Bediüzzaman ailemizin bir ferdi gibiydi

Çocukluğunda Bediüzzaman’la görüşen, Çalışkanlar ailesinden Şükran Çalışkan Risale Haber’e konuştu

Röportaj: Nurettin HUYUT- Risale Haber

 

BEDİÜZZAMAN AİLEMİZİN BİR FERDİ GİBİYDİ

 

Üstadı ilk defa nasıl gördünüz ve neler yaşadınız?

 

Çok küçük yaşlarda gerçekleştiği için ilk görüşmemizin detaylarını hatırlamıyorum. Üstad 1944’de Emirdağ’a gelmişti, ben o zaman altı yaşındaydım. O kadar biliyorum. Bizim ailenin aktif bir ferdi gibiydi, sürekli ondan bahsediliyordu. Babamın ilk zamanlar “mübarek bir zat buraya gelmiş, onunla tanışmak istiyorum” dediğini hatırlıyorum. Benden beş yaş büyük ablam gider görür, gelir anlatırdı. Amca çocukları anlatırdı. Bende de haliyle bir merak uyandırmıştı. Ben de onu görmek istiyordum.  

 

Babam ve diğer amcalarım, amcalarımın çocukları işlerinin dışında bir de Üstadın verdiği görevleri yerine getirmekle meşgullerdi. Sürekli Üstad onlara görev verirdi. Onlar da o görevleri yapmaya çalışırlardı. O nedenle sürekli konuşulurdu. Ben de o yoğun konuşmalar arasında bir şekilde onunla ilk karşılaşmışım.

 

Babama “Üstadı görmek istiyorum beni de götür” diye çokça ısrar ettiğimi hatırlıyorum. Babam elimden tutup götürdü Üstad’a, “bu kızım senin çok görmek istiyordu onun için getirdim” demişti. Üstadın elini öptüm ve o da başımı sıvazlamıştı.

Biz Üstada zaman zaman gidiyorduk. Zaten evi evimizden elli metre ötedeydi. Onun evi sokağın başında idi bizim ev de aynı sokakta biraz içerideydi. Çok yakındık.

 

ONA KENDİ ELLERİMLE GÜZEL BİR KAVUN SEÇMİŞTİM

 

Bir gün babam eve bir araba (Payton) kavun-karpuz almıştı. Onları eve taşırken içinden güzel, iri bir tane seçtim, aldım bir kenara taşıdım, kucağıma aldım ve oturdum. Babam ve diğer çocuklar içeri taşıyorlar.

 

Babam bir ara bana baktı benim iri bir kavunla yere oturmuş olduğumu görünce, “Şükran-kızım onu ne yapacaksın” diye sordu. Ben güldüm. “Keselim mi? Onu yemek mi istiyorsun?”…  “Yok” dedim. Gene bir şey söylemedim. Onlar hepsini taşıdılar. Babam gene geldi. “Kızım onu ne yapacaksın?” diye tekrar sordu. Ben “bunu Hoca Efendiye götüreceğim” dedim. “Peki” dedi “getir onu saklayalım daha sonra götürelim…” Babam yıkadı, sildi, kaldırdı.

 

Ertesi gündü sanırım “hadi giyin de götürelim” dedi. Babam aldı beyaz bir kağıda sardı birlikte götürdük. Eve varıp kapıyı çaldığımızda Ceylan abi kapıyı açmıştı. Babam “Ceylan, Üstadı ziyaret edeceğiz, müsaade var mı?” dedi. O da “bakıyım amca, görüşeyim kabul ederse...” dedi. Sonra gitti görüştü geldi. “Buyrun amca” dedi.

 

Girdik içeriye… Babam, “Efendim bu bizim Şükran’ın size teberruudur, Şükran bunu size vermek istedi.” Güldü mübarek… “Maşallah!.. Barekallah!...” dedi. Başka şeyler de söylemişti ama ben anlamıyordum, hem çocuktum hem de şivesinin farklılığından anlamıyordum.

 

Sonra biz çıkarken baktım bir küp getirdi bize verdi. Ağzı sıkı sıkı bağlı bir küp. Meğer içinde bal varmış onu bize verdi. Babam “olmaz alamam” dediyse de “çocuklar yiyecek” dedi.

 

O zaman annem hayatta değildi. Annem ikizlere hamile olmuş, doğururken vefat etmişti. Üvey annem vardı. Biz balı aldık eve geldik. Babam küpü boşalttı başka bir kaba ve götürdü kendisine verdi. Bu şekilde sürekli gidip geliyordum. Biraz büyüdüğümde de yemek götürüyordum.

 

 

YEMEK YEME ZAMANLARINI BİLİRDİK

 

Onun yemek yeme zamanlarını biliyorduk, o saatlerde götürürdük. Değişik yemek götürsek istemezdi, kabul etmezdi sadece çorba idi, çorba ile yoğurt götürürdük. Ben evlendikten sonra Zübeyir abi gelir götürürdü. Kayınvalidem Sultan yengem yemek yapardı. Fethiye yengem yapıyordu, Mehmet amcamın hanımı o ekseriyetle yoğurdu yapardı, onun bir ineği vardı, sadece ona yetecek kadar küçük kaselere yapardı. Gün aşırı Zübeyir abi veya Mustafa Acet abi gelir alır götürürdü. Nur içinde yatsınlar…

 

Zübeyir abi kapıya geldiğinde kimin kapıyı açacağını anlardı. Ben açarsam “hemşire hanım” derdi, kayınvalide açarsa “valide hanım” diye hitap ederdi. Genellikle akşama yakın, onun tası vardı, çorba tası onu getirirdi verirdi, içine çorba koyardık götürürdü.

 

Cuma sabahları da çamaşırlarını getirirdi. Yırtık yerleri var ise yamar dikerdik, ondan sonra yıkardık, durulardık, kuruturduk ve dediğim gibi ya Zübeyir abi veya Mustafa Acet gelir verirdik götürürdü. Ama bizim durulamamızla kalmazlardı, bir de onlar durularlardı. Evde veya yol üzerinde çeşme var idi orada yeniden durularlar evde kuruturlardı.

 

BİR ALAY ÇOCUK ÜSTADIN ARKASINDAN KOŞARDIK

 

Çocukluğumuzda Üstad faytonla sokaktan geçerken biz sokakta oyun oynuyoruz, hemen oyunu bırakır peşinden koşardık. Bir de kim Üstad ile beraber ise Halil abi, Ceylan abi, Mustafa abi kim olursa ona bağırırdık “arabayı durduuuur, biz hoca efendinin elini öpeceğiz” derdik. Bir alay çocuk, arkasından koşardık.  Bizim dönemimizde Asiye abla vardı, Lütfiye vardı…

 

Herkese anlattığım, O nunla başımdan geçen enteresan bir hatıram var size de anlatayım.

 

Annem vefat ettiğinde ben yedi yaşındaydım. Üstad Emirdağ’a geldikten bir yıl sonra annemi kaybettik. Annemden iki yıl sonra da ablamı kaybetmiştik. Ablam vefat ettiğinde 14 yaşındaydı. Ben dokuz yaşımdaydım. Hayatımda benim için en önemli iki insanı kaybedince çok büyük üzüntü duymuştum. Adeta bunalıma girmiştim.

 

Bir bayram günüydü… Kurban bayramı… Babam bana “Şükran hadi bir yemek hazırla da Hocaefendiye yemek götür” dedi. O zaman biz onu bir hoca biliyoruz. O nedenle “Hocaefendi” diyoruz.

 

“Kurban etinden köfte yap koy, yoğurt koy, bir de tatlının yumuşak yerlerinden koy” dedi. Ben dediğim gibi çok kötü bir durumdayım, adeta içine kapanmış bir vaziyette her şeyden herkesten küsmüş bir şekilde evden de dışarı çıkmıyorum, adeta dediğim gibi bunalım geçiriyorum. Çünkü, dışarı çıkınca ablamın arkadaşları var onları görüyorum, onları görünce de ablamı hatırlıyorum dayanamıyorum. Babamın istediği gibi hazırladım. Bir tepsinin içine üç tabak halinde dizdim. Babam bana “gider misin? Götürür müsün?” dedi. Benim dışarı çıkmadığımı bildiği için soruyordu.

 

BABAM ÜSTADI DÜŞÜNMEKTEN ABDEST ALAMIYOR

 

Üstad’a olunca “Giderim, götürürüm baba” dedim. Üstad’a ne şekilde gidersen mübarek biliyor. Veya belki de kendisine anlatmışlardı o nedenle biliyordu. Abdest aldım, başımı örttüm tepsiyi güzelce hazırladılar. Babam habire saatine bakıyor, öğleden önce bir bakıyor “şimdi abdest alıyor” diyor duruyor. Biraz geçiyor bir daha bakıyor “belki de kırlara gitmiştir veya mezarlığa gitmiştir, ama vakit de yaklaşıyor, gelmiştir” diyor kendi kendine. Böyle telaşlı bir şekilde “sen bir git bak bakayım” dedi bana. Evi yakındı zaten, hemen köşe başında hükümet binasının karşısındaydı.

 

Aldım tepsiyi gittim baktım kapının üzerinde kilit var. Evi kapalı geri geldim. Babam beni kapıda bekliyor. “Ne oldu?” dedi… Dedim, “baba henüz gelmemiş, kapısında kilit var.” “Peki, biraz bekle tekrar gidersin” dedi. Biraz durdum, babam, “hadi kızım bir daha git, vakit bayağı daraldı şimdi gelmiştir” dedi. Bir daha gittim, kapıya karşıdan baktım gene kilit var. Geldim “baba gelmemiş” dedim. “Allah Allah!... Kırlarda mı namazını kılacak acaba…” dedi. Biraz durduk baktım babam bir daha “hadi kızım bir daha bak bakayım gelmişse ver yoksa kırlarda kılacak demektir” dedi. Babam o telaşeden abdest alamıyor, çok heyecanlı bir şekilde ayakta sürekli dolaşıyor.

 

KIRLARA GİTMİŞ DENEN ÜSTAD EVDEYDİ

 

Tekrar gittim. Baktım kapı gene kapalı, biraz oyalandım, biraz sağa sola yürüdüm, tekrar baktım kapının hafif aralandığını gördüm. Ben bakakaldım, Üstadım kapının arkasında boylu boyunca duruyor, kendi kendime, “Ayyy.. Evdeymiş!.. babama yalan söylediiim” dedim. Baktım bana kapının arasından el ediyor, “gel, gel” diyor. Yaklaştım kapıya… “Bitişik dükkanda anahtar var onlara söyle gelsinler kapıyı açsınlar” dedi. Üstada evde kaldığı zaman talebeleri gelip kapıyı kilitliyorlardı, içeri girip çıkarken onu rahatsız etmeden girip çıkıyorlarmış.

 

Yan tarafta boyacı Sabri amca vardı. Gittim Sabri amcaya dedim, “Sabri amca, Hocaefendinin anahtarı sizdeymiş, kapıyı açacakmışsınız” dedim. “Kızım hocaefendi evde yok…” dedi. “Nerede?” dedim. “Faytonla kırlara gitti henüz gelmedi” dedi. “Gelmiş, evde” dedim. “Allah, Allah!..” dedi. Oğlu İsmail vardı. Ona döndü “oğlum sen gördün mü?” dedi. O da “hayır görmedim” dedi. “Kızım gelmiş olsa faytonu burada olurdu” dedi. “Gelmiş… bakın isterseniz” dedim. Oğluna “Haydı bak da gel” dedi. Gitti baktı geldi. “Baba gelmiş, evde” dedi. “Allah Allah biz niye geldiğinde arabayı fark etmedik” dedi. Kapıları birbirine bitişik bir halde…

 

“İyi peki al anahtarı götür aç bakalım” dedi oğluna… İsmail benden bir yaş büyüktü, geldi kapıyı açtı, Üstad kapı açılınca beni içeri aldı ve İsmail’e “kapıyı arkadan kilitle sen git” dedi. O da öyle yaptı. Ben içeriye girdikten sonra dikkatle ona bakıyorum. Babam gelmeden önce beni sıkı sıkı tembihlemişti. Çok dikkat etmemi söylemişti. “Her şeyine dikkatle bak, takip et, ne yapıyor, nasıl yapıyorsa, hareketlerine, konuşmalarına dikkat et, aklında tut gel bana anlat, en ufak noktayı kaçırma, isterim senden” demişti. O nedenle içeri girdikten sonra her şeyine çok dikkat etmeye başladım.

 

KEDİLER BEN DÖNÜNCEYE KADAR HİÇ KIPIRDAMADAN DURDULAR

 

Nurettin abi diye biri vardı Üstadın faytonunu kullanırdı, uzun boylu sarı bir gençti. Gelip aşağıda benim ayakkabıları görünce hemen yukarı gelmiş o anda Üstadın da arkası dönük bana yaklaşarak “kız sen nasıl girdin buraya, nerden girdin?” diye sordu. “Hoca efendi aldı beni içeriye” diyorum. O “nasıl girersin, kapı kilitliydi” diyor. “İsmail açtı girdim” diyorum. “Kime sordun da girdin?” diyor. Beni sıkıştırıyor. Bunun üzerine Mübarek Üstad bir döndü, “sıkıştırma çocuğu ben aldım içeri” dedi. O böyle deyince Nurettin abi rahatladı. Korkmuştu kapıyı nasıl açtı, içeri nasıl girdi diye?

 

Üstad abdest almaya hazırlanmıştı, kollarını sıvamış, sarığının uçlarını arkaya atmış, çoraplarını çıkarmış ayaklarında takunyalar var, paçalarını yukarı sıvamış, abdeste hazır bir vaziyette… Dikkatli bakınca bir şey dikkatimi çekmişti her iki ayağının iki parmağı bitişikti.

 

O önde ben arkada merdivenlerin başına geldik, takunyaları çıkardı terliklerini giydi. Bana “gel dedi” arkalı önlü yukarı çıktık. Merdivenin sonuna gelince baktım üç-dört tane kedi, iri iri kediler. Onlar üstüme doğru gelince “Ayy!..” dedim. “Koku aldılar şimdi atlayacaklar köfteleri yemek için” dedim içimden. Üstad benim korktuğumu fark edince döndü, “korkma onlar bir şey yapmazlar” dedi. Sonra döndü kedilere “çekilin, korkutmayın kızı, az önce sizin karnınızı doyurdum” dedi.

 

Onun üzerine kediler bir anda köşe gibi bir yer vardı oraya çekildiler, durdular. Ben gittim gelene kadar o kediler oradan ayrılmadılar. Orada öylece toplanıp durdular. Hiç kıpırdamadılar.

 

 

Biz Üstadın odasına girdik, elimden tepsiyi aldı yazı masasının üzerine koydu. Dedi “sen kimin kızısın?” diye sordu bana… “Abdullah Çalışkan’ın kızıyım efendim” dedim. “Annenin adı ne?” dedi. “Ayşe Çalışkan ama annem vefat etti” dedim. “Kaç kardeşsiniz” dedi. “Dört kardeştik ama ablam vefat etti” dedim. “Şimdi kaç kaldınız” dedi. “Üç kardeş kaldık” dedim. Başladım ben ağlamaya…

 

“Çok mu üzüldün ablana?” diye sordu. “Evet efendim” dedim. “Ablanın adı ne?” dedi. “Güngör” dedim. “Kardeşinin adı ne?” dedi. “Kemal” dedim. “Senin adın ne” dedi. “Şükran” dedim. “Öbür kardeşinin adı ne?” dedi. “Gönül” dedim. “Sen beni iki sefer aradın ama bulamadın geri döndün” dedi. Ben kendi kendime “kim söyledi acaba dedim?” şaşırdım. “Sen geldiğinde ben kabristandaydım” dedi. “Güngör ablan annesine dargındı” dedi. O böyle söyleyince bir anda geçmişe gittim, hayalen ablamı düşündüm. Hakikaten ablam anneme dargındı. Annem daha çocuk yaşta bizi bırakıp gitmesini hiç hazmedemiyordu. “Neden bizi bırakıp” gitti diye çok kızıyordu. Akşamları bizi yatırdıktan sonra babamla dertleşirlerdi. Bizi uyuttuklarını sanarak her şeyi konuşurlardı. Ablam, babama “baba ben anneme çok dargınım, annem neden bizi bırakıp gitti?” diyordu o zaman.

 

KABİRDE ANNEMLE ABLAMI BARIŞTIRMIŞTI

 

Ben böyle derinlere gidince Üstad bana “Merak mı ettin?” diye sordu. Ben bir şey demedim. “Orada annesine ‘sen bizi neden bırakıp gittin’ diye naz ediyordu. Ben onun için mezarlığa gitmiştim. Onu annesiyle barıştırdım, annesinin elini öptü barıştı. Düşünme. Şimdi onlar da bayram ediyorlar, onlar şimdi üç kardeş ordalardı” dedi.

İkizler doğduktan iki gün sonra ölmüşlerdi, annem de onlardan bir hafta sonra ölmüştü. “Onlar üç kardeş anneleri ile beraber bayram ediyor, siz de burada üç kardeş babanızla berabersiniz, onları hiç merak etme, onlar kardeşleri ile ve anneleri ile ve diğer akrabaları ile bayram ediyorlar” dedi.

 

Oradan ezme şekerlerden bir tane aldı “al bunu ye!..” dedi. Isırdım, yarısını yedim, elinde şeker böyle beni bekliyor, yüzüme bakıyor, bitirince diğer yarıyı da uzattı, “bunu da ye. İyi olur” dedi. Onu da yedim. Ben o şekeri yedikten sonra rahatladım.

 

“Gel şimdi…” dedi. “Al bu tepsiyi” diyerek tepsiyi tekrar verdi ve o önde ben arkada bu defa mutfağa gittik. Kedilere baktım, kediler hala yerlerinde duruyor. Ben kedilerden korktuğum için hep gözüm kedilerde, ama onlar hiç kıpırdamıyorlar. Öyle duruyorlar.

 

Mutfağa gittik raftan bir tabak aldı ağzı kapaklı, kapağını açtı “bak aynısından burada da varmış” dedi. Evde fazla kap olmadığı için kaşıkla köfteleri tabağın kenarına doğru çekti,  kendi köftelerinden bir tane aldı “ye bunu” dedi. Ben yemek istemedim, çekindim. Bu sefer tekrar etti “ye bunu temizdir merak etme” dedi. Ben onu yedim, bitirince, bir tane daha aldı “bunu da ye” dedi. Onu da yedim. Onun üzerinde bendeki köfteleri aldı kendi tabağına boşalttı ve onu tekrar rafa koydu.

 

Diğer tabağı aldı o da kapaklı idi onun da kapağını açtı. Onda da yoğurt varmış. Yoğurdu tabağın kenarına itina ile iteledi ve bir kaşık doldurdu “ye bunu” dedi. Elimde tepsi var o nedenle kendisi yediriyor. Onu da yedim bir kaşık daha verdi. “Bunu da ye iyi gelir” dedi. Böylece iki köfte, iki kaşık da yoğurt yemiş oldum. Bendeki yoğurdu aldı onun üzerine döktü ve onu da kaldırdı. Bu defa tatlı için tabak aradı “ondan yokmuş” dedi güldü. Ben de güldüm. Onu da başka bir yere boşalttı.

 

AYAK KİRASI MUTLAKA VERİRDİ

 

Daha sonra “hadi gidelim” dedi gene odasına gittik. Tekrar beni sorguya çekti. “Babanın adı neydi…”, “Abdullah Çalışkan.. Efendim…”,  “Annenin adı neydi?” “Ayşe Çalışkan…”, “Ablanın adı neydi?”,  “Güngör… Efendim..” “Günger. Onun adı bundan sonra Günger oldu” dedi. “Senin adın?..” “Şükran efendim…” “Senin adın da Şükriye olsun” dedi. “Evet sen Şükriye’sin…” dedi. “Peki efendim..” dedim. “Kardeşinin adı neydi?”, “Kamil efendim…”, “Kamilll..” dedi böyle ilerilere bakarak “evet evet Kamillll…” dedi. Ondan sonra da hep “Kamil” diyordu. Evde de annem babama “Kamil” derdi. Sonra “öbür kardeşinin adı neydi?” diye sordu. “Gönül… Efendim..” dedim. “O fena değil” dedi başını yana sallayarak “o öyle kalabilir.”

 

Sonra bana daha önce verdiği şekerin kabını raftan indirdi. Masanın üzerine şekerin yağlı kağıdından bir parça yırttı koydu. Onun içine sayarak yedi tane o şekerden koydu, sayıyordu. “Üvey annene iki tane, sana iki tane biri evdeki hakkın biri de ayak kirası” -ayak kirası mutlaka verirdi- “birer tane de babana ve kardeşlerine” dedi.

 

Nurettin abi şekerlerin sayısına itiraz etti. “Üstadım yedi tane fazla altı tane olması lazım” deyince Üstad güldü, “Yok tamam. İkisi annesinin, ikisi de bunun, birer tane de babasının ve kardeşlerinin, tamamdır” dedi.

 

Kapattı tabağı “çocuğu geçir” dedi. “Ağlamak yok!..” “Tamam efendim” dedim ama o konuştukça ben ağlıyorum. O da bir yandan yanaklarımdan akan yaşları parmaklarının tersiyle siliyor. “Ağlamak yok, sakın ha!.. ağlamak yok” diyor bana. Ben dışarı çıkmak için merdivenlere yöneldim. O anda gene kedilere baktım kediler aynen yerlerinde duruyorlardı. Kapıdan dışarı çıkarken aşağıda Nurettin abi gene sordu “nasıl girdin içeri?” dedi. Ben de “ne çok soru soruyon” dedim “Hoca efendi aldı içeri ben de girdim” dedim. O da “hadi git öyleyse” dedi.

 

Ben dışarı çıktım yürürken düşünüyorum. Bi baktım babam karşıda köşede beni bekliyor. Eliyle “hadi!.. Yürü çabuk gel!..” Diyor ama ben rahatım, rahat rahat gidiyorum. “Nerde kaldın?... Nerde Kaldın?.. bu zamana kadar kalınır mı? O kadar rahatsız edilir mi? Sen gideli ne kadar oldu? Oturdun kaldın mı? Ne yaptın?” diye bir sürü telaşeli sorular soruyor. Onlar gidince oturmadan geri dönüyorlardı. Onlar gittimi Üstad onlara bir iki iş veriyor, bir şeyler söylüyor hemen eve geri dönüyorlardı.

 

“Biz sohbet ettik orada” dedim. “Gel buraya otur bakayım” “Baba size şeker getirdim…” diyorum. “O şekeri dursun şimdi, otur şuraya anlat bakalım, orada ne yaptın? Bu kadar uzun niye kaldın, çamaşır mı yıkadın, bulaşık mı yıkadın?” “E konuştuk anca bitti baba” diyorum. Bu kadar ne konuştun ki, sen!..” diyor. Bir çocuk Üstad ile ne tür bir sohbet edecek ki, Neyse..

 

“Otur bakalım, anlat bakalım… Ben anlattıkça… Hayretini ifade ediyordu… Fesubhanallah!...”

 

“Girdin kapıdan ne gördün?..” Dedim “baba böyle böyle oldu.” Anlattıkça “Aferim!.. Anlat! Anlat!..” Hepsini tek tek anlattım.

 

O günden sonra bana bir vazife oldu, inanır mısınız? Her sabah ve her akşam bu görüşmeyi babama anlatırdım. O da bıkmadan usanmadan dinlerdi. Babam ölene kadar bu böyle devam etmişti. Ve beni sıkı sıkı tembihlerdi. “Sakın!.. Sakın!.. bunu kimseye söylemeyeceksin..”diye de tembihliyor.

 

Babanız 1952 de vefat ettiğine göre beş yıl boyunca siz bu olayı her gün sabah akşam anlattınız öyle mi?

 

 

Evet bu benim için bir vazife idi. Babam sabah namaza gider gelir, birlikte kahvaltı yaptıktan sonra sanki ona ders anlatıyorum gibi, “Şükran gel anlat bakalım!.. Gittin kapıdan girdin, ne konuştunuz, sana nasıl davrandı?” derdi.

 

Bir de akşamları, ya akşam ile yatsı arası veya yatsıdan sonra ben babamın gelmesini mutlaka beklerdim. O camiden çıktıktan sonra şekerci vardı oraya uğrar bana şeker gibi şeyler alır gelir. “Şükran gel anlat bakalım” derdi. Ben de oturur anlatırdım.

 

En son ölmeden bir gün önce anlattırdı. Ondan sonra da komaya girmişti. Sonra da vefat etti zaten.

 

(Devam edecek)

 

Şükran Çalışkan kimdir?

 

1938’de Afyon-Emirdağ’da doğdu.

 

Risale-i Nur hizmetlerinde önemli paya sahip ve Bediüzzaman’ın sitayişle bahsettiği Çalışkanlar hanedanının bir ferdi. Ceylan Çalışkanın amcası kızı.

 

Üstada yemek götürmek bahanesiyle defalarca ziyaret eder, elin öper, duasını alır. Çocukken Üstad ona kendi elleri ile yemek yedirir.

 

Annesini yedi yaşında kaybeder, 1952’de 14 yaşında da babası Abdullah Çalışkan’ı kaybeder. Babasını kaybettikten sonra Üstad onunla bir baba gibi ilgilenir ve acısını bir nebze gidermeye çalışır.

 

Amcası Osman Çalışkanın oğlu, Üstadın talebelerinden İhsan Çalışkan ile 1954’te evlenir. Beş çocuğu olur. Üstadın vefatından sonra 1962’de tüm Çalışkanlar ailesi ile birlikte Eskişehir'e yerleşir. Halen bu ilde ikamet etmektedir.

  

 

Yorum Yap
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
Yorumlar (6)
Yükleniyor ...
Yükleme hatalı.

Röportaj Haberleri