Bediüzzaman Said Nursi ve Enstitüsü

Özlem ALBAYRAK

28 Şubat soruşturmaları gibi, Suriye meselesi gibi mühim gelişmeler içinde, az sonra anlatmaya başlayacağım konu sizi enterese eder mi, emin değilim.

Ancak ben yine de önemsiyor, altını çiziyor ve sizleri enterese etmesini istiyorum. Çünkü hepimiz; siz okurlar ve biz kalemler; Ankara ile İstanbul'un gündemlerine fikslenmişken, aslında Ankara ile İstanbul gündemlerinden başka her şey bilmezken; bilmediğimize de ilgi göstermezken; Türkiye'nin bir yerlerinde, bazı şeyler için, sırf çaba olması bile anlamlı olan bazı çabalar sarfediliyor.

Sözgelimi Güneydoğu'nun bir şehrinde, bir üniversite, kendi durduğu yerden ve kendi çapında, Türkiye'nin en büyük meselesine nasıl bakmamız gerektiğine dair bir yol haritası sunuyor. Olaylar, Türkiye'nin küçük bir şehrinde gelişiyor; görece küçük, hatta sembolik bir katkı gibi gözüküyor; ama niyetin geniş iyiliği, coğrafyayı büyütüyor.

Mesele şu: Belki diğer yayın organlarında da vardı ancak ben haberi ilkin Taraf Gazetesi'nde gördüm; Mardin Artuklu Üniversitesi'nde, şimdi de Said Nursi Enstitüsü kuruluyor. Benim Mardin'de olan bitenlere olan alakam ise, sadece bu güzel şehri çeşitli vesilelerle defaatle ziyaret etmemden ve şehrin ileri gelenlerinin bazılarının gayretlerini az çok yerinde görmüş olmamdan kaynaklanmıyor.

Mardin'e olan ilgim, vakt-i zamanında, Türkiye'nin ilk Kürdoloji Enstitüsü'nün Mardin Artuklu Üniversitesi bünyesinde açılması, ancak YÖK'ün "Kürdoloji Enstitüsü" ibaresini, açılımın en janjanlı döneminde bile "sakıncalı" bulması ve Enstitüye "Yaşayan Diller" adını alması koşuluyla onay vermesinden bu yana, sürüyor.

Aynı üniversitede, şimdi de Said Nursi adıyla bir enstitünün açılacak olması fikri tam da bu yüzden ve "politik" isim seçimi nedeniyle bana önemli gözüktü. Evet, Said Nursi adıyla kurulacak bir Enstitü fikri, 30 yıldır kanla, ölümle, silahlı mücadeleyle görünür olmuş bir meselenin halli için oldukça sembolik bir duruşu imler; ancak her sembol gibi gözüktüğünden daha derin işlevleri vardır.

Bu yazıyı okuyanlar arasında, "Devir AK Parti devri... Artuklu Üniversitesi'nin, Said Nursi Enstitüsü kurmasının haber değeri nedir ki?" şeklinde tepkiler verenler olabilir. Öncelikli şunu bilelim; toplumun çeşitli katmanlarında muhafazakarlığın giderek daha fazla görünür olmasıyla Kemalist refleksler kendini gizlemek zorunda kalmış olabilir ama akademi çevrelerinde rejimin sinir uçları hala her dokunulduğunda "zıplama" şeklinde tepki veriyor... Nitekim, sosyoloji alanında kimsenin eline su dökemeyeceği aşikar olan Şerif Mardin'in, sırf bilimsel bir merakla Said Nursi fikriyatının peşine düştüğü ve O'nun ilkelerine hiçbir yakınlık duymadığı halde sırf çalışma alanı olarak Said Nursi'yi seçtiği için yıllarca Türkiye Bilimler Akademisi'ne (TÜBA) alınmadığı da göz önüne alındığında ne demek istediğim anlaşılacaktır, sanırım.

Ama zaten gelecek baskılara göğüs germe noktası da değil benim sözünü etmek istediğim. Kanaatimce bu meselenin mühim olan noktası, Bediüzzaman Said Nursi adıyla kurulacak bir bilim merkezinin, bir Enstitü'nün Türkiye için bir imkan olmasıdır. Bu ve benzeri çabaların artmasının, ortak toplumsal algıları tetikleyebileceği gerçeğidir. Hele de Kürt meselesini silahın değil; tüm etnik grupların eşit kabul edildiği düşüncesinin bir gerçekliğe dönüştürülmesinin çözeceği, nihayet kabul edilmişken...

Sözkonusu isim tercihini sorduğum Mardin Artuklu Üniversitesi Rektörü Serdar Bedii Omay, Said Nursi Enstitüsü fikrinin, Mezopotamya'nın bir kültür havzasına dönüştürme amacından neşet ettiğini söylüyor. Rektör Omay, Bediüzzaman'ın anahtar bir şahsiyet olduğunu ve Ortadoğu'nun bütün ırmaklarının, bütün dillerinin, bütün yaşam biçimlerinin Bediüzzaman Said Nursi'nin şahsındaki okyanusta birleştiğini ifade ediyor. Rektör, YÖK'e müracaat edilip onay alındıktan sonra 2013 yılından itibaren, Said Nursi Enstitüsü'nde interdisipliner bir bakış açısıyla çalışmalar yürütmek istediklerini de ekliyor. Bediüzzaman, Medresetü-z Zehra'yı hayal ederken böylesi bir bilim yuvasından mı bahsediyordu bilemiyorum. Bildiğim; bu okyanusun, Türklerin ve Kürtlerin yani hepimizin içini ferahlatacağı... Hayırlı olsun diyelim...

MESLEKİ DAYANIŞMA / SAMİMİYET / İYİ NİYET / ADALET FİLAN... *

Suriye'deki katliamları dünyaya duyurmaya çalışan meslektaşlarımız Adem Özköse ve Hamit Coşkun'un kaybolmasının üzerinden neredeyse iki hafta geçti.

Sözkonusu olan mesleki dayanışma ise, sözkonusu olan gazeteciliğin kutsallığı ise, Ahmet Şık ve Nedim Şener için ortalığı ayağa kaldıran meslektaşlarımızdan, Suriye Baas'ının elinde olduğu sanılan ve akıbetlerinin ne olduğu bilinmeyen bu iki gazeteci arkadaşımız için de bir ses gelmesi gerekirdi değil mi? Gelmedi efendim.

Ergenekon soruşturması nedeniyle tutuklu bulunan ve hayati tehlikesi olmayanlar için yeri göğü inletenlerden "tık" yok.

Özköse ve Coşkun, Gerçek Hayat çalışanları olduğu için mi bu arkadaşların duyarlılığına mazhar olamadılar; yoksa tutukluluk hayati tehlike içinde bulunmaktan daha ağır bir durum da bizim mi haberimiz yok, bilemedik. Sadece ama sadece gazetecilik yapmak moda değil mi bugünlerde, anlayamadık. Birilerinin desteğini görebilmek için, ille de Ergenekonculukla mı suçlanmak gerekiyordu, çözemedik.

Ve gazetecilik diye diye ikiyüzlülük yapanları, çifte standartlarını mesleki dayanışma diye yutturmaya çalışanları bir kez daha gördük. Siz de görün istedik.

(*): Yazının bu bölümü, 23 Mart 2012 tarihinde Yeni Şafak'ta, bu sütunlarda yayınlandı. Ancak gazeteciler Adem Özköse ve Hamit Coşkun'dan hala bir haber yok. Tekrar etmeyi, kayıt düşmeyi görev addettim.

Yeni Şafak

Yorum Yap
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
Yorumlar (1)
Yükleniyor ...
Yükleme hatalı.