Bediüzzaman musikisi

Himmet UÇ

Bediüzzaman hakikatı hep iki kişi arasındaki dialogları paylaştırarak anlatır. Bu ikili mukayeseli anlatım onun birçok eserinin teknik yapısıdır. Özellikle Küçük Sözler’de bu ikili tahkiye ağırlıklıdır.

İkinci Söz‘e bakalım:

İki adamdan biri hodbin biri hüdabin, yani nefsi adına bakan diğeri de Allah adına bakan, bin bakan bakmak demek. Mesela dürbin uzağı gösteren demek. Hod kendi yani kendi adına bakan. Hüdabin ise Allah’ın kainata ve olaylara, Allah’ın bak dediği şekilde bakan adamdır. Bunlardan ideal olan adamı nazara verir.

“Diğeri hudâbîn, hudâperest ve hakendiş, güzel ahlâklı idi ki…”

Allah eşyaya ve olaylara insanların bakması lazım geliyorsa öyle bakar. Sonra Allah’ı sever o sevgi ile yaşar, menfaatlerin pençesine düşmemiştir, daima hakkın sonucunu merak eder, ondan endişe eder.

“Nazarında pek güzel bir memlekete düştü. İşte bu iyi adam, girdiği memlekette bir umumi şenlik görüyor. Her tarafta bir sürûr, bir şehrâyin, bir cezbe ve neşe içinde zikirhâneler. Herkes ona dost ve akrabâ görünür. Bütün memlekette yaşasınlar ve teşekkürler ile bir terhisât-ı umumiye şenliği görüyor. Hem tekbir ve tehlîl ile mesrurâne ahz-ı asker için bir davul, bir musiki sesi işitiyor. Evvelki bedbahtın hem kendi, hem umum halkın elemi ile müteellim olmasına bedel; şu bahtiyar hem kendi, hem umum halkın sürûru ile mesrur ve müferrah olur, hem güzelce bir ticaret eline geçer. Allah’a şükreder. Sonra döner, öteki adama rast gelir, halini anlar. Ona der…”

Burada hep müsiki menşeli kelimeleri kullanır Bediüzzaman. Şenlik, tekbir, tehlil, davul, musiki, sürur, şehrayin, cezbe ve neşe. Bunlar güzel ahlaklı olmanın tezahürleridir.

Aşağıdaki metinde yine musiki benzeri ve ondan doğmuş kelimeler kullanır. Zemzeme, demdeme, hevheve. Bu musiki kelimeleri oradaki insana yaratılışın intizamını, hikmetin herşeyin bir gayesi olduğunun nakşını ve sırlar hazinesini görür. Hayvanların, nebatların, ağaçların birliktelikten doğan seslerini hikmetin nakışları, yaratılışın düzenini ve sırları görür. Yaprakların hareketini hevheve olarak niteler o da bir musikidir. Havanın hareketi hemhemedir.

“Akıl ise, şu zemzeme-i hayvan ve eşcardan ve demdeme-i nebât ve havadan gayet mânidar bir intizam-ı hilkat, bir nakş-ı hikmet, bir hazîne-i esrar buluyor; herşey çok cihetlerle Sâni-i Zülcelâli tesbih ettiğini anlıyor. Hevâ-i nefs ise, şu hemheme-i hava ve hevheve-i yapraktan öyle bir lezzet alıyor ki, bütün ezvâk-ı mecâzîyi ona unutturup, o hevâ-i nefsin hayatı olan zevk-i mecâzîyi terk etmekle, bu zevk-i hakikatte ölmek istiyor.”

Bir daha ileri bakışta ağaçların hareketini onların tesbihlerini idare eden meleklerin hareketini ney, Mevlana’nın semandaki ney seslerine benzetir. Ağaç bir mevlevi olarak tasvir edilmiştir. Safi bir musikidirler, Allah’a hamd ve teşekkürdürler, şikayet değildirler. Sayısız Mevlevilerden oluşan bir Mevlevi dansıdır ağaçların hareketi. Hem resim hem de musiki gözüyle bakıyor Bediüzzaman.

“Hayal ise, görüyor; güyâ şu ağaçların müekkel melâikeleri ağaçların müekkel melâikeler içlerine girip, herbir dalında çok neyler takılan ağaçları cesed olarak giymişler, güyâ Sultan-ı Sermedî, binler ney sadâsıyla muhteşem bir resm-i küşâdda, onlara onları giydirmiş ki, o ağaçlar câmid, şuursuz cisim gibi değil, belki gayet şuurkârâne mânidar vaziyetleri gösteriyorlar.

İşte o neyler, semâvî, ulvî bir mûsıkîden geliyor gibi sâfî ve müessirdirler. Fikir o neylerden, başta Mevlânâ Celâleddin-i Rumî olarak bütün âşıkların işittikleri elemkârâne teşekkiyât-ı firâkı işitmiyor. Belki, Zât-ı Hayy-ı Kayyûma karşı takdim edilen teşekkürât-ı Rahmâniyeyi ve tahmîdât-ı Rabbâniyeyi işitiyor.

Mâdem ağaçlar, birer cesed oldu; bütün yapraklar dahi diller oldu. Demek her biri, binler dilleri ile, havanın dokunmasıyla "Hû, Hû" zikrini tekrar ediyorlar. Hayatlarının tahiyyâtıyla Sâniinin Hayy-ı Kayyûm olduğunu ilân ediyorlar.“

Kainattaki musiki alayının bir şubesini de kuşların hareketleri meydana getirir.

Bedüzzaman dağların da hareketlerini bir nevi ilahi musiki olarak tavsif eder. Alemde boş gayesiz bir şey yoktur. Aks-i seda ile kendi hususi lisanları ile tesbihat yaparlar.

Başka bir dünyada yaşamış Bediüzzaman. Bize dünyasının kapılarını açar ve konuşur.

”Mâdem insanın bir kumandanı, dağları sekenelerinin lisâniyle mecâzî olarak konuşturur; elbette, Cenâb-ı Hakkın haşmetli bir kumandanı, hakiki olarak konuşturur, tesbihât yaptırır. Bununla beraber, her cebelin bir şahs-ı mânevîsi bulunduğunu ve ona münâsip birer tesbih ve birer ibâdeti olduğunu, eski Sözler’de beyân etmişiz. Demek, her dağ, insanların lisâniyle, aks-i sadâ sırrıyla tesbihât yaptıkları gibi, kendi elsine-i mahsusalarıyla dahi Hàlık-ı Zülcelâle tesbihâtları vardır.“

Davut ve Süleyman Aleyhisselam da kuşlarla alakadardırlar. Kuşlar da onun etrafında toplanırdı. (Sâd Suresi: 19) Bize kuşların dili öğretildi. (Neml Sûresi: 16)

Bediüzzaman bir ilim adamı gibi insanlara kuşların dilini öğrenmenin, neye yaradıklarını bilmenin büyük faydaları olacağını anlatır.

cümleleriyle, Hazret-i Dâvud ve Süleyman Aleyhimesselâma kuşlar envâının lisânlarını, hem istidadlarının dillerini, yani hangi işe yaradıklarını onlara Cenâb-ı Hakkın ihsan ettiğini şu cümleler gösteriyorlar.

Evet, mâdem hakikattir, mâdem rûy-i zemin, bir sofra-i Rahmân’dır, insanın şerefine kurulmuştur; öyle ise, o sofradan istifade eden sâir hayvanât ve tuyûrun çoğu insana musahhar ve hizmetkâr olabilir. Nasıl ki, en küçüklerinden bal arısı ve ipek böceğini istihdam edip ilham-ı İlâhî ile azîm bir istifade yolunu açarak ve güvercinleri bâzı işlerde istihdam ederek ve papağan misillü kuşları konuşturarak, medeniyet-i beşeriyenin mehâsinine güzel şeyleri ilâve etmiştir; öyle de, başka kuş ve hayvanların istidad dili bilinirse, çok tâifeleri var ki, karındaşları hayvanât-ı ehliye gibi, birer mühim işte istihdam edilebilirler. Meselâ, çekirge âfetinin istilâsına karşı, çekirgeyi yemeden mahveden sığırcık kuşlarının dili bilinse ve harekâtı tanzim edilse, ne kadar faydalı bir hizmette, ücretsiz olarak istihdam edilebilir. İşte kuşlardan şu nevi istifade ve teshîri ve telefon ve fonoğraf gibi câmidâtı konuşturmak ve tuyûrdan istifade etmek; en müntehâ hududunu şu âyet çiziyor, en uzak hedefini tâyin ediyor, en haşmetli sûretine parmakla işaret ediyor ve bir nevi teşvik eder.

İşte, Cenâb-ı Hak şu âyetlerin lisân-ı remziyle mânen diyor ki: "Ey insanlar! Bana tam abd olan bir hemcinsinize, onun nübüvvetinin ismetine ve saltanatının tam adâletine medâr olmak için, mülkümdeki muazzam mahlûkatı ona musahhar edip konuşturuyorum ve cünûdumdan ve hayvanâtımdan çoğunu ona hizmetkâr veriyorum. Öyle ise, herbirinize de mâdem gök ve yer ve dağlar, hamlinden çekindiği bir emânet-i kübrâyı tevdî etmişim, halîfe-i zemin olmak istidadını vermişim; şu mahlûkatın da dizginleri kimin elinde ise, ona râm olmanız lâzımdır. Tâ Onun mülkündeki mahlûklar da size râm olabilsin; ve onların dizginleri elinde olan Zâtın nâmına elde edebilseniz ve istidadlarınıza lâyık makama çıksanız.

"Mâdem hakikat böyledir. Mânâsız bir eğlence hükmünde olan fonoğraf işlettirmek, güvercinlerle oynamak, mektup postacılığı yapmak, papağanları konuşturmaya bedel, en hoş, en yüksek, en ulvî bir eğlence-i mâsumâneye çalış ki, dağlar sana Dâvudvârî birer muazzam fonoğraf olabilsin ve hava-i nesîminin dokunmasıyla eşcar ve nebâtâttan birer tel-i mûsıkî gibi nağamât-ı zikriye kulağına gelsin ve dağ, binler dilleriyle tesbihât yapan bir acâibü’l-mahlûkat mahiyetini göstersin “Ağaç ve bitkileri musiki koroları gibi görmüş ve dinlemiş.”

Bediüzzaman koca kainatı bir musiki gibi görür, canlıların başını bir musiki-i ilahi, bir fonograf olarak gösterir, çünkü her canlı kendi notalarını ile kendi şarkısını söyler. Camid ve ruhsuz beşer, hayatı nasıl uhrevi ve maverai şekilde yorumlar.

Hem meselâ, mâhir bir san’atperver, maharetini göstermeyi sever bir usta, güzel, plâksız konuşan fonoğraf gibi bir san’atı icad ettikten sonra, onu kurup tecrübe ediyor; gösteriyor. O san’atkârın düşündüğü ve istediği neticeleri en mükemmel bir tarzda gösterse, onun mûcidi ne kadar iftihar eder, ne kadar memnun olur, ne derece hoşuna gider; kendi kendine "Bârekâllah" der.

İşte, küçücük bir insan, icadsız, sırf sûrî bir san’atçığı ile, bir fonoğrafın güzel işlemesiyle böyle memnun olsa; acaba bir Sâni-i Zülcelâl, koca kâinatı bir mûsıkî, bir fonoğraf hükmünde icad ettiği gibi, zemini ve zemin içindeki bütün zîhayatı ve bilhassa zîhayat içinde insanın başını öyle bir fonoğraf-ı Rabbânî ve bir mûsıkà-i İlâhî tarzında yapmış ki; hikmet-i beşer, o san’at karşısında hayretinden parmağını ısırıyor. İşte bütün o masnuât, bütün onlardan matlûb neticeleri nihayet derecede ve gayet güzel bir sûrette gösterdiklerinden ve ibâdât-ı mahsusa ve tesbihât-ı hususiye ve tahiyyât-ı muayyene ile tâbir edilen evâmir-i tekviniyeye karşı onların itaatleri ve onlardan matlûb olan makàsıd-ı Rabbâniyenin husûlünden hâsıl olan ve iftihar ve memnuniyet ve ferahla, tâbir edemediğimiz maânî-i mukaddese ve şuûn-u münezzeh, o derece âlî ve mukaddestir ki; bütün ukùl-ü beşer ittihad edip bir akıl olsa, yine onların künhüne yetişemez ve ihâta edemez.”

Bunlar Bediüzzaman’ın kainat musikisini dinlediğini gösterir.

Kulağın küfür nedeni ile evrenin ilahi musikisini duymadığını ve büyük bir kayıp ile yüz yüze geldiklerini anlatır. Kainat ilahi bir musiki dairesidir. Beşer kendi icadları ile bu musikiyi susturmuştur. Bediüzzaman’ın dağları, kırları mekan seçmesi hep bu ilahi terannümat ve musiki ile birlikte yaşamasındandır. “Bu dağları yıldız sarayına tercih ederim” demesi bu yüzdendir. Beş duyusu bunlara göre akord edilmiştir. Büyük filozoflar, veliler, ilim adamları hep tabiatın bağrını anne olarak görmüşlerdir, onun kucağında mutlu olmuşlardır.

”Ve keza  kelimesiyle, küfür sebebiyle kulağa ait pek büyük bir nimeti kaybettiklerine işaret edilmiştir. Hatta kulaktaki zar, nur-u iman ile ışıklandığı zaman, kainattan gelen manevi nidaları işitir. Lisan-ı hal ile yapılan zikirleri, tesbihatları fehmeder. Hatta o nur-u iman sayesinde rüzgarların terennümatını, bulutların naralarını, denizlerin dalgalarının nağamatını ve hakeza yağmur, kuş ve saire gibi her neviden Rabbani kelamları ve ulvi tesbihatı işitir. Sanki kainat, İlahi bir musiki dairesidir. Türlü türlü avazlarla, çeşit çeşit terennümatla kalblere hüzünleri ve Rabbani aşkları intiba ettirmekle kalbleri, ruhları, (harekete getirir.)

Kainat ve dünya ilahi bir musiki orotaryosudur. Her varlığın sesi bir nota gibidir. Necip Fazıl’ın Senfoni isimli eseri de bu büyük musiki terennümatıdır.

"Sizi bize gönderen o Zat-ı Zülcelal, ellerinde tutmuştur bunların dizginlerini; iman gözü okuyor yüzlerinde ayet-i rahmet, herbiri birer avaz." Ey mümin-i kalb-i hüşyar! Şimdi gözlerimiz bir parça dinlensinler. Onlann bedelıne, hassas kulağımızı imanın mübarek eline teslim ederiz, dünyaya göndeririz. Dinlesin leziz bir saz.

Evvelki yolumuzda bir matem-i umami, hem vaveyla-i mevti zannolunan o sesler, şimdi yolumuzda birer nevaz ü namaz, birer avaz ü niyaz, birer tesbihe ağaz.

Dinle! Havadaki demdeme, kuşlardaki civcive, yağmurdaki zemzeme, denizdeki gamgama, radlardaki rakraka, taşlardaki tıktıka birer manidar nevaz;

Terennümat-ı hava, naarat-ı radıye, nağamat-ı emvac, birer zikr-i azamet; yağmurun hezecatı, kuşların seceatı, birer tesbih-i rahmet, hakikate bir mecaz.

Eşyada olan asvat, birer savt-ı vücuddur; "Ben de varım" derler. O kainat-ı sakit, birden söze başlıyor: "Bizi camid zannetme, ey insan-ı boşboğaz!"

Tuyurlan söylettirir, ya bir lezzet-i nimet, ya bir nüzul-ü rahmet. Ayn ayn seslerle, küçük ağazlanyla rahmeti alkışlarlar; nimet üstünde iner, şükür ile eder pervaz.

Remzen onlar derler: "Ey kainat, kardeşler! Ne güzeldir halimiz, şetlcatle perverdeyiz. Halimizden memnunuz." Sivri dimdikleriyle fezaya saçıyorlar birer avaz-ı pürnaz.

Güya bütün kainat ulvi bir musıkidir, iman nunı işitir ezkar ve tesbihleri. Zira hikmet reddeder tesadüf vücudunu, nizam ise tard eder ittifak-ı evhamsaz.

Ey yoldaş! Şimdi şu alem-i misaliden çıkanz, hayali vehimden ineriz, akıl meydanında dururuz, mizana çekeriz, ederiz yollan berendaz.

Evvelki elim yolumuz, mağdub ve dallin yolu. O yol verir vicdana, ta en derin yerine, hem bir hiss-i elimi, hem bir şedid elemi. Şuur onu gösterir; şuura zıt olmuşuz.

Hem kurtulmak için de muztar ve hem muhtacız. Ya o teskin edilsin, ya ihsas da olmasın; yoksa dayanamayız, feryad ü fizar dinlenmez.

Hüda ise şifadır; heva, iptal-i histir. Bu da teselli ister; bu da tegafül ister; bu da meşgale ister; bu da eğlence ister. Hevesat-ı sihirbaz,

Ta vicdanı aldatsın, ruhu tenvim edilsin, ta elem hissolmasın. Yoksa o elem-i elim, vicdanı ihrak eder; fizara dayanılmaz, elem-i yeis çekilmez.

Demek sırat-ı müstakimden ne kadar uzak düşse, o derece nisbeten şu halet tesir eder; vicdanı bağırttırır. Her lezzetin içinde elemi var, birer iz.”

Bediüzzaman çok garip bir tesbitle musibet ve hastalıkları da musiki notaları gibi görür.

“Sizin işkenceli hapishanenin hali, zaman müthiş, mekân muvahhiş, mahbusîn mütevahhiş, gazeteler mürcif, efkâr müşevveş, kalbler hazin, vicdanlar müteessir ve meyus, bidayet-i halde memurlar şemâtetli, nöbetçiler müz’iç olmakla beraber, vicdanım beni tâzip etmediği için, o hal bana eğlence gibiydi. Musibetlerin tenevvüü, musikinin nağmelerinin tenevvüü gibi bana geliyordu.”

Bütün bunlar Bediüzzaman’ın musikisinin terennümatının ifadesidir.

Yorum Yap
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
Yorumlar (4)
Yükleniyor ...
Yükleme hatalı.