Bediüzzaman’dan demokrasi dersleri

Mikail YAPRAK

Demokrasi adına işlenen yanlışlardan, hatalardan kurtulmak; ancak o yanlış uygulamaların demokratik ortamlarda tartışılarak, demokrasinin doğru bir zemine oturtulmasıyla mümkündür. Yoksa gücü eline geçirenin, demokrasi var diye gücünü keyfince kullanmasını nasıl durdurabiliriz?

Avusturya’da Müslümanların demokrasi anlayışı iyiden iyiye merak konusu oldu. Aylardır tartışılıyor, anketler yapılıyor ve medyanın malzemesi oluyor. Avusturya okullarının İslâm öğretmenleri hedef tahtası yapılıyor. Bu öğretmenleri vazifelendiren resmî makam ile hükûmet karşı karşıya getiriliyor. Devlet ve anayasa bile devreye sokuluyor. Öğretmenlerin yeniden imtihana tâbi tutulacaklarından, kazanamayanların iş sözleşmelerinin feshedileceğinden söz ediliyor. Bu arada, İslâm dersi öğretmenlerine toplantılar yaptırılarak, onların demokrasiye bağlılıkları kamuoyuna deklare ettiriliyor. Düşüncelerine ve gerçekten demokrasiyi kavrayıp kavramadıklarına bakılmadan, sözde beyanlarına itibar ediliyor. Halbuki onların yüzde 22 si, gizli anketlerde, demokrasinin İslâmiyetle bağdaşmadığını işaretlemişlerdi. Açıktan yüzleşme ortamında ise yüzde yüzüne, "Bizim demokrasiyle problemimiz yoktur" dedirtiliyor. Yani "demokrasi" adına antidemokratik uygulamalar yapılıyor.

Bundan da anlaşılıyor ki, demokratik ve laik devletler bile, demokratlığı kavramada, Bediüzzaman gibi bir İslâm âliminin tariflerine çok muhtaçtırlar. Gerçi biz risale okurları bile, Hazret-i Üstâdın bu husustaki beyanlarını ve duruşunu, meslek ve meşrebini acaba tam kavrayabilmiş miyiz ki, elin ecnebisinden bu anlayışı bekleyelim. Öyleyse Avusturya’yı bırakalım, kendimize bir bakalım.

***

Her şeyde olduğu gibi demokrasi bahsinde de asıl olan özdür, mânâdır, isim değil, müsemmadır. Hele hele Bediüzzaman’ın ve bize emaneti olan külliyatın rehberliğinde yol alanlar demokrasiye de böyle bakarlar. Farklı bakanlara ise sormak lâzım: Acaba farkında olmadan "siyasal İslâmcı" söylemlerin moduna girerek, "hâkimiyet-i millet" tabirine mi itiraz ediyorlar? Ve bu itirazlarına da, bazı âyet-i kerimelerin sadece meallerine bakarak, kendilerince delil mi getirmek istiyorlar?

Halbuki bu zamanda, sadece âyetin mealine bakarak kafadan yorum yapmak, baltayla saat tamir etmeye benzer. Bu zamanda selâmet-i ruh ve istikamet-i fikir isteyenler, Ahirzaman Müceddidinin tefsirlerine kulaklarını ve kalplerini iyi açmalıdırlar ve itimad etmelidirler. Kendi akıllarıyla tartamasalar bile..

Ezel ve Ebed Sultanı, Hâkim-i Kadîr-i Zülcelâl’n kudret ve hâkimiyeti; tamamen yerel, arzî ve beşerî seviyedeki hâkimiyetleri düşünmeye ve telâffuza mâni değildir. O takdirde, "sultan, hâkim, padişah ve hükümdar" gibi ünvanlara da itiraz edilmeliydi. Yani bir şahsa, bir zümreye, bir hanedanlığa hakimiyet yüklemeye evet, ama millete yüklemeye hayır mı?

Hem faraza yerdeki bütün sultanlar, hakimler, krallar ve hükümdarlar, Allah’ın emirlerini unutsalar, keyiflerince yönetseler, acaba Allah’ın saltanatına—hâşâ— zerre kadar halel gelir mi? Nerede şimdi Firavunlar, Nemrud’lar, Şeddat’lar, Deccal’ler ve dünyada keyiflerince saltanat sürenler? Kadîr-i Zülcelâl Hazretleri kudret-i ezeliyesiyle onları perçemlerinden tutarak lâyık oldukları yerlere atmamış mıdır?

Halbuki Hazret-i Üstad bu "hâkimiyet-i millet" tabirini birçok defa kullanmıştır. Meşrutiyetin "hâkimiyet-i millet" demek olduğunu her vesileyle ifade etmiştir.

"Evet, meşrûtiyet hâkimiyet-i millettir; siz dahi hâkim oldunuz. Umum akvâmın sebeb-i saadetidir; siz de saadete gideceksiniz. Bütün eşvâk ve hissiyât-ı âliyeyi uyandırır. Uyku bes! Siz de uyanınız. İnsanı hayvanlıktan kurtarır; siz de tam insan olunuz. İslâmiyetin bahtını, Asya’nın tâliini açacaktır. Size müjde. Bizim devleti ömr-ü ebedîye mazhar eder."(Münazarat, 24)

Eğer milletin kalbine, ruhuna, kafasına, dimağına, vicdanına ve her ferdinin nefsine ve ameline hâkim olan Allah‘ın emirleri ise ve iktidara da demokratik yolla taşınan böyle bir milletin "efkâr-ı âmme"si ise, o zaman netice itibariyle hâkimiyet kimin olur? Hazret-i Peygamberimiz de, iman hâkimiyetini, din hâkimiyetini, kalp ve vicdan hâkimiyetini, tabandan tavana, milletten devlete taşımadı mı?

Bugün zerratı günahkârlardan ibaret olan hükümetlerle yönetilen devletlerin başına "İslâmî" ifadesini koyduğunuz zaman, o devletin işlediği cinayetler, zulümler, dünya kamuoyunda İslâma mal edilmez mi? Onun için Bediüzzaman, "Milletin hastalığı zaaf-i diyanettir" diyerek teşhisi koymuş, imana ve Kur’ân’a hizmeti esas vazife bilmiştir. Devlete yürümeyi hedefine koymamıştır. Talebelerinin hizmetlerinde de böyle bir hedef yoktur.

"Elhasıl: İnkılâb-ı siyasî cihetiyle dininden havf eden adamın dinde hissesi, beytü’l-ankebut (örümcek ağı) gibi zayıf düşmüş cehalettir, onu korkutur; taklittir, onu telâşa düşürttürür. Zira itimad-ı nefsin fıkdanı ve aczin vücudu cihetiyle, saadetini yalnız hükümetin cebinden zannettiğinden; kalbini, aklını da hükümetin kesesinden tahayyül eder, korkar." (Münazarat,s.47)
 
Yeni Asya

İlk yorum yazan siz olun
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.