Ben fiziği Sünnetullah olarak kabul ediyorum

Fizikçi Taşkın Tuna, bilim dünyasıyla ilgili son gelişmeleri RisaleHaber’e anlattı…

Röportaj: Dursun Sivri, Foto: M.Emin Benek

 

Hocam şimdi İsviçre’deki, Cern’deki deneye gelelim. Bu deney neyi amaçladığı ve bugüne kadar gerçekleşen aşamasıyla planlandığı ve aranan cevap bulunabildi mi?

 

O konuya geçmeden önce şunu söyleyeyim; Türkiye, bu Cern’deki çalışmalara üye olmamakla çok şey kaybetti. İnanılmaz şey kaybetti.

 

Neden?

 

1950’li yıllarda, 29 Eylül 1954’te 11 Avrupalı ülke tarafından kuruluyor bu merkez. 2008’de üye sayısı 20 oldu. 11 üyeden 20’ye çıktı. Bugün bizim hiç beğenmediğimiz ülkeler arasında kimler var üye olarak? Fransa, İngiltere, İtalya, İspanya, Portekiz demiyorum bunları. Bulgaristan üye, Slovakya üye, Macaristan üye, Çek Cumhuriyeti üye, Yunanistan üye. Bunun yanında, Norveç, Avusturya, Danimarka üye. Kıbrıs, üyelik için müracaat ediyor.

 

Bu üyelik kriterlerinde Türkiye’nin karşılayamayacağı bir şeyler de mi var yoksa?

 

Yok. Üyelik bedeli için yılda bilmem kaç bin dolar. Çok ayıp bir şey. 1954’te hadi girmedi.1960 geçiyor, 70 geçiyor, 80 geçiyor, 90 geçiyor, 2000 geçiyor, 2010 oluyor hala üye değiliz.

 

Eğer biz1960’larda biz oraya üye olsaydık 50 yıl içerisinde orada 3 bin fizikçi bilfiil çalışmış olurdu. Üç bin adet fizikçiyi buraya getirirdik, buradaki üniversitelerde çalışmalar, araştırmalar yaptırırdık, öğrenciler yetiştirirdik, bu olurdu on bin fizikçi olurdu. Atom Enerjisi Kurumunda belki üç ya da beş tane çalışmış olan bir uzman grubu ya var ya yok. İşte bu yüzden Türkiye, nükleer reaksiyona girelim mi, girmeyelim mi? Tereddütler yaşıyor. Şimdi mi girelim, sonra mı girelim? Acaba kimlerle kontrat yapalım? İhaleyi nasıl hazırlayalım? Şartnameyi nasıl hazırlayalım? Diye yıllarını kaybetti. Eğer yetişmiş eleman gücü olsaydı, bunu çoktan yapacaktı. Kim şartnameyi hazırlayacak? Kim projelerini hazırlayacak? Kim bu konuda çalışacak? Yeterli ve yetkin eleman yok.

Türkiye, bu konuda treni kaçırdı.

 

Şimdi o bahsi geçen o deneye gelelim.

CERN de yerin altında aşağı-yukarı yüz metre derinlikte ve otuz iki kilometre uzunluğunda bir dairesel yörüngede protonları hızlandırıyorlar. Elektromanyetik bir kuvvet nedeni ile. Onun için bu çarpıştırma neticesinde diyorlar ki, ‘biz proton içerisinde kuarkın olduğunu biliyoruz fakat bunu gözlemiş olalım.’

Şöyle bir misal veriyorum ben. Size bir tane ceviz getirseler. Cevizi alırsınız, koklarsınız, bakarsınız sert mi kabuğu diye. Bunu kırmak istersiniz içinde ne olduğunu öğrenmek için. Bunu taşla kırmanız mümkün. Ama bunu eğer başka bir cevizle çarpıştırırsanız o zaman her ikisi birden parçalanır ve içi çıkar, özü çıkar. Yani cevizin esas yenecek özü çıkar. Proton da bir ceviz gibi. İki protonu çarpıştırıyorlar. Saniyede kaç defa çarpıştırıyorlar biliyor musunuz? Saniyede 11.000 defa.

 

Kısa süre içerisinde 32 kilometreyi alıyor yani.

 

Tabi tabi. Yani ışık hızına yakın hızla gidiyor. Ne kadar hızlı giderse kinetik enerjisi de o kadar artar, biliyorsunuz. Kinetik enerjisinin artması ne demek? İki tane tır düşünün. Her biri 60 kilometre hızla çarpışıyor. Bir de farklı iki tır düşünün. O ikisi de 120 kilometre hızla çarpışıyor. 120 kilometre hızla çarpıştığı zaman ne kaporta kalır ne motor kalır. Ama 60 ile çarpıştığı zaman kaportada belki ufak tefek sıyrıklar olur. Kütle büyük çünkü. Ama aynı kütleyi hızın karesi kadar hızla çarpıştırdığınız zaman bir enerji veriyorsunuz ona. Onun için elektromanyetik alanda hızlandırıyorlar bunu.

 

Buradan çıkan sonuçlarda paylaşımların ne kadarını kamuoyu ile paylaşabiliyorlar? Onlar şu anda bir sır mı?

 

Hayır, sır değil. Tecrübeler, bugün yaptık yarın tamamlandı, şeklinde bitmeyecektir.

 

Sizin beyanınız var mı? Bu beş sene on sene devam edecek mi?

 

Devam edecek. Bitmez bu. Neden bitmez? Diyelim ki bir şey bulundu. Mesela burada higgs parçacıkları adını verdi. Bu bir İngiliz fizikçisinin soyadıdır. Demiş ki bu İskoçyalı; “Neden acaba bazı cisimler çok ağır da bazı cisimler çok hafif?” Pamuk çok hafif ve demir çok ağır. Şimdi diyorsun ki, ‘canım pamuğun yoğunluğu çok küçük buna karşılık demirin yoğunluğu daha fazla 7/8’

 

Molekül dizisinden kaynaklandığını zannediyorum.

 

Öyle zannediyorsunuz, güzel. Yani moleküller birbirine ne kadar yakınsa, birbirlerine ne kadar uzaksa ona göre bir yoğunluk tarifi yapmak mümkündür, diyebilirsin. Bu tabi tasviridir. Bunu böyle söylemekle doğru söylersin, yanlış değildir. Ama işin esası için yeterli cevap değil. Niye peki öyle değil de öyle? Niye orada moleküller birbirine çok yakın da öbür tarafta çok uzak birbirine? Şimdi öyle de öyle. Acaba burada bir sır var mıdır? Diye bu soyadı Higgs olan demiş ki; kütleyi, kütle dediğimiz şey yalnız dünya değil, kâinatın neresine gidersen git kütle aynıdır. Ağırlık farklıdır. Ağırlık dünyaya göre başkadır, aya göre başkadır, güneşe göre başkadır. Ama kütle hep aynıdır. Kütle aynıdır. Ama nedir kütle? İşte bu Higgs parçacıklarını eğer CERN de bulabilirlerse bu parçacıktır. Ama ne atoma benziyor ne moleküle benziyor ne protona benziyor. Bambaşka bir parçacık. Bunu araştırıyorlar. Bunun dışında ayrıca biraz önce sözünü ettiğim 10ˉ³³ cm dediğimiz mekân veya nur dediğimiz yerde bir boyut kavramı ortaya çıkıyor. Bu kâinat en, boy, yükseklik yani x, y, z dediğimiz bir mekânla sınırlı. En, boy ve yüksekliktir. Üç boyutludur. Bir de buna zamanı ilave edersek x, y, z, t dördüncü boyut ta zaman olur. Zamanla mekân birbirinden ayırt edilemez. Birbirine bağlıdır, bağımlıdır. Yani bir yerde zaman var ama orada mekân yok veya madde yok. Böyle bir şey olmaz.

 

 

Zaman, maddenin değişimi ve o terkibindeki işlem sırasında çıktı, diyebilir miyiz?

 

Big Bang’ten sonra çıktı. Big Bang’te başladı zaman.

 

O dönüşüm süreci.

 

Aynen öyle. Big Bang’te başladı. Her şey orada başladı zaten. Buna fizik, zaman planlaması, demiş. Ama siz isterseniz kader deyin, fark etmez. Fiziğin ismi başka, İslami literatürdeki isim başka. Ama içi aynı.

 

Tebeddül-ü esma, hakikati tebeddül etmez.

 

Evet. Esmanın değişikliği gerçeği değiştirmez. Veya şöyle de diyebiliriz; mutasarrıf-ul esma, kaderdir. Duydunuz mu bu sözü.

 

Kader, ilim maluma tabidir olarak biliyoruz.

 

Şimdi o zaman o boyuta giriyoruz fakat soru şu: Neden bu evrende üç mekân bir de zaman var yani dört boyutlu bir evrende yaşıyoruz biz? Sebebi ne?

 

Kayıtlıyız biraz da yani mecburuz. O üç şeye bağlıyız.

 

Bağlıyız da peki, neden böyle olmuş? Taa Big Bang’ten itibaren. Kafayı kurcalayanlar işte bunlar. Bunlar diyor ki, “Niye böyle olmuş?” diyorlar. Çünkü eğer zamanla beraber üç boyutlu olsaydık, biz burada yaşayamazdık. O zaman iki boyutlu olurduk biz. Yani gölge. Perdede bir akis olur ya. Eni var, boyu var, yükseklik veya derinlik yok.

 

O zaman hayali olur, gerçek olmaz. Somut olmaz.

 

Evet somut olmaz, başka bir deyişle canlılık olmaz. Stephen Hawking, iki boyutlu evrende bir canlının resmini yapmış. Böyle bir yaratık, böyle bir hayvanın sindirim sistemi olamazdı. İki boyutlu bir evrende yaşadığı varsayılan bir yaratık, yaşayamazdı. Onun için üç boyutlu olması lazımdı. O halde büyük düzenleme işte onun için gösteriyor. Büyük düzenlemede, başka bir bilim adamı da aynı manada yazıyor; “The Great Design” Bu da büyük düzenleme. Bunların hepsinin imansız olduğunu iddia edebilir miyiz? Bir defa kitabın başında düzenleme demiş. Düzenlemeyi kim yapıyor? Ben mi yapıyorum? Doğa kendisi mi yapıyor? Böyle bir şey olabilir mi? İşte burada bütün atom fiziğini, kuantum fiziğini anlatmış adam. Sonunda da diyor ki; bu evren acaba bizim için mi yaratılmıştır?

Sonra da diyor ki; Evet, bizim için yaratıldı. Diyor.

 

İnsanın, halife-i arz oluşu.

 

Evet. Çünkü yalnız insan Allah’ı idrak edebilir.

 

Hocam, bilim ve tevhit birleştirmelerinden sonra kitaplarınızda biraz da sosyal bilim, ilahiyat konuları, Peygamberimizin hayatı vs. bu geçişi bir süreç olarak mı belirlediniz? Sistematik bir tercih mi?

 

Biraz önce sözünü ettiğim bilimden Kur’an’a değil de Kur’an’dan bilime geçtiğimiz zaman, o zaman Kur’an’ın kendi içerisinde Marifetullah dediğimiz bir kavramla karşılaştık. Marifetullah, yani Allah’a arif olmak. Allah’ı tanımak için bizim elimizde bir rehber var, Kur’an var. Fakat sadece Kur’an bize Allah’ı tanımada yeterli olmayabilir. Onun bir de öğretmene ihtiyacı var. O öğretmen de Resulullah’tır. O halde Resulullah olmadan Kur’an’ı anlamamız mümkün değil. Kur’an’ı anlamadan bilimi de anlamamız mümkün değil. İş dönüp dolaşıyor Yüce Peygamber’in nuraniyetine ve ruhaniyetine kalıyor. Zaten Kur’an’da da ünlü bir ayet vardır. Onu herkesin çok iyi bilmesi lazım. Allah insanlara soruyor: “Eğer beni seviyorsanız…” burada bir ürperti geliyor insana. Git şimdi sokaktaki insanlara sor, Allah’ı seviyor musunuz? Seviyorum der, sevmiyorum diyemez. Peki, Allah’ı sevmenin şartı, kriteri, kıstası ne? Ayet bu, bunu münakaşa etmeye değmez ama açıklamak lazım.

 

قُلْ إِن كُنتُمْ تُحِبُّونَ اللّهَ فَاتَّبِعُونِي يُحْبِبْكُمُ اللّهُ وَيَغْفِرْ لَكُمْ ذُنُوبَكُمْ وَاللّهُ غَفُورٌ رَّحِيمٌ

 

Evet. ‘De ki: eğer beni seviyorsanız, bana tabi olunuz, Peygambere tabi olunuz.’ Bir virgül. Eğer Allah’ı seviyorsanız bir virgül. Bana tabi olunuz bir virgül. O zaman da Allah sizi sever. Sebep sonuç ilişkilerine bak. Demek ki, biz Peygambere ne kadar tabii olursak, Allah’ın sevgisine mazhar olacağız. Ayetten bu çıkıyor. Bitmiyor ayet, devam ediyor. ‘O zaman Allah, sizin günahlarınızı bağışlar’ diyor. Bu müthiş bir hüküm. Bunu herkes kendi kendine sorması lazım. Bunu biz acaba Müslümanlar olarak içselleştirebildik mi?

 

Yani ilimden artık amele geçme veya bilgiden uygulamaya geçmek mi?

 

Evet, oraya geldik. Tamam, peki, Kur’an’dan bilime geçtik. Buradan biz tekrar geriye döndük, Marifetullah’a geldik ve karşımıza Yüce Peygamber çıktı. Peki, o zaman Yüce Peygamber’in âlemlere rahmet olduğunu nasıl anlayacağız?

 

Ben bunu birçok din adamlarıyla da görüşme fırsatını buldum. Maalesef, üzülerek söylemek isterim ki onlar bunu çok tereddüt içinde buldu.

وَمَا أَرْسَلْنَاكَ إِلَّا رَحْمَةً لِّلْعَالَمِينَ dedim.

Evet, hocam doğru. Peki, bu rahmet şimdi var mı?

Yok, hocam rahmet bitti. Dedi.

Niye bitti? Çünkü Peygamber ahirete intikal etti. Ben o zaman buna niye rahmet diyeyim? Rahmet diyebilir miyim? Bir rahmet gelmiş, altmış üç sene devam etmiş veya yirmi üç sene devam etmiş, ondan sonra kesilmiş o rahmet. Bir daha rahmet yok. Böyle bir şey olabilir mi? Bu, rahmetin bereketi, feyzi, anlamı, derinliği ile bağdaşabilir mi? Peki, Peygamberden önce, O doğmadan önce bu rahmet var mıydı? Yoktu. Dedi.

Olur mu öyle şey? Dedim

Olmaz olur mu? Peygamberimizin mübarek risalet nuru daha Big Bang’ten önce vardı, ondan sonra da intikal etti buraya ve halen devam ediyor ve kıyamete kadar da devam edecek. Buna iman etmek lazım bir defa. Buna iman etmedikçe bir adım bile ileriye gidemeyiz. Çünkü bu ayet. “Biz sizi âlemlere göndermedik” birinci cümle olumsuzdur. “İllâ Sen, âlemlere rahmetsin” diyor.

Âlemlere rahmet ne demek? Hayvanlar âlemi, bitkiler âlemi, insanlar âlemi değil bütün bu âlem. Bütün bu âlemler ötesi âlem. Bütün bu ervah âlemi, lâhut âlemi, melekût âlemi, ceberut âlemi, bütün bu âlemleri içine alıyor. Bütün bu âlemlere rahmet. Ve Peygamberimizin bu yüce nuraniyeti Hz. Âdem’den itibaren bütün peygamberlerde de tecelli etmiştir.

 

Bir de Menderes ile ilgili kitabınız var. Biraz da ondan bahseder misiniz?

 

Tabii, o ayrı bir konu. Çünkü istedim ki insanlarımız, özellikle genç nesiller, 27 Mayıs İhtilali’ni iyi anlasınlar. Çünkü Türkiye’deki bütün sıkıntıların başı oradan çıkar. Ben buna yürekten inanıyorum. Halkın iradesine karşı bir harekettir.

Bir şey daha var. Tahkikat komisyonu falan diyorlar, biliyorsunuzdur. O, 1924 Anayasasına ters değil ki. Çünkü orada İstiklal Mahkemeleri var. Önce as, sonra yargıla. Bu bakımdan genç arkadaşlara 27 Mayıs İhtilali’ni hazırlayan sebepleri ve idamları ve ondan sonraki süreci biraz olsun anlatabileyim istedim.

 

Bilinçlendirme anlamında mı?

 

Evet. Çünkü orada yazılmış olan bütün tarihler doğrudur, bütün isimler doğrudur, bütün mekânlar doğrudur.

 

En son kitabınızda “Şeytani bilinç Muhammedi bilince karşı” Buradaki maksadı kısaca paylaşır mısınız?

 

Buradaki maksat şudur; bu Muhammedi bilincin bir bakıma devamıdır. Âlemlere rahmet olarak gönderilen peygamberin biz her yerde bu nuraniyetini müşahede etmekteyiz. Hz.Âdem’den itibaren de insanlara vesvese veren ve insanların imanını ve nefsanî duygularını zayıflatan bir varlık olarak ortaya çıkan bir şeytan var.

Buradaki şeytan kavramı aslında bizim dışımızda değildir. Her şey bizim içimizdedir. Nefs-i emmare bizim şeytanımızdır. Bu nefs-i emareye ne kadar yapışırsak şeytanın da esiri olmuş oluruz. Yani hürriyetimiz kısıtlanır. Özgür olmak istiyorsak, nefs-i emmareyi terk edip, enaniyeti terk edip, gururu terk edip; sabrı, sükûneti ve selameti aramamız lazımdır.

 

Hocam maşallah çok üretkensiniz. Kitaplarınızın bir repertuarını çıkaralım dedik, yirminin üzerine çıktı.

 

Evet, yirminin üzerine çıktı. Benim için önemli değil. Ben yazıyorum, istifade edilirse ne mutlu bana. WEB Sitem de(https://taskintuna.org/ var belki görmüşsünüzdür. Oradan bir kişi bana “Allah razı olsun, çok şey öğrendim” diye bir mail attığında dünyalar benim oluyor. Bundan daha büyük bir şey, mutluluk olur mu?

 

Fizik bütün pozitif ilimlerin bir üst başlığı olarak. Farklı bir fizikçi olarak bütün ilimlere farklı bir açıdan bakmanızla bir çığır açtınız…

 

Bir fizikçi demiş ki: “İki çeşit ilim vardır; biri fiziktir, öbürü pul koleksiyonculuğu yapmak.”

 

Evet, gerçekten bütün pozitif bilimlerin birleştiği üst başlık orası.

 

Fizik deyince sadece optik veya termodinamik falan değil. Yani işin aslında onlar fiziğin yan kolları. Aslında ben fiziği Sünnetullah olarak kabul ediyorum. Sünnetullah dediğimiz zaman her şey açığa çıkıyor.

 

Sizin biyografiniz var, herkes biliyor. Peki, bizim okuyucumuz Taşkın Tuna’yı nasıl bilsin?

 

Benim bir başkasından hiçbir farklı özelliğim yok. Biraz daha çalışkanım belki, o kadar.

 

Arka plandaki mutfak çalışması vardır mutlaka. Böyle bir çalışma olmazsa bu derinlik, bu eser, bu yaklaşım olmazdı herhalde?

 

Evet ama bunlar beni süper, dahi, müthiş Türk gibi yukarılara koymayı gerektirmez.

 

Tebrik ediyoruz. Çok önemli tespitler. Gerek bilim dünyası olarak gerekse bu konular için iyi bir model oldunuz.

 

Ben kitabımda da bir şey söylemiştim. ‘Hz. Peygamber’e birisi gelmiş ve demiş ki; “Ben çok günaha giriyorum, çok günahkârım. Bana namaz kılmak, oruç tutmak ta zor geliyor. Bana öyle bir şey söyle ki ben onu yapayım”

 Cevaba bakınız “Ağzın daima Allah zikriyle ıslak kalsın.” Buyurmuşlar. Çünkü Zikir. Allah’ın, bütün esma ve sıfatın hepsini celb eden Camii sıfatıdır. Aslında namaz da bir zikirdir, oruç ta bir zikirdir.

 

(Röportajın 1. bölümüne ulaşmak için TIKLAYINIZ)

 

Röportaj Haberleri