Bana bir masal anlat...

Mustafa Uçurum'un yazısı...

Sanki bir Nuh tufanı yaşamışız da dört bir yanımız sularla çevrilmiş gibi ortalarla öylece kalakalmışız. Dünya ahengini yitirmiş, her şey eğreti bir hâl almış, kimsenin kimseden haberi olmadan öylece yaşayıp gidiyoruz. İçimizde büyütüp durduğumuz kalp dinamiklerimizi çalıştırmayı ihmal ettiğimizden bu yana kuşlar aynı güzellikte uçmuyor, dağların ardından gelecek iyi haberleri bekleyenimiz yok.

Günümüz insanının en büyük cenderesi; kendine vakit ayıramama olarak kalıplaşmış şekilde her yerde karşımıza çıkıyor. Elimizden kayıp giden bir güzel yanımıza şahit olmayagörelim, hemen vakitsizlik üzerine bir sürü veryansın başlıyor, koşuşturma denen, hayat gailesi denen o müthiş duvar önümüze setlerini kuruyor. Böyle bir tufanın içinde kendini ihmal eden insanoğlunun da çocuklarını bu tufana kaptırması da kaçınılmaz son olarak sahneye konuyor. Sonuç olarak masalsız büyüyen çocuklarımıza anlatacak sözümüz olmadan hayal dünyası kıt bir çocuk ordusu ile gerçek dünyada savaşıp duruyoruz.

Masalı yalnızca bir edebi tür olarak düşünmemek gerek. Masallar içimizde söyleyemediğimiz, çırpınıp duran bir dünyanın anahtarını bizlere sunan sihirli bir kapıdır. Dünya telaşından sıyrılmamızı sağlayan, bizi alıp bilinmedik diyarlara götüren masallar aynı zamanda bir efsunlu sözler iklimidir de.

Doyumsuz insanlar haline gelmeye başlamamızın miladı olarak televizyonun evlere girmesi gösterilebilir. Ne zaman ki evlerde masal anlatan dedelerin, ninelerin yerini bizleri içine hapseden evlerdeki camdan canavarlar almaya başladı, içimizdeki susturulmaz doyumsuzluk da büyüyüp gelişti. Gözlerimizi kapatıp da bir an için hayal ettiğimiz o sihirli sahneyi düşünün. Bir küçük oda, çıtırtılarla yanan soba, etrafında bir sürü çocuk, en büyük mindere oturmuş aydınlık yüzlü bir dede ve anlattığı masallar. Masalı dinlerken kendini o dünyaya kaptıran, hayal dünyasının denizlerine çoktan dalmış çocuklar ve mutlu bir yuva.

Masallarla büyüyen çocukların umutları daha da büyüktü. Yerinde durmak bilmeyen, umutsuzluk nedir tanımayan, her zaman her işin üstesinden gelen çocuklardı onlar. Pes etmek onların kitaplarında yazmazdı. Onlar biliyorlardı ki Kaf Dağının ardı vardı ve gün gelecek oradan bir haber gelip kendilerini kurtaracak. “ İyilik” denen o büyülü sözcüğü hayatlarının başına koyan çocuklar, düşeni kaldırmayı, birinin elinden tutmayı, “Başarılamayacak iş yoktur.” felsefesini hep masallardan öğrenmişlerdi. Dünyada iyi insanlar da olduğunu, en küçük kardeşin ne yapıp edip her işin üstesinden geleceğini bilen çocuklar her zaman kendilerini küçük kardeşin yerine koyarak  büyüdüler. Umutları dağlar gibiydi ve o dağları aşmak o kadar da zor değildi. Çünkü gün gelecek ve bir Anka kuşu gelip onları kurtaracaktı.

Masallar her halleriyle insanı içine çeken bir dünyadan seslenmekteler. Gerçek dünyadan uzak bir dünyanın masalını dinleyen çocukların içinde uzak bir düş daima büyür durur. O dünyaya gidemeyeceklerini bilseler de içlerinde bir umut, kalplerinde bir düş vardır. Hayatın bir tekerlemesi olduğunu, iyilerin günü geldiğinde galip gelebileceğini, önlerine çıkan üç yolun en iyisini seçebilmek için iyi olmak gerektiğini, güzeller güzeli bir periyle en sonunda iyi olanın karşılaşabileceğini ve gökten düşecek üç elmadan en az bir tanesinin kendi payı olduğunu öğrenen çocuklar masalla gerçek arasında bir köprü kurarak masal çağından sıyrılıp gerçek dünyaya süzülürken yüreklerinin sesine kulak vermeyi ihmal etmemişlerdir.

Masalın yerini televizyon, bilgisayar almaya başlayınca elbette çocukların hayal dünyası da tersine döndü. Artık iyiler değil de güçlü olanlar, hile yapanlar galip gelmeye başladı. Oynadığı bilgisayar oyunlarında rakibini kendi gücüyle değil de birkaç tuş darbesi sayesinde hile ile alt eden çocuklar günlük yaşantılarında da baş edemedikleri işlerde hile yapmanın o dayanılmaz cazibesine kapılmayı ihmal etmediler. Onların hilesi Keloğlan’ın oyunları gibi akla değil sırtından vurmaya dayalı olduğundan ne yazık ki sonunda Keloğlan gibi padişahın kızına ulaşmaları mümkün olmadı.

Çocukları teknik donanımlarla kuşatarak hayal dünyasından uzaklaştırdık.  Masal diyerek izlettirilen ve onlara masaldan öte sihirli bir dünyasının kapısını açan bol fantastik filmler de onların içindeki masal açlığına ne yazık ki çare olamadı.  Onlar biliyorlardı ki göklerde süzülüp duran sihirli çocuğun her tarafında görünmez renkte çelikten halatlar vardı. Oysa ki Peter Pan uçarken o kadar sahiciydi ki her an pencereden içeriye süzülmesi an meselesiydi.

Çocukları bu dijital kuşatmadan kurtarıp da onları masalın büyülü dünyasına çağırmak en az Keloğlan’a padişah tarafından verilen üç görev kadar zor. Şunu da unutmamak gerek; Keloğlan ne yapıp edip görevleri tamamlayıp her zaman padişahın kızıyla evlenmeyi başarıyordu. Bir masal kitabının kapağını açıp çocuklarımıza her gün okuyacağımız bir masal onların dünyalarına ayrı bir renk olacaktır. Masallarda bizi içine çağıran o kadar çeşitli renk var ki. Önemli olan kapıyı aralamak. Varsın bizi Deli Dumrul karşılasın. Onu da alt etmenin elbet bir yolu vardır. Önemli olan başlamak.

Edebiyat Haberleri