mesleği tarikat değil” demedi ama bana “sen daha küçüksün tavsiye etmem, seni rahatsız ederler, karakola götürürler, hapsederler” deyip adres vermedi.

 

Ondan da adres alamamıştım. Sonra bu böyle 1953’ün Eylül ayına kadar devam etti. O günlerden birinde babam Urfa’ya gidip gelince bana “Müjde. Bediüzzaman’ın talebeleri Urfa’ya gelmiş orada talebeleri var” dedi. Ben hemen heyecanla sordum “Neredeler?” diye. “Rızvaniye Medresesinin bir hücresinde Balıklı gölün kenarında” diye cevap verdi. “Ben onları gördüm, onların bir dilekçesini alıp valiye götürdüm, ayrıca senden bahsettim” dedi.

 

Bunun üzerine ikinci gün Urfa’ya geldim. Onların yanına giderek bir köylü edasıyla “Esselamüaleyküm” diyerek ayakta durdum ve “ben sizden Bediüzzaman Said Nursi hazretlerinin adresini istiyorum, gidip onun tarikatına gireceğim” dedim. Abdullah Yeğin abi vardı. Güldüler “hele gel otur” dediler.

“Sen Abdurrrahman beyin oğlu musun?” diye sordular. “Evet” dedim. Beni oturttuktan sonra bana Üstadı anlattılar, izah ettiler, “Üstadımızın mesleği tarikat değildir, ilimdir, marifettir, Kur’an’ın yoludur” dediler.

 

Fakat bu durum ilk başlarda benim hiç hoşuma gitmemişti. Kendi kendime “nasıl olur böyle bir insan tarikat sahibi değil ve tarikat dersi vermez” diye kabullenemiyordum. Neticede saatlerce bu konuyu bana anlatmak durumunda kaldılar o gece de orada kaldım ve bana sonuçta kabul ettirdiler.

Abdullah abiye “tamam, kabul ediyorum ama ne olur onun adresini ver ben gidip onu ziyaret etmek istiyorum” dedim.

 

 

HERHALDE BU ZAT RİSALE-İ NUR TALEBELERİNDEN BİRİDİR

 

Üstadı ilk ziyaretiniz bundan sonra mı oldu?

 

Abdullah Yeğin ağabey, “seni göndeririz ama bir şartımız var, madem Osmanlıca okumuş öğrenmişsiniz, sana bir kitap verelim onu yazıp bitirip bize getirirsen o zaman olabilir ki, seni gönderebiliriz” dediler. 

 

“Peki, verin bakalım hangi kitaptır?” dedim. Bana elle yazılmış bir defter verdiler. “Risale-i Nurdan Küçük Sözler”miş meğer. Onu hemen aldım o günün şartlarına göre kalem divit, mürekkep aldım. Renkli bir şekilde yazdım. Dört günde bitirmiştim. Beşinci günü getirdim “buyrun yazdım” dedim. Görünce hayret ettiler. Dediler “şimdi biz seni ne yapalım?” Ben de “niye?” dedim. Dediler “sen buradan ayrılır ayrılmaz biz Üstadımıza bir mektup yazdık, dedik ki, ‘böyle bir genç var, 16-17 yaşlarında seni ziyaret etmek istiyor.’ Biz o mektubun cevabını almadan seni gönderemeyiz ama onun bir kaidesi var kesinlikle kabul etmez ve diyecektir ki, “o ta oradan kalkıp gelmesin ben onun ismini aldım, talebeliğe kabul ettim ve duama dahil ettim.”

 

“Şayet mektubun cevabı dediğimiz gibi gelirse seni gönderemeyiz, ama sana da söz verdik, şayet gitmek istiyorsan mektup gelmeden hemen kalk yola düş git, her an mektuba cevap gelebilir.” Ben onların bu tavsiyesine uyarak o gece orada kaldım ve sabah Gaziantep’e oradan trene binerek gittim. Giderken bana mektup verdiler Üstada vermem için, bir adres verdiler, Isparta Çarşı Camii yanında Bakkal Nuri Benli diye bir zatın ismini verdiler.

 

Isparta’da trenden indikten sonra Çarşı Camiine gittim orada baktım yaşlı bir zat abdest alıyor, eli de çolaktı, abdest alırken baktım başını üç kere meshetti, bu tarz meshetmeyi yani üç kere meshetmeyi Abdullah ağabeylerde de görmüştüm. O nedenle bekledim dedim, “herhalde bu zat Risale-i Nur talebelerinden biridir.” Ben de o zaman şalvarlı, yelekliyim, yani Halep kıyafeti ile gitmiştim.

 

“GEL ÜSTAD BEKLİYOR”

 

Abdestten sonra kendisine doğru yürüdüm bana dikkatle bakıyordu, “Esselamüalyküm” dedim. “Aleykümselam” dedi. “Amca” dedim “siz Nuri Benli’yi tanır mısınız?” Meğer kendisi imiş.

Bana bir şey demeden “gel” dedi. Aldı beni götürdü. Bir inşaatı varmış oraya çıktık. Orada bana döndü “sen Hocaefendinin ziyaretine mi geldin?” diye sordu. “Evet” dedim. “Nuri Benli benim, seni götürürüm ama Hocaefendinin tesbihatı uzun sürer, onun için biz biraz bir şeyler yiyelim, kahve içelim sonra seni oraya kadar götürürüm. Orada kendisi kabul eder mi etmez mi ona ben karışmam” dedi.

 

“Yalnız ihtiyatlı gideceğiz, benden 25 metre geriden geleceksin, ben yolun sağından gidersem sen solundan gideceksin” diye devam etti. Öyle oldu, gittik. Giderken kasten bizi ara sokaklara soktu, epey dolaştırdı, kıvrım kıvrım sokakları geçtik ve Üstadın şimdiki Isparta’daki evine gittik. Bizden yirmi gün önce Üstad oraya yerleşmiş. Kapıyı çaldı ben geride duruyorum. Kapı açıldı, birisi çıktı o da onunla bir şeyler konuştu, sonra bana bakmadan gerisin geri gitti. O gittikten sonra o zat bana işaret etti, gittim Zübeyir abi imiş. Adımı, memleketimi ve ne için geldiğimi sordu. Ben cevapladıktan sonra “burada bir iki dakika bekle, ben Üstadımıza haber vereyim” dedi. Gitti hakikaten üç dakika sonra geldi “gel Üstad bekliyor” dedi.

 

Beraber odasına çıktık, Üstad hazretleri yatağına uzanmış iki yastık sırtına koymuşlar, yorganı yarıya kadar çekmiş. Başında üç renkli sarık var yeşil, siyah, beyaz. Saçları uzunca omzuna kadar uzanmış. Gözleri yeşil idi, iki gözü farklı idi bir maviye benzer bir yeşil idi diğeri sarıyı andıran bir yeşildi. Ben renklerini öyle fark ettim, mübarek gözleri iri iriydi. Selam verdim, yanına gittim ellerini öptüm ama sesi çıkmıyordu. Beni kendine doğru çekti başımın arka tarafından öptü, işaret etti ben oturdum.

 

Konuşuyordu ama sesi çıkmıyordu. Zübeyir abi geldi oturdu onun dudaklarının hareketinden ne dediğini anlıyordu. O şekilde üç-dört dakika devam etti. Sualler soruyor. Sonra baktım ses çıkmaya başladı.

 

 

ÜSTAD YOL PARAMI BİLE VERDİ

 

Zübeyir abi tercüme mi ediyordu?

 

Evet. İlk dakikalarda tercüme etti. Dudak okuma sanatını biliyordu, anlıyordu. Sonra sesi çıkınca bana hususi halimi sordu. Annemin ismini, babamın ismini, aşiretimi, hangi Arap aşiretinden olduğumu… Üstad oraların bir kısmının Arap bir kısmının Kürt az bir kısmının da Türkmen olduğunu biliyor tabi. Ben sorularının hepsini cevapladım. Sonra bana ne iş yaptığımı sordu.

 

O zaman köyün yarısına yakın kısmı benim babamındı, o nedenle ben çalışmıyordum, çalışmaya ihtiyacımız yoktu. Dağlarda at koşturuyorduk, avcılık yapıyorduk, bunları kendisine söyledim. Av deyince “peki dedi sizin orada ne tür av hayvanları var?” diye sordu. Dedim “efendim ördek var, keklik var, tavşan var, ceylan var.” “Peki bir gün ava gittiğinizde ne kadar para masraf edersiniz?” diye sordu. Dedim “bazen olur ki, 10 lira da masraf ederiz.” O zaman 10 lira iyi bir paraydı, ortalama bir koyun veya keçi gelirdi. Dedi “Allah Allah bu parayla ehli hayvan alıp etini yeseniz daha iyi olmaz mı?” Yani “avcılık haramdır, günahtır, pistir” demedi. Ben “evet haklısınız” dedim ama bizim meselemiz et meselesi değil. Biz işin zevkindeyiz, hayvan uçacak biz nasıl vuracağız. Nefsimizin hoşuna giden o aslında.

 

Sonra “sen ta buraya kadar benim için geldiğine göre buraya gelinceye kadar ne kadar masraf etmişsen söyle ben onun iki mislini sana vermem lazım” dedi. “Söyle bakayım ne kadar para masraf ettin?” Ben sadece sustum, nasıl diyebilirim ki, bu kadar masraf ettim. Bir daha sordu ben gene sustum. Üçüncüsünde Bayram abi ayağa kalktı “Üstadım iki lira harcamış” dedi. “O zaman ben dört lira vereceğim, fakat ben dün oraya mektup yazdım ki, Abdülkadir’in buraya kadar gelmesine gerek yok dediğim halde geldiği için 1 lirasını kesiyorum” dedi. “Bir de bir haftalık tayinat parasını vereceğim” diye devam etti.

 

Ve kesesini açtı parayı saymaya başladı ama ben çok utanıyorum. Çünkü beni herkes şeyhlere, hocalara hediye götürür, para verir diye biliyor. Oysa burada Üstad benim yol paramı ve tayinatımı veriyor.

 

BEDİÜZZAMAN: RİSALE-İ NUR MESLEĞİNİN DÖRT ANA PRENSİBİ VAR

 

Serde ağalık da var? O nedenle çok ağır geliyordu değil mi?

 

Evet, dediğim gibi ağalık var. Kendimiz ağa değiliz ama babamız ağa. Çok ağır geliyordu. Normalde biz her gittiğimiz yere üstelik hediye götürürüz, burada hediye götürmediğimiz gibi bir de yol paramız veriliyor. Bir ara ben “benim cebimde harçlığım var, ihtiyacım yok efendim” dedim. “Olsun, insan babasının parasını almaz mı?” dedi kızdı. O nedenle mecbur aldık. Fakat maalesef o zaman çocukluk işte bilememişiz, sarfetmişiz. Böylece ziyaretimiz bir saat kadar sürmüştü.

 

Bir ara “Risale-i Nuru okudun mu?” diye sordu. Dedim “inşallah okuyacağım, bu kitabı da ben yazdım size hediye olarak getirdim” dedim. Kitabı eline aldı, defterin yapraklarını bir yandan çeviriyor bir yandan da bir çocuğun hoşuna gidecek sözler söylüyordu. Sonra, “Risale-i Nur mesleğinin dört ana prensibi var. Azami dikkat, azami sadakat, azami metanet, azami sebattır” dedi ama ben o zaman “azami” kelimesinin manasını bilmiyorum. Daha sonra Zübeyir abi bu kelimelerin ne anlama geldiğini diğer odada bana izah etmişti.

 

Biraz da iltifat etti “bu bir saatimiz inşallah bin saattir, çünkü Allah içindir” dedi. “Hüsrev gibi, Zübeyir gibi (Haşa onlar gibi olmamız mümkün değil) kabul ettiğini söyledi.” Ben de bundan cesaretle “Urfa’daki talebelerinizin yanında gelip kalmak istiyorum” deyince “benden kabul ama onlarla da istişare et” dedi.

 

Böylece birinci ziyaretimiz hitam bulmuştu. Geldim Urfa’ya hakikaten Abdullah ağabeylerle de kaldım. Ta 1959’un Aralık ayına kadar. Yedi seneye yakın bir süre beraber kaldık. Bu süre içinde birkaç kere gidiş, gelişlerim oldu. Hizmetler içindi.

(Devam edecek)

Röportaj Haberleri