Bediüzzaman’ın penceresinden 'İnsan kimdir?'

Dr. Selçuk ESKİÇUBUK

“Onlar ki, boş ve yararsız şeylerden yüz çevirirler.” (Mu’minin Suresi, 3)

“Ne mutlu o adama ki, kendini bilip haddinden tecavüz etmez.” (Hadis)

İnsanoğlu asırlardan beri dünya adını verdiğimiz bu yeryüzünde yaşamaktadır. Çevresinde cansız varlıklar, madenler, taş, toprak, bitkiler ve hayvanlardan meydana gelmiş bir dünya vardır. Onu, cansız varlıklardan, bitkilerden, hayvanlardan ve başka canlılardan ayıran özellikleri nelerdir? Onlara benzeyen ortak özellikleri nelerdir?

O, işe bir yerden başlamalı ama, önce kim olduğunu bilmeli, kendini tanımalı, sonra da evreni okuyabilmeli ve zamanı da iyi kullanabilmelidir. O, kimdir? Dış görünümüyle insan olan her varlık acaba gerçekten mükemmel bir insan mıdır? Onun içinde, yaratılıştan gelen neler vardır ve bunlar ile neler yapılmalıdır? Hakiki insan olmak ne demektir?

Yeryüzünde kendini okuyamamanın ve kendi olamamanın vermiş olduğu azaptan daha büyük azap var mıdır insan için? O, kendini ve evreni nasıl okuyacaktır ki? Ona mutlaka bir yol gösterici gerekir.

İnsan, nispi bir varlıktır. O, yaratan değil, yaratılandır. Yaratan’a bağını yitiren insan, yaratılan her şeye bağlanır. Lüzumsuz işlerle bağlanacak ve uğraşacak kadar zamanı var mıdır onun?

İnsanın asıl işi; soru sormak ve bunun gerçek cevaplarını arayıp bulmaktır. Kendisiyle beraber, tüm benzerlerini ve evreni kuşatan o birlik sırrının keşfetmektir. Aklın verilme gayesi de budur zaten.

*Güya binler sene ömrün var gibi en lüzumsuz malumat ile vakit geçiriyorsun. (SÖZLER, 21.Söz)

*Evet, sırr-ı vahdetle insan, bütün mahlûkat içinde büyük bir kemâl sahibi ve kâinatın en kıymettar meyvesi ve mahlûkatın en nazenini ve en mükemmeli ve zîhayatın en bahtiyarı ve en mes’udu ve Hâlik-ı Âlemin muhatabı ve dostu olabilir  ( ŞUALAR, 2. Şua ).

İnsan yaratılış ağacının ya bir meyvesi ya bir çekirdeğidir, yani o ya olgunlaşmış bir meyve veya ilerde meyve olacak bir tohumdur henüz. O, bedensel varlığıyla evrende küçük ve aciz bir parça iken, hikmetli sanatkârının lütfuyla küçük bir varlık olmaktan kurtarılıp, büyüklük ve önem kazanır. Bedenine verilen hayat sayesinde ve içindeki çok geniş duygularını kullanarak, bu görünen alemi gezer ve o küçük bir parça olmaktan kurtulur. Taşıdığı insanlık özelliği, iman ve İslamiyet sayesinde ise çok daha ötelere yükselir. Kendindeki bilgi ve sevgi ile de aydınlatıcı bir ışık olur çevresine.

*Sen şecere-i hilkatin ya bir semeresi veya bir çekirdeğisin. Cismin itibarıyla küçük, aciz, zayıf bir cüzsün. Lakin Sani-i Hakim lütfuyla, latif san'atıyla seni cüzlükten külliliğe çıkartmıştır.

Evet cismine verilen hayat sayesinde, geniş duygularınla alem-i şehadet üzerinde cevelan etmekle filcümle cüz'iyet kaydından kurtulmuşsun. Ve keza, insaniyet itasıyla bilkuvve "küll" hükmündesin. Ve keza, İmân ve İslamiyet ihsanıyla bilkuvve "külli" olmuşsun. Ve keza, marifet ve muhabbetin in'amıyla muhit bir nur olmuşsun.

Binaenaleyh, dünyaya ve cismani lezaize meyledersen, aciz, zelil bir "cüz'i" olursun. Eğer cihazatını insaniyet-i kübra denilen İslamiyet hesabına sarf edersen, bir "külli" ve bir "küll" olursun. (M.NURİYE, 10.Risale)

Evet insan varlığı itibariyle aslında bir hiç hükmündedir fakat ona yüklenmiş görevler ve dereceler bakımından gördüğümüz şu muhteşem evren sarayının en dikkatli seyircisidir. Varlık dünyasının en güzel konuşan dili, kâinat kitabının en anlayışlı okuyucusudur. Yaratıcılarında hiçbir noksanlık olmadığını varlıklarıyla gösteren mahlûkatı hayretle seyreden bir gözlemcidir. Ve bütün sanatlı varlıklar içinde ise en saygı duyulan bir ustabaşıdır.

Evet insan hem bitkiler hem de hayvanlara benzeyen yönleriyle basit, aciz bir varlık, güçsüz bir hayvandır. Akıp giden şu mevcudat aleminin dalgaları arasında çalkalanır gider. Ama o yaratıcısına olan sevgisinin ışığını taşıyan iman nuruyla ve İslami terbiyeyle mükemmelliği yakalar. Kulluk görevini dosdoğru yerine getirme nedeniyle de yaratıcısı tarafından bir sultan gibi karşılık görür. Küçüklükten çıkar, büyük bir makam kazanır. Her şeyi gözetleyen bir kul olarak evrene bakar ve sonunda şöyle der: “Benim merhametli rabbim dünyayı bana bir ev, güneşi bir ışık, baharı bir deste gül, yaz mevsimini bir nimet sofrası, hayvanları bana hizmetkâr ve bitkileri evimin süslü ve lüzumlu varlıkları yaptı”.

*Çünkü, sen çendan nefsin ve suretin itibarıyla hiç hükmündesin. Fakat vazife ve mertebe noktasında, sen şu haşmetli kâinatın dikkatli bir seyircisi, şu hikmetli mevcudatın belâğatli bir lisan-ı nâtıkı ve şu kitab-ı âlemin anlayışlı bir mütalâacısı ve şu tesbih eden mahlûkatın hayretli bir nâzırı ve şu ibadet eden masnuâtın hürmetli bir ustabaşısı hükmündesin.

Evet, ey insan! Sen, nebatî cismaniyetin cihetiyle ve hayvanî nefsin itibarıyla sağîr bir cüz, hakir bir cüz’î, fakir bir mahlûk, zayıf bir hayvansın ki, bütün dehşetli mevcudat-ı seyyâlenin dalgaları içinde çalkanıp gidiyorsun. Fakat muhabbet-i İlâhiyenin ziyasını tazammuneden imanın nuruyla münevver olan İslâmiyetin terbiyesiyle tekemmüledip, insaniyet cihetinde, abdiyetin içinde bir sultansın; ve cüz’iyetin içinde bir küllîsin; küçüklüğün içinde bir âlemsin; ve hakaretin içinde öyle makamın büyük ve daire-i nezaretin geniş bir nâzırsın ki, diyebilirsin: “Benim Rabb-i Rahîmim dünyayı bana bir hane yaptı. Ay ve güneşi o haneme bir lâmba; ve baharı, bir deste gül; ve yazı, birsofra-i nimet; ve hayvanı bana hizmetkâr yaptı. Ve nebâtâtı o haneminziynetli levazımatı yapmıştır.(SÖZLER, 23.Söz)

 Bedeninin dili vardır ama acaba evrenin de dili var mıdır? Evet, vardır ve ancak insan bunu çözmeyi başarabilir. Çünkü o, akıllı ve şuurlu bir varlıktır. İğne deliğinden Hindistan’ı görmekten daha kolaydır. Çekirdekteki ağacı görebilmektir insan olmak. Evrenin dilini çözmek demek, gördüğü olaylara anlam yüklemek demektir.

Hiçbir şey sebepsiz ve anlamsız değildir ki evrende. Bülbül öter bilmeden neden öttüğünü, güneş ısıtır ve aydınlatır bilmeden yaptıklarını. Gezegenler döner aşka kapılmış Mevlevi gibi. Her varlık kendine yüklenmiş görevleri emre itaat eden asker gibi yerine getirir yalnızca. Ama insan, bunlara anlam yükleyebilecek, onların dilini çözebilecek bir varlıktır. Sağır ve dilsizler de elleriyle, hareketleriyle konuşmuyorlar mı? Evren niçin konuşmasın? Kapama gözlerini, aç kulaklarını sen de duy evrenin sesini! Onları iyi dinle! Hepsi bir ağızdan bağırıyor :”Bizim bir yaratıcımız var”. Sen de O’nu ara, bul! Sıkıntılarından kurtul! diyorlar. Evrene boş gözlerle bakan, Yaratıcı'yı merkeze almayan bir düşünce, neyi halleder ki insan hayatında? Hangi problemini çözer ki  bu insanın?

İnsanın ruhuyla ve duygularıyla ilgili olan, bilginin en derinlemesine ve en doyurucusuna dikey, yani enfüsi bilgi denir. İnsan, düşünce ile bu bilgisini geliştirmelidir. En ince ayrıntıların üzerinde durmak gereklidir, faydalıdır.

Kâinat ile ilgili olan bilgiye ise, yatay yani afaki bilgi denir. Herkes için detay gerekmez, özü yakalamak kâfidir. Evrenin yalnızca sahibini bulmak ona yetecektir. Bu iki bilgi türü, insanı değiştirip dönüştürür. Çünkü yeni bir şeyler öğrenmiştir, artık o eskisi gibi kalamaz.

İşte bu insanlar nitelikli insanlardır, sayıları azdır onların. Niteliksiz çokların yanında sayılmak önemsizdir onlar için. Nitelikli azların yanında olabilmektir marifet. Elmasların, yakutların, pırlantaların yanında olmak tonlarca kömür, bakır sahibi olmaktan daha anlamlıdır.

İnsanı anlatan kişiler kendileri dünyayı nasıl görüyorsa öyle anlatırlar. Kendi kişilik özelliklerini de bu tariflerin içinde görebilirsiniz. Örneğin Freudİnsan, saldırgan ve yıkıcı bir varlıktır” diye tarif eder. Onu inceleyenler Freud’un karamsar bir kişilik bir yapısında olduğunu, esneklik gösteremediğini görürler. Bu tarif insanın gerçekleriyle uymayan bir anlatımdır ve insanları doyurmaz da. Çünkü insanda binlerce duygu vardır, onu yalnızca saldırganlık ile ifade etmek çok eksiktir. Bin maddeli bir kanunun bir tek maddesini sayarak onu anlatmak gibi yetersiz bir anlatımdır.

Socrates(M.Ö 469-399), insanın kendini sorgulaması gerektiğini düşünmüş ve “Kendini bil” diyerek insanlık için kısa ve veciz bir söz söylemiştir.

Kur’an ise şöyle diyor: ”Oku, Yaratan Rabbinin adıyla oku!”(Alak , 1)

Burada bahsedilen insan, herhalde yalnız okuma yazma ve ilim öğrenen insan değildir. Evrendeki ve insanın kendindeki İlahi mesajları okuyabilen insandır. Böyle bir insan nasıl olunur? Yaratılış gerçeğiyle yüzleşerek, öncelikle kendi kendine oluyor, tabiat yapıyor safsatalarından sıyrılarak olur.

 Kâinat kitabının kelimelerini ve insanın kendini okumasıdır yalnız ondan istenen. İnsanlar ilimle uğraşmalı fakat hangi ilimle uğraşırlarsa faydalı olur? İnsan ömrü kısadır, en önemli meselelerle ilgilenmeli, vaktini kıymetsiz şeylerle boşa geçirmemelidir. Teferruatlarla ilgilenmek her insanın işi değildir. İnsan beynini lüzumsuz bilgilerle doldurmamalı, ihtiyaç olduğunda ona nasıl ulaşacağını bilmelidir.

*meşâgıl-i dünyeviye dediğin, çoğu sana ait olmayan ve fuzulî bir surette karıştığın ve karıştırdığın mâlâyâni meşgalelerdir. En elzemini bırakıp, güya binler sene ömrün var gibi, en lüzumsuz malûmatla vakit geçiriyorsun. Meselâ “Zuhal’in etrafındaki halkaların keyfiyeti nasıldır?” ve “Amerika tavukları ne kadardır?” gibi kıymetsiz şeylerle, kıymettar vaktini geçiriyorsun. Güya kozmoğrafya ilminden ve istatistikçi fenninden bir kemâl alıyorsun.(SÖZLER,21. Söz)

Ben kimim, nereden gelip nereye gidiyorum, bu dünyaya niçin gönderildim, bu evrenin sahibi kimdir?” … gibi soruları sormak ve evrensel mesajları okumaktır onun asıl görevi. O’nu bulmak için de çok uzaklara gitmeye lüzum yoktur, kendine bakıp incelemesi, yeter. Sineğin ihtiyaçlarını gideren bir yaratıcı seninde hal diliyle söylediklerini işitir, seni görür ve şefkatle, merhametiyle sana cevap verir.

Ey küçük küçük hücrelerden yapılmış “ben” dediğin hücreler kümesi! Senin bu kulübeciğin küçüktür ama harika icatlarla doludur. Sen o kulübecikte rabbinin, yaratıcının, her şeye kendine uygun şekil veren, her şeyin ve her mülkün sahibi olan, her zaman hamd edilmeye layık olan Allah’ın, bu dünyadaki bir misafirisin. Bunu böyle bil ve her şeyi kendine maletmek ve her şeyi sahiplenmekten vazgeç!

*Kâinatın uzak çöllerine gidip Sâniin ispatına deliller toplamaya ihtiyaç yoktur. Bir kulübecik hükmünde bulunan içerisinde oturduğun cisim kafesine bak: Senin o kulübenin duvarlarına asılan icad silsilelerinden, hilkatin mu’cizelerinden ve harika san’atlarından, kulübeden harice uzatılan ihtiyaç ellerinden ve pencerelerinden yükselen “Ah!”, “Oh!” ve enînler lisan-ı haliyle istenilen yardımlarından anlaşılır ki, o kulübeyi müştemilâtıyla beraber yaratan Hâlıkın, o ah u enînleri işitir, şefkat ve merhamete gelir, hâcât ve âmâlin ne varsa taht-ı taahhüde alır. Zîra, sineğin kafasındaki o küçük küçük hüceyratın nidalarına “Lebbeyk!” söyleyen o Sâni-i Semî ve Basîrin, senin dualarını işitmemesi ve o dualara müsbet cevaplar vermemesi imkân ve ihtimali var mıdır?

Binaenaleyh, ey bu küçük hüceyrelerden mürekkep ve ene ile tâbir edilen hüceyre-i kübrâ! O kulübeciğin küçüklüğüyle beraber, dolu olduğu harika icadlarını gör, îmana gel! Ve “Yâ İlâhî! Yâ Rabbî! Yâ Hâlıkî! Yâ Musavvirî! Yâ Mâlikî ve yâ Men Lehü’l-Mülkü ve’l-Hamd! Senin mülkün ve emanetin ve vedîan olan şu kulübecikte misafirim, mâlik değilim” de; o bâtıl temellük dâvâsından vazgeç. Çünkü o temellük dâvâsı, insanı pek elîm elemlere mâruz bırakır. (MESNEVİ-İ NURİYE, Katre)

İnsan, önce kendine bakmalı, kendinde görülen muhteşem sanat eserlerini görmeli, içsel dünyasını okuyacak gözlüğünü iyice takmalıdır. Yoksa bir hayvan kadar, cansız bir varlık kadar değeri olur.

O, aslında Yaratıcı için çok değerlidir. Kendisi de değerini bilmeli, sonra yakın çevresine ve evrene bakmalı, onları incelemeli ve onların dilini öğrenmelidir. Evrendeki güzellikleri görebilmelidir. Onların ’’ Bizim sahibimiz var, biz başıboş değiliz, Vahid ve Ehad olan O’na aitiz’’ sözlerini okuyabilmelidir.

*Evet, şu perişan dünyada, âvâre nev-i beşer içinde, semeresiz bir hayatta, sahipsiz, hâmisiz bir surette, âciz, miskin bir insan, bütün dünyanın sultanı da olsa kaç para eder?

İşte bu âvâre nev-i beşer içinde, bu perişan, fâni dünyada, insan sahibini tanımazsa, mâlikini bulmazsa, ne kadar biçare sergerdan olduğunu herkes anlar. Eğer sahibini bulsa, mâlikini tanısa, o vakit rahmetine iltica eder, kudretine istinad eder. O vahşetgâh dünya, bir tenezzühgâha döner ve bir ticaretgâh olur. (MEKTUBAT, 20. Mektup)

*insanın en evvel ve en büyük vazifesi, tesbih ve tahmiddir. Evvela mazi, hal ve istikbal zamanlarında görmüş veya görecek nimetler lisanıyla, sonra nefsinde veya haricinde görmekte olduğu in'amlar lisanıyla, sonra mahlükatın yapmakta oldukları tesbihatı şehadet ve müşahede lisanıyla Sanii hamd ü sena etmektir. (MESNEVİ-İ NURİYE, 10.Risale)                              

Yorum Yap
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
Yorumlar (1)
Yükleniyor ...
Yükleme hatalı.