Birey ve toplumun huzuru iki kelimede

Hüseyin KARA

Lemaat ekseninde duygu çağrışımları(21)

Birey olsun toplum olsun, her ikisinin rahat ve felaketinin, bencillik, yani egoistlik yüzünden olduğunu söylesek asla abartı olmaz

Kendini düşünmek, kendi çıkarlarını herkesinkinden üstün tutmak, birilerinin feryadına kulak tıkayarak kendi keyfini sürdürmekten zevk almak ve hele buna başkalarının kanını emmekten hoşlanan vampirleşmeyi de eklesek doğrusu vicdan denen olgunun tamamen yok oluşuna hükmetmemek için bir neden yok.

Bunu anlamak için tarihin uzak ve derinlerinde kalmış sayfalarını karıştırmaya da gerek yok. Yakın tarih, günümüz de bu kanaati bize yeterince verebilir. Ama bunu, çağa bir kuş bakışıyla, bir müceddit, bir uzman gözüyle bakan zamanın bedii Bediüzzaman’ın tespitiyle görmek, algılamak ve hatta yaşamak çok daha iyi olmaz mı? Varlık âleminin tek bilinçli muhatabı insanoğlunun meskeni olan yeryüzünde ne kadar karışıklıklar, ne kadar fitneler, ne kadar fesatlar, ne kadar kargaşalar, ne kadar rezaletler, ne kadar kötülükler, dahası ne kadar bozuk huylar ve bunlara bağlı olarak ne kadar yıkımlar varsa, bütün bunların kaynağını iki kelimeye ya da iki söze  bağlar Bediüzzaman deha bir sosyolog ve iktisat doktrincisi titizliğinde. Lemaat’ta “Birincisi şudur ki” der: “Ben tok olsam, başkalar acından ölse, nemelazım.” Ve “ikincisi” der: “Rahatım için zahmet çek. Sen çalış, ben yiyeyim. Benden yemek, senden emekler.

Bediüzzaman’ın tarih sürecinin bütün karışıklık ve huzursuzlukların kaynağına ilişkin hastalık teşhis ve tedavisini gösteren iki maddelik tespitidir bu. Aslında bu iki madde, hem toplum sosyolojisinin, hem birey ve toplum psikolojisinin, hem ekonominin temel alıp üzerinde duracağı yalnızca iki maddedir. Bu demektir ki insan egoizmi ortadan kalksa, birey ve toplum düzeni bir çırpıda düzelecek. Üstelik insanın sürekli kendine yontma meyli düzeltilmesi gereken önemli bir yıkıcı huy. Dünya, bütün bilginler, terbiyeciler, sosyologlar, psikologlar, edipler, romancılar insanın bu yatkınlığını yani egoistliğini, çıkarcılığını ve buna bağlı olarak acımasızlığını olumluya çevirmeye hep birlikte çalışsalar yeridir. Yeridir ve gereklidir elbette; çünkü insanlığın huzuru, dünyanın barışı, dirliği ve düzeni buna bağlıdır.

Bediüzzaman’ın bu tespiti hem ekonomi hem psikoloji açısından ele alınması mümkün. Zaten ekonomi ile psikoloji birbirinden uzak değil. Ekonominin de psikolojinin de merkezinde insan ve duyguları olmalıdır. İnsanı, insan fıtratını, insanın iç dünyası ve bedeni lehinde olanı merkezden çıkardığınızda ne ekonominin ne de psikolojinin önemi kalır. İnsanı merkez kabul etmeyen ideolojilerin ve doktrinlerin saman alevi gibi yanıp söndüklerini görmek pekâlâ mümkündür. Batı bu bir anda parlayan ideoloji ve fikirlerin mezarlığıdır.

Ama İslam, her konuda olduğu gibi ekonomide, iktisatta da insanın fıtratını merkeze almıştır; mal edinme ve harcamada belli kurallar koymuştur. İslam,da üretim ve tüketim gelişi güzel değildir. İnsanı yaratan Allah’tır; hayat için gerekli olan her şeyi ve kâinatı yaratan da O’dur; insanın nelere ihtiyaç duyduğunu, olaylar karşısında neler hissettiğini, nelere feveran ettiğini ve nereye duyarlı olduğunu en iyi bilen O’dur.  Dolayısıyla ekonomide de O’nun koyacağı kurallar asıldır.

İnsan, Yaratıcıyı hesaba katmadan ekonomik ve sosyal düzenini kuramaz. İnsanın fıtratına uygun bir düzen Yaratıcı’nın da arzuladığı düzendir zaten. Böyle olunca kazanması ve harcaması da, üretimi ve tüketimi de onun gösterdiği yoldan olması gereklidir. Çok yönden bir kaos oluşturan kendi başına buyruk olma hakkı insana verilmemiştir. İstediği yoldan kazanamadığı gibi kazandığını da istediği şekilde harcayamaz. Kendi hakkı diğer insanların hakkına zarar vermeyeceği kadardır. Bu şu demektir; insan kendini Yaratıcı’nın buyruklarından soyutlamayacağı gibi içinde yaşadığı toplumdan da bağımsız olamaz. Özgürlüğü ile sorumluluğu atbaşıdır; ne kadar özgürlük, kendine ve topluma karşı o kadar sorumluluk. Kendisi tokken komşusunun açlığını görmezlikten gelemez. İslam toplumunda birey hangi şartlarda olursa olsun çevresini dikkate almak durumundadır. Müslüman birine ters düşen ise bencilliktir.

İslam’ın ortaya koyduğu ekonomik düzende Yaratıcı’yı hesaba katarak insanı merkeze alma olgusu, diğer ekonomik sistemlerde, yani büyük kitleleri etkisi altına alan kapitalizmde de komünizmde de yoktur. Kapitalizmde asıl ve âdeta kutsal olan eşyadır, maldır. İnsanın da o malı ele geçirdiği kadar bir değeri vardır. Mal-mülk sahibi güç sahibidir. Güç sahibi de kendinden zayıfları ezme hakkına sahiptir. Kapitalizmin öngördüğü sisteme göre güçlü insan, yalnız kendini düşünür, diğer insanlarsa birer sömürü aracıdır. Mal ve güç uğruna her şey başkalarının perişanlığına rağmen mubahtır. Sanki tek kutsal maldır; ona ulaşmak da insanın biricik amacı. Komünizmdeyse birey hiçtir; toplumsa her şey. Mülkiyeti reddetmesine rağmen ne ki insanı da ona layık görmüyor. Yaratıcı’yı devreden çıkarmak bu iki sistemin ortak noktası… Komünizm ferdi toplum için feda ediyor, kapitalizm ise toplumu fert için; ikisi de insanın bireyselliğine saygı duymuyor. İnsan ürünü oldukları için bu gibi sistemlerde insan ve toplum huzurunu aramak beyhudedir.

Bunları niçin özetledik? İnsanın mal karşısında İslam’ın, dolaysıyla Kur’an’ın düşüncesini net bir şekilde ortaya koymak ve insanın mal edinme isteğinin ne denli önemli olduğuna, bu isteğini hem kendisi ve hem de diğer insanlar için nasıl kullanması gerektiğine işaret etmek. İnsanın mala karşı isteğini engellediğinizde ruhunun derinliklerinde olan bu arzusunu ve ihtiyacını engellemiş, yani duygu yanının büyük kesimini ihmal etmiş olursunuz; yok, tamamıyla serbest bıraktığınızda zulme ve kaosa meydan vermiş olursunuz. Biri de diğeri de birey ve topluma yararlı olmaktan uzaktır. Yetenekleri özgür bırakmak ve yıkıcı duygulara sınır koymak ise insanın gelişimi için psikolojinin öngördüğü uygulamadır.

İnsan mal edinmeli, hem çok kazanmalı, zengin de olmalı; ama önce kazandığından Yaratıcı’ya karşı sorumludur ve sonra çevresinde olan başta insan olmak üzere her şeye karşı edindiği mal-mülk konusunda bir takım görevleri vardır. “Ben tok olsam, başkalar acından ölse, nemelazım” diyemez. Yani Kur’an “Zekâtı veriniz!”(Nur:56) diye değişik yerlerde ferman ettiği emriyle, kazanılanda başkalarının da hakkının olduğunu söyler. Mal temelde Allah’ındır ve zengine malı ve bu imkanı veren de O’dur. Kazancında zenginin ilgisi ve fonksiyonu yalnızca bir teşebbüstür. Zengin, zekât emrini yerine getirmekle, yani şefkat elini başkasına uzatmakla asıl iyiliği kendine yapar. Böyle bir beklenti içine girmemekle birlikte bir görev bilinci içinde yardım elini uzattığı kimsenin saygısını kazanmıyor mu? Bir güven ortamına sebep olmuyor mu? Fakir ve yoksulların gözlerini emeği ve sofrasındakine takılıp kalmasını engellemiyor mu?

Zenginlik gibi imkân ve varlık elbette Allah’ın bir lütfü. Bunu elde etmesi ise insanın elinde değildir. Mal-mülk Yaratıcı’dan zengine bir emanettir. Varlık ve bolluğunun şükrünü, yani gereğince teşekkürünü ancak asıl mal sahibinin yine insanın lehinde koyduğu kurallarına göre harcamakla yerine getirebilir. “Mal benimdir, istediğim gibi harcarım” aymazlık ve nankörlükte bulunamaz Müslüman. Kendi dışındaki insanlara, yani olmayanlara, yoksullara ve topluma karşı görevleri vardır. Malının belli oranını her yıl fakirlere vermesi dini bir vecibe, gerekliliktir. Din, zaten insan ve toplum hayatını düzenleyen bir kurumdur.

Vermek, yoksulu doyurmak aslında veren için hem maddî ve hem manevî sağaltıcı çok faydaları var. Başkasına yardım etmekle zaten iyilik etmekten hoşlanan duygular büyük bir doyumu yaşarlar. Çocuk bile akranına ya da birine yardım etmekten ne kadar hoşlanır!  Başkasının açlığını giderenin aldığı haz, ihtiyacı giderilenden çok daha fazla olduğunu böyle fedakârlıkları yapanlar iyi bilir. Yardımlaşmayanlar duygu ve dost yoksuludurlar aslında. “Kendi kazanç ve malından başkalarını da yararlandırmayan yoksul sayılır” diyen Auguste Comte belki de yardımlaşmanın olmadığı durumlarda bu yoksullukların eksikliğine işaret etmektedir. Kur’an’ın zekât emri, insanlar arası maddî planda büyük bir rahatlık sağladığı gibi ruhlar üzerinde de büyük bir ferahlık bıraktığı açıktır. Zenginlerin, varlıklıların omzundaki yük ciddi oranda hafiflemektedir. Toplum katmanları arasında yabana atılmayan bir denge oluşmaktadır. Zenginden, yukarıdan aşağıdakilere şefkat eli ve fakirden, olmayandan yukarıdakilere ise saygı!

Toplumdaki bu tür alışverişler ve gözetmeler insanları kaynaştıran bir harç gibidir. Sevginin ve saygının olduğu bir toplumda huzur, barış ve düzen var demektir. Yardımlaşma olmazsa zamanla zenginle fakir arasındaki iletişimsizlik yüzünden büyük bir kin ve düşmanlık oluşabilir. Patron ve işçi, zengin ve fakir, kentli ve köylü gibi sınıflar arası kavga ve boğuşmaların ana sebebi budur.

İslam toplumunda bu tür boğuşmaların çok az olduğu tarihi bir gerçektir. Hiç şüphesiz bunu sağlayan Kur’an’ın daha çok namazla birlikte gündeme getirdiği İslam’ın bir rüknü olan zekâttır. Beşeri sistemlerde ise bunu görmek mümkün değil. Komünizm ferde mülkiyet hakkı tanımıyor; bu sistemde elinde bir şey olmadığı için ferdin böyle bir yardımı yapma imkân ve fırsatı yok. Kapitalizm ise bırakalım yardım etmeyi başkalarını daha da sömürmeye, onların daha perişan bir duruma düşmelerine âdeta teşvik etmektedir.

İslam, zekâtın yanında sadaka ve diğer yardımlaşma yollarıyla toplumdaki yoksulluk sınırında olanlarının yüzünü güldürüyor; böylelikle toplum kocaman bir gülücüğe dönüşüyor. Orta direk denilen büyük halk kitlesinin geçim sıkıntısı ibadet bilinci içinde yapılan bu yardımlarla giderilmiş ve orta direk güçlenmiş oluyor. İslam ülkelerinde vakıf ve diğer yardımlaşma kurumlarının bu amaçla çokça kurulmalarının altında yatan gerçek ve espri budur. İslam’ın kurduğu medeniyet tarih süreci içinde vakıf medeniyeti olarak ün yaptığı da bir vakıa değil de nedir? Böylece İslam’da toplum düzenini topyekûn iyileştirme seferberliği her zaman sıcak gündemdir.

İnsan yaratılışı ve psikolojisinde iyilik etme duyguları vardır; doyuruldukları takdirde iç dünyanın, duygu dünyasının sağaltıcı sebebi olduğu gibi bu insanlardan oluşan toplumun da huzurudur. Bu ihtiyacın giderildiği Asr-ı Saadet toplumunda, Halife Hz. Ömer döneminde, bütçe o kadar dolmuştu ki yeni doğan çocuğa bile maaş bağlanması gündeme gelmişti. Oysa o dönemin mucize toplumu savaşların tam ortasında yorgun düşmüştü. Bunun tek sebebi, elbette insan fıtratına ve insanın lehinde olanı gözeten Yaratıcı’nın buyruklarına göre hareket etmekten başkası olamaz. Asr-ı Saadet insanlık sürecinin altın örnek bir dönemi ve bu toplum da Peygamberimizin mucize toplumuydu.

Mal edinme ve dünyadaki bin bir türlü nimetlerden faydalanma duygusu elbette doyuma kavuşmalı ve bu imkânı kazanmanın meşru yolları serbest olmalıdır. Aksine sonsuza uzanan duyguların tatmini söz konusu olamaz. Meşru yollardan kazandığını ancak meşru yollarla harcama yetkisi verilmiştir insana. Mesela israf edemez, istediği gibi har vurup harman savuramaz. “Yiyiniz, içiniz ve israf etmeyiniz! Çünkü Allah israf edenleri sevmez.” (A’raf:31) Kur’an emri bütün Müslümanların kulağında çınlar durur. Elindekini gereksiz yere savurmak olan israf, Kur’an’ın fertlerde kazandırmak istediği en büyük haslettir. O kadar ki Kur’an’ın bu ilkesini ölçü olarak alan İslam, gürleyip akan derenin kenarında abdest alınırken bile tutumluğu öngörmektedir. Kullanım esnasında musluktan suyun fazla akıtılmasına ve elektrik lambalarının yok yere yanmasına elbette müsamaha ile bakmaz. Tutumluluk, aynı zamanda kâinata uyumdur, çünkü kâinatın hiçbir yerinde israf yoktur.

Mülk edinmek, zengin ve varlıklı olmak, elbette serbesttir İslam’da. İnsanda var olan yeteneklerden biridir mal edinme arzusu. Bu duygu insana verilmiş ki yeryüzünün imarı sağlanmış, yeryüzü yaşanır hale gelmiş olsun. Aksine yeryüzünün halifesi olma ününü hak edemezdi insan. Kazanmalı Müslüman; ama kazanmanın meşru yoldan olma şartı her zaman benliğine kazınmıştır. Kazanmanın her yolu ona mubah değildir. Kazanırken başkasını batıramaz mesela, ezemez, piyasadan çıkaramaz, köle gibi çalıştıramaz. Yani “Rahatım için zahmet çek. Sen çalış, ben yiyeyim.” deyip, başkasının sırtından kazanamaz. Tefecilik, faizcilik yapamaz. Önceden yığdığı paralarını bir yüzdelik karşılığında faize veremez; parayı para karşılığında satamaz. Başkalarının haklarını gasp ederek stok edip, yani yığıp daha sonra yüksek fiyatla piyasaya süremez.

Müslüman kazanmanın yollarını araştırırken, Kur’an’ın “Allah ticareti helal, faizi haram kılmıştır”(Bakara:275) ilkesini hesaba katmak zorundadır. Ticaretin meşrusu helaldir; ama tembellik ve muhatabı sömüren faiz ise kesinlikle yasaktır. İslam, emeksiz kazancı iyi görmez ve toplumun fertlerini bu yola teşebbüs etmekten alıkoyar. İslam çok hikmetleri gözeterek kazanmada bu kuralı koyarken, diğer beşeri sistemlerde böyle bir anlayış ve uygulama yoktur. Kapitalizmde ticaretin her türü, faiz de serbesttir; komünizmde ise her ikisi de yasaktır. Bu iki sistem mal edinme konusunda insanın duygularını ve psikolojisini asla hesaba katmamış. İnsanlığa huzur getiremediklerinin sebebi budur.

Bu iki ilkenin geçerliliği hâlâ devam ediyor.  Dün olduğu gibi bugün de toplumlar buna muhtaç. Zekât ve onun yavrusu sadaka toplum barışını ve huzurunu sağlamada önemli bir faktör. Faizin toplumun bütün kesimlerinden yasaklanması ise toplum katmanları arasındaki kin ve intikam duygularını yok etmenin tek çaresi.

Bu bir emir ve bir yasak, İslam’ın sosyal iki temel kuralı… Yalnızca toplumun maddi yanını düzene sokmuyor, aynı zamanda bireyin duygular kesimini de doyuma kavuşturuyor.

Böylece insanda cömertlik güzel bir duygu ise, insandan her türüyle atılmaya çalışılması gerekense cimrilik…

  

Yorum Yap
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
Yorumlar (1)
Yükleniyor ...
Yükleme hatalı.